Dert Bebesi 28.Bölüm

 28.BÖLÜM



- Nil

 

Kapının eşiğinde bekleyen bedeni gördüğümde yaşadığım sarsılmayı atlatır atlatmaz oradan uzaklaşma isteğiyle doldum. Hızlıca içeri gitmek için adımlayacağım sırada sesini duydum.

“Kızım?”

Midemin büyük bir çalkantıyla bulandığını hissettim. Onun hiçbir şeyi olmak istemiyordum.

“Kes sesini, konuşma onunla. Ne amaçla buradasın inan hiç umurumda değil, ben seni çıkartmadan defol.” Demir abimin tükürür gibi konuşmasıyla onu duymamış gibi bana bakmaya devam etmesi rahatsızlığıma rahatsızlık kattığında gözlerimi sıkıca kapatarak arkamı döndüm.

“Konuşmayacak mısın benimle kızım?” Ellerim istemsizce kulaklarıma kapandı. “Sus!” derken yalvarır gibi haykırmıştım. Sesi ve bana seslenişi unutmak için neredeyse delirmenin eşiğine geldiğim anıları tek tek canlandırıyordu ve benim buna gücüm yoktu.

Neredeyse koşar adımlarla içeriye geçmeye çalışırken muhtemelen seslerden dolayı odasından çıkmış olan Oktay abime çarptığımda şaşkınca bana baktı. “Nil? Neden bağırd-…” Sorusunu tamamlayamadan gözleri arkama takıldı. Halen temas halinde olduğum bedeni kaskatı kesilirken ileriye doğru atılacağını anladığımda kulaklarımdaki ellerimi hızla beline sardım. Sıkıca sarılarak hareket etmesini engellemeye çabalarken tek derdim bir an önce tüm bu kargaşanın sonlanmasıydı.

Onun, etrafımdan bir kişiye daha zarar verme ihtimali ürpermeme sebep oluyordu. İki kişinin hayatını sonlandırmıştı. Annem için fiziksel bir müdahalede bulunmasa da Tuna’nın annesini öldüren oydu.

Nasıl elini kolunu sallayarak burada olabilirdi? Hiçbirimize zarar vermeyeceğinden nasıl emin olabilirdim?

Aklıma doluşan korkunç senaryolar bir anda delirmiş gibi ağlamaya başlamama sebep olduğunda Oktay abimin kulağıma doğru bir şeyler söylediğini fark ettim. Ama tek kelimesini bile anlayamamıştım. Kendi kendime sayıklayarak ağlarken abimin beni tamamen kucaklayıp hızla içeriye adımlamasını üçüncü bir göz gibi tepkisizce izledim.

Salona girdiğimizde abim koltuğa oturup beni hiç bırakmadan dizlerinin üzerinde kalmamı sağladığında başımı boynuna doğru yaslayarak saklanmaya çalıştım. Ağlayışım ben durdurmak istesem de kesilmiyordu.

Kendimi iki yıl öncesine dönmüş gibi hissediyordum.

“Fıstığım? Bak bana, kaldır kafanı.”

Ben hareketlenmediğimde sırtıma sarılı olmayan kolunu kaldırıp çenemi nazikçe tuttu. Başımı kaldırıp yüz yüze gelmemizi sağladı. Benimkilerin tamamen aynısı olan gözlerine bakarken iç çektim. “Abi…” dedim kısık bir sesle.

“Söyle canımın içi.”

“Başa dönmek istemiyorum, bir daha iyileşmeye çalışmak istemiyorum. Korkuyorum.” Aniden girdiğim ağlama krizinin ve geçmişe dönüşümün ben de uyandırdığı ilk izlenim buydu.

Her şeyin ortaya çıktığı, annemi kaybettiğimiz dönemde uzun bir süre ilaçlarla ayakta kalmıştım. Sürekli sakinleştiricilerle, uyuşmuş halde etrafta olan bitenleri izlemiştim. Kısa bir süre sonra da Tuna hayatımıza dahil olmuştu. Abimler onu yok sayarken ben ilk gördüğüm andan beri ona tutunarak kendime gelebilmiştim.

“İzin vermem. Bir daha senin o kadar yara almana izin vermem. Korkacak hiçbir şey yok, bir daha yanımıza yaklaşamayacak o herif. Olması gereken deliğe en kısa zamanda dönecek.”

Aklımda binbir soru dönüp dursa da o an için abimin söylediklerine güvenmeyi seçerek yeniden omuzuna gömüldüm.

Bir dakika bile geçmeden salonun kapısından adım sesleri duyulduğunda irkilerek oraya döndüm. Bir an için onun da içeriye gelmiş olabileceğini düşünerek paniklemiştim. Ama içeriye yalnızca Demir abim girmişti.

Arkasından girmesini beklediğim Mert abimi göremeyince sorgular gözlerle ona baktım. “Mert abim?”

“Tuna’ya bakacak. Uyanmadı ama sesler huzursuz etmiş olabilir belki diye.”

“O… Gitti mi?” derken kendi sesimi ben bile zor duymuştum ama etrafa hakim olan sessizlik beni anlamalarına yardımcı olmuştu.

“Gitti, bir daha dönmemek üzere. Bu konuyu içinden bile düşünmeni yasaklıyorum, kalan her şeyi dert edinebilirsin ama onu aklına bile getirmene gerek yok. Tamam mı Peri?” Demir abimin itiraz istemeyen bir tonla bana bakarak söylediklerini onaylamaktan çekinerek yüzümü abimin tenine sakladım.

“Bu gecelik bu konuyu hiç olmamış gibi kapatalım, yarın düzgünce konuşulması gerekenleri konuşuruz.” Oktay abim sakince konuştuktan sonra başımın üstünü öptü. “Uyumak ister misin?”

Huzurlu bir uykuya dalmayacağımdan adım kadar emin olsam da yalnız kalma isteğiyle onaylayan bir ses çıkarttım. Ardından ayaklanmak için hareketlendiğimde abim de yardımcı olmuştu.

Salondan çıkmadan önce Demir abimin oturduğu koltuğa yaklaşıp eğildim. Ne yapmak istediğimi anlayarak yanağını bana doğru uzattığında sakallarının üstüne dudaklarımı bastırdım. “Uyuyamazsan yanıma gel.” dediğinde başımı salladım. Saçlarımı okşar gibi kulağımın arkasına sıkıştırdığında doğrulup yavaş adımlarla salondan çıktım.

Birazdan aralarına katılacak olan Mert abimle birlikte olanları konuşacaklarını biliyordum. Ama duymak istediğim de yoktu.

Odama ilerlerken Tuna’nın odasından çıkıyor olan Mert abimle karşılaştım. “Uyuyor mu?”

“Uyuyor, bir sorun yok. Sen nereye?” Beni, iyi olup olmadığımı anlamak ister gibi incelese de sesli olarak dile getirmedi.

“Odama.”

Yanağımı öpüp gözden kaybolduğunda ben de hafif aralık bıraktığı kapıdan Tuna’yı birkaç dakika izledikten sonra kendi odama geçtim.

Kapıyı arkamdan kapatıp ayaklarımı yere sürte sürte yatağa ulaştığımda kenara doğru oturdum. Dizlerimi kendime doğru çekip yastığıma doğru devrilerek uzandım.

Gözlerimi karşımdaki duvara dikip boş bakışlarla incelerken ne kadar zaman geçtiğini anlayamadan çalmaya başlayan telefonumla kendime geldim. En son abimle salona giderken yatağa bıraktığım telefonuma ulaşana kadar telefon çalmayı bırakmıştı.

Ekrana düşen bildirimlerin hepsi aynı kişiye aitti.

Altta sıralanan mesajları okuyarak zaman kaybetmek yerine cevapsız aramanın üzerine dokunarak telefonu kulağıma yasladım.

İkinci çalışta açılan telefonda sesi yankılandığında dudaklarımı bükerek gözlerimi kapattım. Yanımdaymış gibi hissetmeye ihtiyacım vardı.

Bir önceki düşüşümde yanıma gelip beni sıkıca tutarak ayağa kaldırmıştı. Yeniden bunun olması için her şeyimi verebilirdim. Ama bencilce geliyordu işte…

“Güzelim? Uyandırmadım değil mi?”

“Hayır.” diyebildim yalnızca. Ağlayışımın verdiği kırıklık sesime uzun cümleler kurduğum anda yansıyacaktı, biliyordum.

“Mesajlara dönmeyince biraz merak ettim, en son basılmıştık malum kişi tarafından.” Dudaklarım zihnime ihanet ederek kıvrıldı.

Bir an sessiz kaldığımda Uras devam etti. “Rahat konuşamıyorsun sanırım yanında biri falan var, mesajlaşabiliriz ya da sabah konuşuruz yavrum. Sorun yok biliyorsun.”

Anlayış dolu çıkan sesiyle, kapattığım gözlerimi iyice sıktım. “Biliyorum.” diye fısıldadım.

“Peri? Odana geçer misin, görüntülü arıyorum. Ne o sesin senin?”

Kesik bir nefes alarak normalleşmeye çalıştım. Suratımın ne halde olduğuna hiç bakmamıştım ama az çok tahmin edebiliyordum.

“Yok ki bir şey. Telefondan olmuştur.”

“Arıyorum Peri, aç o telefonu.” Ben yeniden konuşamadan önce telefonun kapandığını belirten ses kulağıma doldu. Ağzım yarı açık öylece kaldığımda Uras’la başa çıkamayacağımın bilinciyle hafifçe doğruldum. Kendimi biraz da olsa düzeltmeye vakit bulamadan telefon yeniden çalmaya başladığında derin bir nefes alıp aramayı cevapladım.

Saniyeler içinde ekranı kaplayan görüntüyle düşüncelerim odağını kaybetmeye başlamıştı.

Göğsünün yarısından itibaren görebildiğim Uras’ın Kasım ayının ortasında neden çıplak olduğunu sorgulamak isterken minik bir detayı atlamıştım.

Sorgulanacak olan bendim.

“Siktir! Ağlamışsın sen.” Gözlerini kısarak ekranda net bir şekilde görünen yüzümü incelerken sesimi çıkartmadan bekledim. “Birkaç saat önce her şey yolundaydı, abinler, Tuna… Her şey iyiydi Peri, ne oldu yavrum? Niye ağladın?”

Olanları hiç yaşanmamış saymak istercesine başımı iki yana salladım hızlıca. Burnumu çok da ses çıkartmamaya çalışarak çektikten sonra beklentiyle anlatmam için beni bekleyen Uras’a başımı eğerek baktım. “Babam geldi.”

Ona baba demek her ne kadar rahatsız olmama sebep olsa da, kısaca Uras’a özetleyebileceğim tek yol buydu.

“Ne?” Uras’ın şaşkınlığını kolayca hissedebiliyordum. “Şimdi mi?”

Başımı hafifçe aşağı yukarı oynattım.

Ayrıntılarda boğulmamaya çalışarak kısaca durumu anlattığımda Uras beni bölmeden dinledi. Sustuğum anda yeniden dolmuş olan gözlerimi zar zor açık tutmaya çabalıyordum. Kırptığım anda yanaklarıma dökülmeye başlayacak olan yaşları Uras’a göstermek istememiştim.

“Sen kendin söyledin güzelim, abinlere güvendiğini. Bir daha karşı karşıya gelmenize izin verirler mi?”

“Vermezler.” derken hıçkırıklarımı yutarmış gibi sertçe yutkundum.

“Yavrum… Kasma kendini, ölürüm sana. Çok mu korktun?” O kadar güzel bakıyordu ki, bunu yalnızca telefonun ardından görebildiğim için daha da darlanarak telefonu yatağa bırakıp ellerimi yüzüme kapattım. Tavana dönük olan telefondan dolayı onun tek gördüğü beyaz tavanken, ben yüzüme yasladığım ellerimi küçük bir çocuk gibi aralayarak ekrandan ona baktım.

“Duyuyorum ağladığını sulugöz Peri, sadece görüntün yok oldu önümden. Böyle daha kötü işkence ediyorsun bana.” Telefona uzanmak için hareketlendiğimde o, bunu göremediği için konuşmaya devam edince duyduklarım gözyaşlarımın arasında kıkırdamama sebep oldu. “Bakim mavilerinden sular akınca nasıl olmuş?”

Telefonu gözlerime doğru yaklaştırdım. “Bak.” diye mırıldandım çocuk gibi. Kısa bir an dikkatlice inceledikten sonra kaşları çatıldı. “Çok güzel olmuş, bir daha olmasın.”

“Tamam.” dedim büyük bir söz verirmiş gibi. Sözümü tutamayacağımdan ikimiz de emin olsak da bu cevabım gülümsemesini sağladı. “Çok mu tatlı oldun sen böyle uslu uslu kabullenirken acaba?”

Gözlerimi kırpıştırıp telefonu biraz uzaklaştırdım. “Acaba?” diye tekrarladım.

Başını geriye doğru attı. Bakışları buna rağmen benden ayrılmamıştı. “Peri?”

“Hı?”

“Bilet alıyoruz biraz sonra, yanıma gelmen için.” Duyduklarımı algılamam birkaç saniyemi aldığında irileşen gözlerimle birlikte oldukça ciddi görünen Uras’a baktım. Ağzımı açtığım anda beni durdurup devam etti. “İtiraz olanağı tanımadım, haber verdim sadece. Abinlerle ben konuşurum gerekirse, hatta konuşayım.” Yüzünü buruşturdu. “Mümkünse ortanca ya da küçüğü tercih ederim bu arada konuşmak için ama hayırlısı artık.”

Balık gibi açılıp kapanan ağzımla kendi kendine planı oluşturup, planın onayını alacağı kişileri bile belirleyen Uras’ı izlerken ekrandaki kamera açısı aniden değişti. Bu kez, biraz öncekilerden çok daha farklı bir sebeple yutkundum. “Telefon elinden mi düştü, yoksa bu bir çeşit ikna yöntemi mi?”

Her an görüş açımdan çıkabileceğini düşünerek hazır bulmuşken çaktırmadan vücudunu keserken gülüşünü duydum. “İşe yarayacaksa sabaha kadar izleyebilirsin yavrum, tapulu malın sayılır tepe tepe kullan.”

Yayıldığı koltukta beline zar zor tutunmuş bir eşofman dışında herhangi bir giysi parçası bedenine temas etmeyen Uras halinden memnun görünüyordu. “Arsa mısın sen bebeğim? Ortak falan da çıkmasa bari.”

“Yalnız böyle arsaya ortak da çıkar he, önlem almak laz-…”

“He sen diyorsun ki gel arsayı yok et?”

“Ben diyorum ki sen gel bu arsaya yerleş, değer kaybeder bak böyle boş boş kalırsa.”

“Kaybetmez.” dedim net bir sesle. “O öyle kolay kolay değer kaybetmez, imkanı yok.”

Uras telefonu yeniden eski açısına döndürdüğünde son görebildiğim nokta yine omuzları oldu.

“Dişlerim kamaştı bak, bi ısırasım geldi şu an seni.” derken benim derdim başkaydı.

“Açı niye değişti ya? Bakim eski açıya.” dediğimde kahkahasıyla kulağıma minik bir şenlik yaratan Uras’ı gülümseyerek izledim.

Aşık mı oluyordum ben sanki biraz?

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm