Düşten Farksız 16.Bölüm
16.BÖLÜM
“Ben kontrol ediyorum, sürekli arkaya
dönüp durmayı bırakır mısın artık?”
Arabaya bindiğimizden beri kaçıncı kez
geriye doğru dönüp baktığımın hesabını tutmuyordum ancak Korel’in uyarma
ihtiyacı hissedeceği kadar çok olmasına şaşırmamıştım. “Belki geliyorlardır
diye…” dedim mırıldanarak.
Benim sürekli hareket ediyor olmama karşın
arka koltukta oturuyor olan Mayıs tamamen hareketsiz ve sessizdi. Pars’ı arayıp
telefonu Korel’e verdiği andan sonra yaşanan her şey fazlasıyla hızlı
gerçekleşmişti. Korel’in ondan ne duyduğu hakkında bir fikrim yoktu ama
telefonu kapattığında ilk işi beni ve Mayıs’ı arabaya yönlendirmek olmuştu.
Mayıs Pars’ı beklememiz için inat edecek gibi olduğunda ise zaten Pars ile
karşılaşmak üzere yola çıkacağımızı söylemişti bize.
Arabadaki yaklaşık on beş dakikalık süre
tamamlanmışken ne zaman Pars’la denk geleceğimize dair bir fikrim yoktu. Tek
düşündüğüm arkamıza takılmış ve bizi takip eden bir araç olup olmadığıydı.
“Gelmiyor kimse Despina.” Korel yeniden
konuşunca parmaklarımı birbirlerine geçirerek kucağıma doğru bıraktım. Başımı
bu kez arabaları değil Mayıs’ı görmek için omuzumun üzerinden arkaya çevirdim.
“Daha iyi misin?”
“İyiyim,” demekte gecikmese de bakışları
ve yüzünün rengi pek öyle söylemiyordu. Uzatmadım. Bir süre daha araba yol
almaya devam etti.
“Abim!” diyerek seslenen Mayıs’ı duymamız
yaklaşık beş dakika kadar daha almıştı. Cama doğru bakarak konuştuğunu
gördüğümde onun baktığı yöne bakar bakmaz yoldaki cepte bekleyen arabayı ve
hemen yanında duran -görmemenin mümkün olmadığı- koca bedeni görmüştüm.
Korel, Mayıs’ın tepkisinin ardından hızla
sağa doğru geçip arabayı Pars’ın arabasının önünde durdurdu. Mayıs neredeyse
arabanın durmasını beklememiş, direkt kendini dışarı atmıştı. Pars’a doğru
ilerlediğine bir şüphem yoktu.
“Sen arabada kal, durumu tam olarak
anlayayım.” Korel kapısını açmak üzereyken bana doğru dönüp konuşmuştu.
Şaşkınca ona bakakaldım. “Dışarı çıksam ne olacak ki?”
“Ne olacağını bilmediğim için söylüyorum
zaten Despina, geliyorum şimdi.” dedi ve devamında hızla inip kapıyı tekrar
kapattı. Adımları da arabayı terk edişi gibi hızlıydı, aynadan arkada olan
biteni görebildiğim için göğsüne sığınan kardeşini sıkıca saran Pars’a doğru
adımladığını kaçırmadan izleyebilmiştim.
Aynadaki görüntüde Korel’in sırtı bana
dönüktü, büyük ölçüde de Pars ve Mayıs’ı görmeme engeldi. Sürekli yanımızdan
geçen arabaların çıkarttığı yüksek seslerle onları duyabilmem imkânsızdı. Ne
görüyor ne de duyabiliyorken durumun nereye doğru ilerlediğini nasıl
bilecektim?
Birkaç dakika dolmadan kapıya uzanıp
açtım. Korel’i zor durumda bırakmak istemediğimden gösterdiğim sabır bu kadar
sürebilmişti. Konunun yeterince içindeydim, uzağında kalmak şimdiden sonra
mümkün değildi.
Arabadan indiğimde üçünün de dikkatini
üzerime çekmiş oldum. Mayıs abisinin bir adım gerisinde gergince bekliyordu,
Korel ve Pars’ın karşı karşıya dikilmeleri de bana döndüklerinde bölünmüştü.
Adımlarımı hızlandırıp yanlarına ulaştığımda Korel bana kaşları hafifçe
çatılarak bakmıştı. Onu dinlemediğim için bu ifadeyi hak etmiş olabilirdim
belki ama yine de mimiklerinden nezaket akan bir adamın size ters ters bakması
güzel hissettirmiyordu.
“Bir şey mi oldu?” diye soran ve ilk
tepkiyi veren ters ifadesine rağmen yine Korel’di. Direkt olarak yüzüne
bakmamış olsam da Pars’ın yüzünde daha karışık şeyler olduğunu okuyabilmiştim.
Korel’i cevapsız bıraktım. Onun yanında dursam da yüzüm herkesi görebileceğim
şekilde dönüktü.
“Korktun mu?” diye birden bire konuşmaya
başlayan Pars’ı duyduğumda mavi irislerim istemsizce gözlerini bulup ondaki
koyu mavi eşleriyle çarpıştı. “Korkmalı mıyım?” diye sorusuna soruyla yanıt
verdiğimde yüzü gerilir gibi oldu. Ancak hızla bu ifadeyi yok ederek normale
dönmüştü. Mimik okuma konusunda iyi olmasaydım yakalamam mümkün olmazdı.
“Korkacak bir şey yok. Mayıs biraz fazla
paniklemiş, benim kontrolüm altında her şey.” Adı anıldığında göz ucuyla
Mayıs’a bakmıştım. Evet, ilk anlara oranla çok daha iyi görünüyordu ancak bu
abisinin yanında artık güvende hissediyor olmasından da kaynaklı olabilirdi.
Pars’ın cümlesi henüz sonlanmışken
Korel’in burnundan sert bir nefes verdiğini, neredeyse gülecek olduğunu fark
ettim. “Neyin kontrolü bu?”
Pars, Özgür’ün ona söyleyip durduğu
sıfatın hakkını vererek içi boş ruhsuz bakışlarla Korel’e birkaç saniye baktı
sessizce. Dudaklarını araladığında sesi de bakışlarından farklı sayılmazdı.
“Sorgulama yetkin olduğunu sanmıyorum.”
Korel başını hafifçe bana doğru
hareketlendirip beni işaret etti. “Onun güvenliğini oyuncak silahla bile tehdit
edecek her şeyden sorumluyum.”
“Bu saçmalıktan sevgilisinin de haberi var
mı? Seni onun başına diken Özgür mü?”
Korel’in yüzündeki afallamış ifadeye
gülebilirdim, ancak doğru an değildi. Özgür kendisini ona abim olarak
tanıtmıştı bir önceki gün karşılaştıklarında. Şimdi Pars sevgilim olarak anınca
Korel’in aklı karışmıştı.
“Var,” dedim araya girerek. “Özgür’ün haberi
var tabii.” Nedenini çözmüş değildim ancak Pars’ın beni ve Özgür’ü sevgili
sanmaya devam etmesini istemiştim. Bundan büyük bir rahatsızlık duyuyordu ve
ben de Pars’ın rahatsız hissetmesinden daha önce deneyimlemediğim bir keyif
alıyordum.
Pars ağzının içinde bir şey homurdandı
ancak sesin kendisi dışında kimseye ulaşmadığından emindim. Birden Mayıs’a
uzandı. “O zaman hadi artık, kimsenin bir şeyden korkmasına gerek yok.
Gidiyoruz Mayıs.”
Apar topar Mayıs’ı da yanında tutarak
arabaya ilerlerken onları durduran ben oldum. Mayıs’ın diğer koluna Pars’ın
aksine yavaşça tutunduğumda abisine uydurmaya çalıştığı adımları durdu. Kolunu
Pars’tan çekti. Sırtıma sardığı kollarının ortasında kaldığımda bana sıkıca
sarılmasını hiç garipsemedim. Aksine ben de kollarımı ona dolamıştım.
“İyisin değil mi?” diye mırıldandım
kulağına doğru. Olumlu bir ses çıkarttı. “Neler olduğunu anlayamıyorum ama
anlatmak istediğinde dinlerim seni.” Sakince konuşmam Mayıs’ın kollarını
bedenimde daha belirgin hissetmeme yol açtı. “Teşekkür ederim.”
Başka bir şey söylemedim. Kollarımı geriye
çekmek için acele etmeden bekliyorken Mayıs’ın omuzundan uzanan kaçamak
bakışlarım Pars’a çarptı. Gözünü kırpmadan bize bakıyor olduğunu görmüştüm bu
sayede. Aslında bize demek de doğru muydu, bilmiyordum. Mayıs’ın sırtını
izliyor olduğunu söyleyemezdim, mavileri net bir şekilde yüzümdeydi.
Gözlerimi kaçırmadığım için, bana olan
bakışları artık aramızda olan bir bakışmaya dönüştüğünde durumu garipsemiştim.
En azından hissettirdiklerini garip bulmuştum. “Özgür’ü ara,” dedi birden.
Mayıs kolları tam benden ayrılmasa da dönerek abisine bakmıştı sesi duyduğunda.
Artık ikimiz de ona bakıyorduk. Hatta arkamı göremiyor olsam bile Korel’in
bakışlarının da Pars’a döndüğünden emindim. “Her neredeyse ben bırakırım seni
yanına.”
Az önce benim Korel’le gidecek olmama bir
şey dememişken şimdi bir anda ortaya attığı teklifin amacı neydi?
“Teşekkürler,” dedim sakince. “Ama yalnız
değilim.”
İtiraz etmedi. Ancak başını ‘tamam’
anlamında sallamadan önce birkaç saniye duraksamıştı. Bana ve Mayıs’a dönük
duruyorken, yavaşça başını salladığı sırada Korel’e göz ucuyla baktığını gözden
kaçırmamıştım.
Yanağımda hissettiğim dudaklarla birlikte
afalladım. Mayıs iri iri açtığı gözleriyle bana bakıyordu. Öpmesine
kızacakmışım gibi tetikteydi. Dudaklarım bu haline kıvrılırken rahatsız
olmadığımı değişik bir yolla anlattım. Ben de yanağını öptüm.
Başka bir şey konuşulmadı, konuşulduysa da
bu sessizce gerçekleşen ve gözlerle konuşulan şekildendi. Arabalara doğru
dağıldığımızda kemerimi bağlamaya fırsat bulamadan Pars’ın arabası yanımızdan
hızla süzülüp geçmişti.
Korel arabayı çalıştırmadan önce ona dönüp
beni fark etmesini sağladım. “Korel?”
“Evet?”
“Üzgünüm, böyle bir gün olacağını
düşünmemiştim. Mutsuz oldun.”
Kaşları şaşkınlıkla çatılarak bana baktı.
“Mutsuz mu oldum?”
Başımı salladım. “Aynaya bak, yüzün
normalde böyle değil.” dediğimde gülecek gibi oldu. “Mutsuz olmadım, Despina.
Sinirlendim şu herifin tavrına. Kafamı karıştırdı tepkileri.”
“Pars’a mı?” Limon yemiş gibi oldu. “Her
neyse işte adı.”
Kendimi tutamayıp kıkırdadım. Özgür’ün
Pars’a verdiği tepkilere benziyordu biraz bu hali.
“Bir şeyler bulabilir miyim, bi’
bakacağım. Eğer benden önce sen detayları öğrenirsen bunları kendine saklama.
Anlaştık mı?”
Bahsettiği şeyin bugünkü adamlar ve bu
adamların Mayıslarla olan bağı olduğunu anlayabilmiştim ama gözlerimi kaçırıp
önüme döndüm. Mayıs bana anlatırsa bunu gelip Korel’e yetiştiremezdim ki.
“Despina…” dediğinde neden bakışlarımı
çektiğini bildiği belliydi. “Güvenliğini tehdit etme ihtimali olan her şeyi
bilmem gerekiyor. Bana anlatmazsan da en azından baban, amcan ya da deden
bilsin bu konuyu. Benimle gerektiği kadarını paylaşırlar. Olur mu?”
“Tamam,” dedim çok uzatmadan. Ne kadar
tamamdı tartışılabilirdi tabii. İkna olmuş muydu bilmiyordum ama üstelemeden
arabayı çalıştırıp hareket ettirdi.
Tek sorunun Mayıs’ın hediye seçme
kararsızlığı olacağını düşünüyorken, bugün beni bambaşka bir olayın ortasına
sürüklemişti. Sürüklemesini kaldırabilirdim ancak olayın büyümesi kâbusum
olurdu ve kâbuslara alışkın olmam onları sevdiğim anlamına gelmiyordu.
Neredeyse bir saat sonra artık evdeydim.
Korel yol boyunca bana konuyla ilgili bir şey söylememişti. İnerken kısaca
vedalaşmamız dışında hiçbir şey konuşmamıştık hatta.
Eve girdiğimde duş alıp saçımla, bedenimle
uğraşarak bolca zaman geçirmiştim. Uzun sayılabilecek bir süredir açık tuttuğum
saç kurutma makinesinin sesi artık kulaklarımı acıttığında tuşa dokunup
kapanmasını sağladım. Saçımla bir bu kadar daha uğraşsam da memnun olmayacaktım
zaten. Derdim saçımın güzel olması değil, kendimi oyalamaktı çünkü.
Balkonda oturmaya karar vererek şarja
bıraktığım telefonumu almak için prize yöneldim. Ekrana dokunduğumda en üstte
duran bildirime yüzüm yumuşayarak bakmıştım. Timur Akdoğan’a ait cevapsız iki
arama vardı.
Herhangi birinden gelen cevapsız bir
aramanın dahi mutlu edebileceğine daha önce inanmazdım ancak şimdi babamın beni
aramış olmasına kıkır kıkır gülebilecek bir haldeydim.
On beş dakika aralıklarla gelmiş olan
aramalara döndüm hemen. Kulağıma yaslamam ve onun sesini duymam arasında çok
zaman farkı yoktu. Hızla açmıştı telefonu.
“Duymamışım,” dedim direkt. Neden
açmadığımı soracağını tahmin ediyordum.
“Korel evde olduğunu söyledi, onu aradım
sen açmayınca.”
Yalnızca iki arama olmasından belliydi
zaten. Eğer haber alabileceği ikinci bir kişi olmasaydı cevapsız arama
sayısının bununla sınırlı kalmayacağından emindim.
“Evdeyim, saçımı kuruttuğum için
duymamışım.”
“Sıhhatler olsun.” dediğinde gülümsedim.
İlk kez ondan duyduğum, her banyo yaptığımda da tekrarladığı dilekti bu. Artık
öğrenmiştim. Böyle kalıpları öğrenmeyi zaten seviyordum, üstüne bir de öğreten
kişi o olduğunda hevesim ikiye katlanıyordu.
“Teşekkür ederim.”
“On dakikaya evdeyim, bir şey istiyor
musun dışarıdan?”
Bir an duraksadım. Bir şey istemiyordum.
Ama küçük bir şey söylemek ve onu bana getirmesine şahit olmayı istiyordum.
“Çikolata alsan olur mu?” dedim ilk aklıma
gelen şeyi söyleyip.
“Alırım. Geliyorum birazdan.” dedikten
sonra kapattı telefonu. Nasıl bir çikolata istediğimi sormaması biraz garipti
ama unutmuştu sanırım. Belki marketteyken arardı.
Verdiği on dakikalık süre benim çikolata
isteğimden olsa gerek biraz uzamıştı. Kapı çaldığında gecikip anahtarla
açmasına sebep olmamak için koştur koştur salondan çıktım.
Kapıyı açtığımda karşımdaydı. Sabah
görmemişim gibi onu karşımda bulmaya bu kadar heyecanlanmam, sanırım yıllar
boyunca onu karşımda bulamadığım binlerce andan kaynaklıydı.
“Hoş geldin,” dedim mırıl mırıl. İçeriye
girerken burnundan keskin bir nefesle gülmüştü bana. “Hoş buldum.” dediği
sırada ben sözcüklerinden çok alnıma konan öpücüğün etkisindeydim. Kendime
gelebildiğimde elime tutuşturduğu poşeti kavradım. “Bu ne?” diyerek ortalama
üstü bir ağırlığa sahip olan poşete çevirdim bakışlarımı.
“Çikolata.”
Poşeti iki yana açıp içine baktığımda
verdiği cevabın doğru olmadığını görmüştüm. Çikolata değil, çikolatalar vardı.
Renk karmaşası yaratacak kadar çok çeşitte ve sayıda çikolata duruyordu
poşette.
“Çok fazla almışsın.” dedim çekinerek. Ben
bir ya da en fazla birkaç tane alacağını umarak istemiştim. Tüm marketi eve
getireceğini düşünerek değil.
“Hepsini bugün yemeyeceksin, koy bir
kenara işte.” Salona doğru ilerlerken ben de poşetle birlikte peşine takıldım.
“Bunları gidene kadar yesem bile bitmez
ki.”
Ne dediğime çok da dikkat etmeden
konuşmuştum. Koltuğa doğru geçmeden adımları aniden durdu. Söylediğimi
sorgulamama sebep olan da bu oldu.
“Gidene kadar…” derken bana döndü. “Nereye
gidiyormuşsun?”
Dudaklarım aralanmadı. Elaları
kıpırdamadan gözlerime odaklıydı. Birkaç saniyeyi sessizlikle geçirdiğimde
yeniden o konuştu. “Hep tekrar tekrar başa mı döneceğiz biz? Gitmemen, burada
kalman konusunda bile ikna edemiyor muyum ben seni Despina?”
Birden çok şey söylemek istediğim halde
tek kelime etmeden bekledim. Dilimden dökülecek olanları ondan sakındım ancak
bakışlarımı hiç kaçırmadım. Bakışlarımdan beni anlayabilecek kadar tanıdık
değildik. Damarlarımda onun kanı akıyordu ama bu, o tanıdıklık için yeterli
değildi.
“Konuşmayacak mısın?” diye sorduğunda
yutkundum. “Gitmek mi istiyorsun?” diye yeniden konuştu. “Çok iste, hatta bunun
için delir. Ama yok, benden gitmenin bir yolu yok. Üstelik bize hiç zaman
tanımadan bunu yapmaya çalışmanın hiç imkânı yok.”
“Gitmek istemiyorum-…” diye soludum
dudaklarım aralanır aralanmaz. Devamında bir şeyler daha söyleyecek olduysam da
buna izin vermedi. “Bitti o zaman, bunu söyledikten sonra ne anlatırsan anlat
bana. Gitmek istemiyorsun ve ben de gitmeni istemiyorum Despina. Biz hangi
kısmı tartışıyoruz o halde?”
Aramızdaki küçük mesafeyi kapatmak üzere
bana yaklaştığında mıknatısa çekilen bir demir parçası gibi göğsüne yapışmakta
bir sakınca görmemiştim. Alnımı kalbinin üstüne doğru bastırdım. Ona temas
ederken artık daha az tereddütlüydüm ve bu bile benim için cennetten çıkma bir
histi.
Bir kolu sırtımı tamamen sarmaya
yetiyordu. Sırtımın ortasından doladığı koluyla ağırlığımın büyük bir kısmını
üstlendi. “Ben seni böyle göğsümde hissetmeyi tatmışken, bundan vazgeçer
miyim?”
“Gitmek istemiyorum,” diyerek az önce bana
devamını söyletmediği cümleme yeniden başladığımda bu kez sesim direkt göğsüne
çarpıyordu. “…ama gitmem gerekeceğini biliyorum. Öyle hissediyorum.”
Günlerdir üstümde gezinen karanlık
bulutların kaynağı da bu hislerdi. Nikolos konusu, zaten karışık olan ruh
halimi daha da karmaşık hale getirmişti. Sanırım bugünkü adamları onunla
bağlantılı sandığım o kısa anda da iyice darlanmıştım. Mayıs açıklayana kadar
geçirdiğim saniyeler, sanki saatler olmuş gibi yavaş geçmişti.
“Hislerinde yanılıyorsun.” dedi sadece.
İki kelimeden fazlası yoktu tepkisinde ama o kadar emindi ki aksini düşünmek
aptallık gibi hissettirmeye başlamıştı.
Ciğerlerime inen mentollü kokuyu solurken
yeniden sessizliğe gömüldüm. “Oturalım.” derken benim tepkimi beklemeden
bedenimi kendisiyle birlikte koltuklara doğru yönlendirmişti zaten.
Televizyonun karşısındaki geniş koltuğa
oturduğumuzda olur da oturunca uzağında kalırım diye, yol boyunca kafamı
göğsünden çekmemiştim. Dışarıdan komik bir görüntü çiziyor olduğum kesindi.
Etrafta benimle dalga geçecek bir Özgür’ün bulunmaması iyi olmuştu.
Büyük bir çoğunluğu sessizlikle geçen
zaman toplamda ne kadar sürmüştü bilmiyordum. Babam beni oldukça uzun süre hiç
bırakmadan yanımda oturmaya devam etmişti. Kolunu omuzumdan çektiğinde ben
neden gittiğini sorgulamaya tam fırsat bulamadan elinde çikolatalarla geri
gelmişti.
“Hangisini yiyeceksin?” diye sorduğu
sırada ben poşetin içine neredeyse kafamı sokmuş halde ilgimi çekecek bir paket
arıyordum.
Kahveli şekerler kadar olmasa da
çikolatayı da severdim. Ancak her çikolata çikolata gibi hissettirmiyordu.
Dışı altın sarısı bir paketle kaplı,
üzerine fındıklar çizili bir çikolatada karar kılıp poşetin kalanını önümüzdeki
sehpaya bıraktım. Babam çoktan yanımdaki yerine geri dönmüştü. Paketi açmaya
başlamadan önce yana doğru devrildim. Göz ucuyla yüzüne bakmıştım bu sırada da.
Ona yaslanmamı sorun etmeyeceğini artık öğrenmiştim, derdim bunu yeniden
kendime göstermek değildi. Aksine, ben ona yaklaştığımda yüzünde beliren
gevşemeyi izlemek hoşuma gidiyordu.
“Fındıklı çikolata mı seviyorsun?”
“Paketini beğendim.” dediğimde güler gibi
oldu. “Dış görünüşe önem veriyorsun yani.”
“Dışını görüp sonra da açmadan içini nasıl
bilebilirim?”
Açmayı başardığım çikolatadan bir parça
ısırdım. “Bu sadece çikolata için mi geçerli?”
Ağzım doluyken olumsuz bir ses çıkarttım.
Çikolata biraz kaybolunca dudaklarımı aralamıştım. “İnsanlar için de geçerli.”
Başımı biraz kaldırıp ondan ayrılmadan ona bakabilmenin bir yolunu buldum.
“Mesela birine âşık olmak da böyle işliyor gibi.”
Göğsü kuvvetli bir biçimde ileri doğru atılacak
kadar ani öksürdüğünde uğradığım sarsıntı beni de afallatmıştı. “Nereden
biliyorsun sen âşık olmanın nasıl olacağını? Oldun mu hiç?”
Başımı iki yana salladım. Henüz hareketim
bitmeden bile yüzündeki karmaşa ve bedenindeki kasılma sona ermişti. “Boş ver
zaten, olup ne yapacaksın?”
Çikolatadan biraz daha ısırıp gözlerimi
kısarak yüzüne baktım dikkatle. “Niye? Kötü bir şey mi âşık olmak?”
Daha önce bana birden fazla kez anneme
âşık olduğunu açıkça söylemişken şimdi kötü bir şey olduğunu savunsa aklım kesinlikle
çok karışırdı.
“Değil,” dedi normalde olduğundan çok daha
kısık bir sesle. Elaları benim yüzümde geziniyordu ama şu an bana bakarken
annemi görüyor gibi hissettiğinin farkındaydım. Ona aşktan bahsedip karşısında
annemin kopyası yüzümle durmam Timur Akdoğan’a başka çare bırakmamış olmalıydı.
Bir şeyler söyleyip bu anı bölmek yerine
hiç kıpırdamadan bekledim.
Çikolatam bitti. Bir paket daha yiyip
yememe konusunda uzunca düşündüm. Aklıma bugün yaşananlar sızdı tekrar. Ama tüm
bunları yapacak kadar çok zaman harcamama rağmen babam ne konuştu ne de hareket
etti.
Timur Akdoğan’ın ufacık bir kelimeyle
böylesine dalgınlaşmış olması, yıllar önce annemle aralarında nasıl bir bağ
kurulduğunu ve bu bağı kesip koparanın ne olduğunu çok merak etmeye itiyordu
beni.
Yanımda bilgi dolu bir kaynak vardı ancak
ben sorup öğrenecek cesarete henüz sahip değildim. Ya beklenmedik bir an bana
fısıldayacaktı olanları ya da cesaretimi toplamam ne kadar sürecekse o kadar
beklemem gerekecekti.
~
“Çok kötü olmuş.”
Kahvesinin son yudumunda yorum yapma
ihtiyacı hisseden Özgür’e boş boş baktım. “O yüzden mi dibindeki kahve
kalıntılarını da yedin?”
Özgür’ün yeni hobisi bana Türk kahvesi
yaptırmak ve her yapışımda beğenmediğini savunarak hepsini bitirmekti.
Onların Türk kahvesi dediği içeceğe, benim
Yunan kahvesi dememle birbirimize girdiğimizde babam farkı anlamam için bana
Türk kahvesi yapmıştı. Büyük bir fark yoktu ama hiç fark olmadığını savunmam da
yalandan ibaret olurdu.
“Çok kahve koymuşsun, yarısı telve bu
kahvenin. Yemeyip ne yapsaydım? Çöpe mi atacaktık?”
Oflayarak önündeki fincanı çekiştirdim.
Balkonda oturduğumuz için masa ikimizin tam arasında kalıyordu. Rahatça
uzanabilmiştim. “Şimdi fal bakacağız.”
Her kahvenin ardından ona zorla fal bakmam
da benim ona işkencemdi. Söylediklerim baştan sona uydurma ve genellikle sinir
krizi geçireceği şeyler olduğundan pek eğlenemiyordu.
Fincanını çevirmesi için omuzuna vurdum.
“Yunanlar fal bakmayı da çalmasaymış bizden, bu konuda bilgin olmasaymış bari.”
Sırıttım. “Çalanın kim olduğunu nereden
biliyorsun?”
Beni asla rahatsız etmeyen bu
çalma-esinlenme konularıyla gerek Özgür’ün gerek de dedemin kaşlarını
çattırmayı seviyordum.
Kahvenin, falın ya da baklavanın kime ait
olduğu umurumda değildi. Ben iki tarafın da genini taşıyordum zaten.
“Bilirim ben, çok konuşma. Fincana yüzük
koymayı bilmiyorsun ama, bir saat bekliyoruz başında soğusun diye.”
“Ne yüzüğü?” dedim merakla.
“Çevirdikten sonra alyans bırakılır
genelde üstüne. Soğusun diye galiba.”
Omuzlarımı düşürdüm. “Evli değilim ki. Alyansım
yok zaten.”
“Çok üzüldüm, paramparça oldum şu an
çığırtkan.”
Fincan soğuyana kadar yaptığımız tek şey
atışmaktı. İkide bir parmağımı fincanın altına bastırıp sıcaklık kontrolü
yapıyordum. Bu nedenle soğuduğu anda fark etmem zor olmamıştı.
Tabağa yapışmış olan kısmı dikkatlice
ayırdığımda fincanı sıkıca tutup tabağı masaya geri koydum. “Neler
hissediyorsun?” dedim sandalyede yan dönüp bacaklarımı kendime çekerken.
Böylece Özgür’e doğru çevirmiştim tüm bedenimi.
“Başla hadi başla, çok umurunda sanki benim
ne hissettiğim.” Kendini yalandan acındırmasına kanmadan boğazımı temizler gibi
öksürdüm. Bakışlarımı fincana çevirdiğimde ilk gözüme çarpan kahve
birikintisine çok şaşırmış gibi baktım. “Harf çıkmış burada, bak.”
Özgür baş ve işaret parmaklarıyla burnunun
üst kısmını sıktı. “Bari yeni bir şeyler bul, kızım sen deli misin?”
Neyden bahsettiğini hiç anlamamış gibi
fala döndüm yeniden. “Sanki ‘M’ var gibi şurada.” Baktığım kısımda değil harf,
bir şekle benzetebileceğim düzgün bir birikinti bile yoktu. Ama sorun değildi.
Önemli olan niyetti.
“Evet, bundan önce baktığın her falda
olduğu gibi bu falda da aynı harf çıktı yani.”
Gözlerimi açtım kocaman. “Bu harf kaderin
olabilir bence, bu kadarı tesadüf olamaz hırsız.”
“Kaç gün geçti hâlâ hırsız demeye devam
ediyorsun, kafayı yiyeceğim.”
“Sen de bana çığırtkan diyorsun.” diyerek
hemen kendimi savunduğumda ifadesi hiç sarsılmadı. “Çünkü sen çığırmaya devam
ediyorsun.”
Birkaç nefes alınabilecek bir süre boyunca
sustum. Savunması mantıklı olduğu için cevap yetiştirmekte zorlanmıştım.
Dişlerini göstere göstere sırıttı. Elini uzatıp yanağımı parmakları arasında
sıkıştırdı. Bunun makas almak olduğunu, babamdan öğrenmiştim. Oldukça garip bir
an yaşanmasına sebep olup yanağımdan makas almış, ben de aynısını ona yapmıştım.
Babamın makas alışı ve Özgür’ünki arasında
küçümsenemeyecek bir fark vardı. Özgür yanağımı muhtemelen morartmışken, babam
aynı hareketi çok daha hafif şekilde yapmıştı.
“Yavaş!” dedim yükselerek.
“Çığırtkanlığın devam ediyormuş
gerçekten.” diyerek bir elini kulağına kapattı. Yalancıydı, o kadar da
bağırmamıştım.
“Yaşlılık kulaklarına zarar vermeye
başlamamış, sesleri duyuyorsun şimdilik.”
“Yaşlı mıyım ben?”
“İki gün sonra yirmi dört oluyorsun, bir
bakmışsın kırk dört olmuş, sonra altmış dört…”
“Baban mı söyledi doğum günümü sana?”
derken hafifçe ciddileşmişti. Yüzümde pek tepki bulundurmamaya özen gösterdim.
Önceden çenemi çok iyi tutabilen biriydim, bana ülke değiştirmek iyi gelmemişti
sanırım bu açıdan.
Duraksamam cevabın babamı içermediğini
anlamasına yetmişti. “Despina-…” diyerek başladığında sesini duyar duymaz
elimdeki fincanı masaya bırakıp susması için ellerimi kaldırdım. “Tamam, saçma
sapan tahminlerde bulunup bana kızma. Mayıs’tan öğrendim.”
Daha önce babamın manevi oğlu olduğunu
öğrendim diye kendini kaybetmişti. Şimdi yine aynısı olsun istemiyordum.
“Kızmam,” dedi sakince. “Sana neden
kızayım deli deli konuşma.” Gözlerimi kırpıştırdım. “Ben bi’ an…”
Durumu anladığını belli eder şekilde
başını salladı. “O bambaşka bir konuydu, ikisini bir tutamazsın.”
Rahat bir nefes verdim. “O zaman güzel.”
“Siz ne sıklıkla görüşüyorsunuz?” diye
sordu birden. “Ve tek derdiniz ben miyim? Benim hakkımda konuşmak dışında da
bir şeyler paylaşıyor musunuz bari?”
Göz devirdim. “Evet, tek derdimiz sensin.
O kadar sorunlusun ki konuş konuş bitmiyor Özgür.”
Kaşları havalandı. “Sorunlu birini
konuşmanız gerekiyorsa abisini anlatsaydı Mayıs sana. Yıllarca bitmez konunuz.”
“Onu da konuşuyoruz,” dedim. Yalan da
değildi. Mayıs arada Pars’tan da bahsediyor ve laf atıyordu. Ben de buna dünden
hazır olduğumdan seve seve eşlik ediyordum.
“Ne?” dedi sanki az önce öneriyi yapan
babammış gibi. “Pars’tan sana ne kızım, nesini dinliyorsun sen o ruhsuzun?”
Cevap vermekle uğraşmadım. Kendi kendine
konuşmasına izin vererek, kahvenin yanında getirdiğim ama içmediği suya
uzandım. Suyumu yavaşça içip bitirdiğimde omuzumu dürttü. “Kime diyorum?”
“Bilmem, kendi kendine konuşuyorsun.
İyileşeceksin yakında, üzülme tamam mı?”
“Despina!” dediğinde kıkırdadım.
“Efendim?”
“Bir daha Pars’ı konuşmanıza gerek yok,
benim kulaklarımı çınlatmaya devam edin tamam mı?”
Yüzüm karmakarışık bir ifadeyle kaplandı.
“Kulaklarını ne yapalım?”
“Şurada ciddi bir şey söylüyoruz, deyimden
patladık yine anasını satayım ya.” Ağzının içinde homurdandıktan sonra bana
hızlıca ne demeye çalıştığını anlattı. Açıklaması yeterli geldiğinde konuya
geri döndü. “Anlaştık değil mi?”
“Anlaşmadık, sus artık.”
Kaşlarını çattı. “En son ne zaman
görüştünüz siz, bir sonrakine ben de gelip kenardan çaktırmadan dinleyeyim.”
“Mayıs’ı görmek için daha farklı bahaneler
uydurabilirsin, bu inandırıcı olmadı. Bugün görüştük ayrıca, bir sonraki ne
zaman nereden bileyim?”
“Dışarıda mıydın sen bugün?” dediğinde
başımı salladım. Neyi soracağını tahmin ederek o sormadan cevapladım. “Tek
değildim, Korel de bizleydi.”
En az babam kadar tek kalmamam konusunda
ısrarcı olan bir diğer isim de Özgür’dü.
Boğazından garip bir ses çıktı. Kahve
içtiği sırada bu sesi duysaydım boğulduğunu düşünebilirdim hatta.
“İyi,” dedi sadece.
Birkaç dakika sessizlik etrafımıza sarılı
kaldı. Üzeri telveyle kaplı tabakla uğraşırken düşünceliydim. Bugün yaşananlar
hakkında Özgür’ün az da olsa bilgisi olma ihtimali yüksekti. Korel bana durumu
öğrenmemi ve öğrenince de ya kendisine ya da babamlara söylememi ısrarla kabul
ettirmişti. Belki de Özgür hem öğrenmeme hem de durumu öğrenerek ikinci kısmı
da halletmeme yardımcı olabilirdi.
“Özgür,” diyerek sessizliği bölüp yeniden
ona doğru döndüm.
“Söyle çığırtkan.”
Nasıl başlamam gerektiğini -daha doğrusu
nasıl başlarsam Özgür’ün daha sakin kalacağını- bilmiyordum. Sanırım en mantıklısı oyalanmadan ve hiç abartmadan
düz bir biçimde durumu açıklamak olacaktı.
~
Kesinlikle en mantıklısı oyalanmadan ve hiç abartmadan düz bir biçimde durumu
açıklamak değildi.
Mantıklı olduğunu düşünerek yaptığım işin
sonunda, Özgür’ü çıldırtmıştım.
Babamın evde olmayışı sayesinde hiç
beklemeden beni de alıp evden çıkmasına yol açmıştım. Aslında evden çıkacak
olan kendisiydi, ancak koluna ağaca tutunan koala misali yapışmış ve asla
ayrılmamıştım. Böylece hızla evden çıkmamız gerekmişti.
Pijamalarımı henüz giymemiş olmam tek
tesellimdi. En azından normal bir tişört ve bol bir şortlaydım.
Gidiyor olduğumuz yerin neresi olduğunu
anlamak için süper zekâ olmaya gerek yoktu. Ama sırf konuşmak olsun diye
sormuştum tabii. Aldığım tek cevap Özgür’ün gergin bakışları olmuştu gerçi.
Kafama geçirilen kaskın içinde akıp giden
yolu izlemek yerine sıkıca gözlerimi kapatmıştım. Motorla gidiyor olmamıza
normal bir anda olsaydık kesinlikle mızmızlanırdım. İlk ve son deneyimim maç
gecesinde kalsın istemiştim. Hele ki sinirli bir Özgür’ün kullandığı motorda
olmak beni fazlasıyla ürkütmüştü.
Kaç dakika sonra olduğunu bilmesem de bana
saatler gibi gelen sürenin sonunda motor yavaşlayınca gözlerimi açtım.
Bulunduğum yer beni hiç şaşırtmamıştı.
Birkaç gün önce Korel ile geldiğim bu
sokağı da, önünde olduğumuz binayı da hatırlıyordum. Mayısların evine
gelmiştik.
“Belki de evde değillerdir. Biraz anlamsız
bir anilikte gelmedik mi sence de?” Sesim az da olsa içime kaçarak konuşurken
kafamdaki kaskı çekiştiriyordum.
Kaskı çıkardığım sırada Özgür çoktan kendi
kaskını çıkarmış, gözlerini de binanın üstüne dikmişti. Geldiğim gün beşinci
kata çıktığımı hatırlıyordum. Ben de aynı şekilde oraya baktığımda yanan ışığı
görmem, az önce sorduğum sorunun anlamını yitirmesine sebep olmuştu.
“Evdelermiş,” diye mırıldandım. En azından
ikisinden biri evdeydi yani.
Bizi buraya getirenin Özgür’e durumu
anlattığım sırada verdiğim ‘Mayıs’ın halini içeren’ detaylar olduğunu
düşünüyordum. Mayıs’ı görmek istemişti. İyi olduğunu görmeye ihtiyacı vardı.
Bir yandan da fazlasıyla sinirliydi ama muhtemelen bu kısım Mayıs’ı değil,
Pars’ı ilgilendiren kısımdı.
Binanın kapısına ilerlediğinde adımlarımı
adımlarına uydurdum. Kapıya ulaştığımızda zili çalacağını düşünmüştüm ama kapının
şifresini girmişti duraksamadan. Düşününce bu durum hiç şaşırtıcı değildi.
Asansördeyken dudaklarıma dişlerimle küçük
bir işkence çektiriyordum. Mayıs, olanları Özgür’e anlattığım için kızgın ya da
belki de kırgın olur muydu diye düşünmekten içim sıkılmıştı.
Asansör en üst katta durduğunda kapı iki
yana açıldı. Önde Özgür ve bir adım bile sayılamayacak gerisinde de ben
duruyorken artık dairenin kapısındaydık.
Cebinden anahtar çıkarıp bu kapıyı da
açacak mı acaba diye bir an duraksasam da eli zile uzandı. Zile bolca
bastırarak sesiyle apartmanda yankı yarattığında yüzüm buruştu istemsizce.
Saniyeler içinde açılan kapı sayesinde
karşımızda beliren bedenin de yüzü benden farklı değildi.
Pars’ın kasılı bir yüz ve çatık kaşlarla
araladığı kapının ardından bizi bulmayı beklemediği gayet açıktı. Zilin
sesinden rahatsız olarak garipleşen ifadesi, kapıyı açtıktan hemen sonra
saklayamadığı bir şaşkınlığa evrilir gibi olmuştu.
“Ziyaretinizi neye borçluyuz, oradan
bakıldığında sevgililerin takıldığı bir mekâna mı benziyor burası?”
Gözlerimi çok kısa bir an kapattım. Geri
açtığımda ilk baktığım yer Özgür’ün yüzü oldu. Korku filminden çıkma bir
gülümsemeyle birlikte aniden öne doğru atılıp Pars’ın yakasına yapışmasını
ağzım aralanarak takip etmiştim.
Benim tarif etmekte zorlanacağım şekilde
-ve saniyeler içinde- Pars bu tutuştan basitçe kurtulup Özgür’ü sertçe geri
itti.
“Elinden önce ağzını kullan, derdini
anlat. Geliştir biraz o aklını.” Pars az önceki hafif alaycı tavrından tamamen
kopuk, ciddi bir şekilde konuştuğunda kesik bir nefes aldım. Bu sahnenin
yaratıcısı olmuş gibi hissediyordum.
Mayıs neredeydi? Aralarındaki gerilimi
azaltmayı benden daha iyi bildiğinden emindim. Ben gitsem ve o gelse olmaz
mıydı?
“O sikik geri mi döndü, Pars?”
Yüzüme düşen saçı kulağımın ardına
iterken, Pars’ın bakışları onu cevaplamadan önce kısacık bir an yüzümü
bulmuştu. Bahsedilen kişinin bugünkü silahlıları yollayan kişi olduğunu tahmin
ediyordum. Tıpkı benim tahminim gibi, Pars da bunu Özgür’ün öğrenmesine sebep
olanın kim olduğunu tahmin etmiş olmalıydı.
“Bana bak lan, bana! Öğrenmem mi garip,
yoksa bu durumun kendisi mi?”
Pars’ın bendeki bakışlarını geri çekmesi
için, Özgür’ün bağırıyor olması yeterli olmuştu. “Sesini kıs. Gir içeri insan
gibi konuş.”
Özgür’ün siniri sözlerine ve sesine çokça
yansıyordu. Pars’ta ise işler tam tersiydi. Tüm siniri ifadesinden akıyor, sesi
her zaman olduğu gibi düz bir biçimde çıkıyordu.
Özgür duymakta zorlandığım kısıklıkta bir
şeyler söyleyip sertçe içeri ilerledi. Ben henüz kapıdan kıpırdamamıştım.
“Orada mı bekleyeceksin?” diyen Pars’a bakmadan içeri girdim.
Bu seslere rağmen gelmediğine göre Mayıs
ya uyuyordu ya da gerçekten evde değildi. Ki uyuyorsa da uykusu kesinlikle
bayağı derin olmalıydı.
Kapıyı kapatma görevi bana kalırken
yavaşça itip kapattım.
Özgür biraz ileride alnını ovuşturuyordu.
Henüz içini tam dökmediği her halinden belliydi. Pars ise ben ve Özgür’ün
arasında kalacak şekilde kolları göğsünde kavuşmuş şekilde bekliyordu.
Kollarını sarkıttığında da yok olmuyorlardı elbette ama bu haldeyken kafam
kadar olan üst kolu daha net ortaya çıkmıştı. Özgür’de de, hatta babamda da
benzer bir görüntü görmem mümkündü; görüyordum da. Ancak daha önce süzerek uzun
süre onlara bakma ihtiyacı hissetmemiştim.
Fiziksel olarak olmasa da kendimi içimden
sarsıp bakışlarımı başka bir yere doğru yönlendirdim.
Ne zaman yeniden konuşmaya
başlayacaklarını düşünürken şort yüzünden yarıdan fazlası çıplak olan bacağımın
alt kısmında sıcak ve tüylü bir şey hissettiğimde ilk iki saniye tepkisizdim.
Peluş bir oyuncak yumuşaklığında ama kesinlikle çok daha sıcak bir varlığın
bacağıma sürtünmesi gözlerimi canımı acıtacak kadar çok açmama sebep olurken
yere bakamadan durumu kavramıştım.
İlk gelişimde yanıma yaklaşamadan
varlığını fark ettiğim kedi, bu kez ben anlayamadan bana çoktan temas etmişti.
Boğazımdan az önce Özgür’ün bağırışını
etkisiz kılacak tizlikte bir ses çıkarken refleksle kendimi yerden yukarı bir
yere konumlandırmak için hareketlendim.
Kedinin bacağıma dokunmayı bırakmasını
sağlamak için aklımın o an üretebildiği hızlı ve işe yarar tek seçenek, on
saniye kadar düşünsem yapmayacağım kadar ilginçti. Ama düşünmeye fırsatım
olmamıştı.
Kendimi olabildiğince yükseğe çıkartmış,
bunun sonunda geri düşmemek için de bedenimi korumaya almıştım. Böyle
anlatıldığında her şey yolundaydı. Ağaca tırmanmış gibi görünüyordum. Tek ve
küçük bir fark vardı ki: Ortada ağaç falan yoktu.
Kollarım
omuzlarında, bedenimin yerle bağlantısını kesmiş halde tutunduğum beden Pars’a
aitti.
Üzerine atladığım sırada, reflekslerinin
meyvesini toplamama izin vererek göğsünde kavuşturduğu kollarını aralamış; bir
an sonra da beni sırtımdan tutarak üzerinden düşmemem için destek sağlamıştı.
Düşmediğime göre her şey yolundaydı değil
mi?
Hakkında konuşmamı bile istemediği kişinin
kucağına tırmanışımı izleyen Özgür’ün ve bir adım ileride sevgilim olduğunu
sandığı adam varken bedenine yapıştığım Pars’ın durumu garipsemeyeceğimden
emindim.
Kimin başına gelmiyordu ki böyle şeyler?
Yorumlar
Yorum Gönder