Sen Başkasın 5.Bölüm
5.BÖLÜM
İyi okumalar!
~~~
“Ateş uyuyoy.”
Belli belirsiz kulağıma dolan mırıldanma ile
uykumdan koparken bulunduğum yeri ve anı gözlerim kapalı sorgulamaya başladım.
Sol yanımda hissettiğim ince baskının sebebini
çok geç olmadan anlamıştım. Tüm gece uyuyamayacağımı sanarak put gibi uzandığım
yerde sabaha karşı da olsa uyumuştum, uyumadan önce bulunduğu yerde rahat edip
etmediğini çok kez düşündüğüm Umay ise hiç kıpırdamadan mışıl mışıl uyumuştu.
Solumdaki baskı onun ağırlığıydı.
Yine benden önce uyanmıştı. Kendi kendine
konuşuyor, fısıltıyla benim uyuyor olduğumu kendine anlatıyordu. En azından
gözlerim aralanana kadar sandığım buydu.
Gözlerimi açıp bedenimi hareket ettirmeden
sadece bakışlarımı aşağıya doğru kaydırdığımda beni omuzumda soluklanan Umay
karşılamıştı. Konuştuğu kişi de kendisi değildi, göğsümde uzanıyor olan peluş
kuzusuydu.
İkisine birden yatak olduğumu anladığımda
gülecek gibi oldum. Bu, sabah gerçekleşmişti anlaşılan; son hatırladığım
sahnede göğsümde uzanan bir oyuncak yoktu çünkü.
“Günaydın,” diyerek sakince konuşmayı denedim.
Ürkmemesi için sesimi olabildiğince kısık ve sakin tutmuştum.
İrkilmesini bekledim ama sesimi duyduğunda tek
yaptığı avuçlarını göğsümde bulduğu bir boşluğa dayayıp kendisini havalandırmak
oldu. Güç alıp doğrulduğunda iri gözleriyle yüzümü süzüyordu.
“Yünaydın,” derken kırpıştırdığı gözlerine
daldığım için bir süre sessiz kaldım. “Uykun bitti mi?” diye yeni bir soru
sormak zorunda bırakmıştım onu.
“Bitti,” dedim bir sonraki cümlesini merakla
bekleyerek. Başka bir şey söylemedi. Sıkıldığını, odadan çıkmak için bir şeyler
söyleyeceğini düşünmüştüm ama öylece yüzüme bakmaya devam ediyordu.
Alnına doğru düşen sarı buklelerini nazikçe
kenara doğru çektim. “Kalkalım mı? Sıkıldın mı burada?”
“Bilmiyoyum,” dedi şaşkın bir suratla.
Sıkılmamış olsa da kalkmamız gerekecekti. Midesine her öğün birkaç gram yemek
alıyordu, en azından öğünler arasındaki süre kısa olmalıydı.
“Kahvaltıya inelim o zaman, acıktık değil mi?”
İç çekti. “Acıkmadım,” dedi beni artık
şaşırtmayarak. Olumsuz tepki vermekten çekinmediği tek konu yemek yemekti.
Göğsüme ellerini dayayıp beni meraklı bir
şekilde süzmesi aslında yarıda kesmek istediğim anlardan biri olmak için fazla
huzur vericiydi. Onu sarsmayacak şekilde yatakta oturur hale getirip
doğrulduğumda kucağına düşürdüğü kuzusu ile birlikte beni izliyordu yine.
Yataktan kalktığımda hiç tereddüt etmeden
emekler şekilde hızla yatağın kenarına kadar geldi ve ardından bedenini aşağı
sarkıttı. Düşecek diye düşünerek onun olduğu tarafa dolanacak olsam da ben adım
atamadan yere atlamayı başarmıştı.
“Neyeye gidiyosun?” diye sordu yatağın ucundan
küçük adımlarıyla dolanıp yanıma geldiğinde. Başını geriye atmış, yüzüme doğru
bakıyordu.
Derin bir nefes aldım. Her attığım adımı ondan
uzak bir yere kaçacakmışım gibi yorumlaması sinirlerime dokunuyordu. Bu,
Umay’la ilgili bir sinir değildi; bizzat kendimle ilgiliydi.
“Birlikte gidiyoruz,” dedim güven vermek ister
gibi gözlerine bakarken. “Yatağı toplayalım, sonra kahvaltı yapalım. Olur mu?”
“Oluy,” dedi hemen başını hızlı hızlı
sallayıp. “Biylikte.”
Umay beni taklit etmek istediğinden olsa gerek
yatağı topladığım sırada örtüleri sağından solundan çekiştirerek ‘birlikte’
çalışma işine gönül vermişti. Bir taraftan çekip diğer taraftan kısalttığı
örtüyü bir iki kez düzeltip uğraşmaktan sıkılmadan, dokunmaması için uyarı
yapmadan beklemiştim ben de.
Yatak bırakabileceğim bir hal aldığında ise elimle
kapıyı göstermiştim. “Hadi bakalım.”
Odamdan çıkıp koridora adımladığımızda Umay
bacağımı hafifçe dürttüğü için durakladım. “Efendim?” diyerek ona baktığımda
gözleri -o konuşana dek- anlamlandıramadığım bir parlamayla doluydu.
“Yüzümüzü yıkamak lajım,” derken hem onay hem
de tebrik bekliyor görünüyordu.
Dün sabah ona ‘uyanınca yüzümüzü yıkıyoruz’
açıklaması yapmam bu denli işe yarar olabilmiş miydi?
“Doğru,” dedim başımı sallarken. “Yıkayalım
yüzümüzü.”
Odasının karşısındaki banyo kapısına doğru
yürürken iki kez arkasına dönüp benim de adımlıyor olduğumu kontrol etmiş,
içeri birlikte girdiğimizden emin olana kadar hiç acele etmemişti.
İkimizin de yıkanıp paklanması biraz zaman
alınca banyodan çıkma süremiz uzamıştı. Umay’ı merdivenlerin başında kucağıma
alıp hızla ve güvenle aşağıya indirebilirdim ama burayı kendi başına inip
çıkmayı öğrenmesi gerekecekti.
Dün geceki gibi onu duvarın köşesine sinmiş,
aşağı inemediği için yalnız kalmış halde görmek gibi bir isteğim asla yoktu.
“Kucak..?” diyerek boynunu gererek bana
bakındı. Merdivenleri neden inmiyor olduğumuzu sorguluyor gibiydi. Kollarını
havaya, yani bana doğru uzatıp kaldırılmak için hazır hale geldiğinde onu
kucaklamamak biraz can sıkıcıydı gerçi ama direndim.
“Elini tutabilirim,” dedim öneride bulunarak.
Omuzları düştü.
“Kısdın mı Ateş?”
Afallayarak baktım. “Kısma lüffen, uşlu
durcam. Kucakta gidebiliyim.”
Onu kucağıma almayış sebebimi kendince en
olumsuz şekle sokmasına hayretle karşılık verdim. Bir an sonra ise dizlerimi
büküp yere çökmüştüm. “Merdivenden inmeye alışman için,” dedim hemen. “Kucağıma
alırsam tek başına buradan inmeyi öğrenmen zor olur.”
Burnunu çekti sesli bir biçimde. Ağlıyor sanıp
telaşlansam da öyle bir şey olmadı. “İstemiyoyum,” dedi sitemle. “Kucakta
incem.”
Teklifimin kendisi için olduğunu, onun
iyiliğine bir şey yapmaya çalıştığımı uzun uzadıya anlatmamın zihninde bir
karşılığı olmayacaktı. Onu birkaç saniye daha fazladan üzmek yerine ayağa
kalkarken kollarının altından kavrayıp kucakladım.
Omuzuma tutunabilir hale geldiğinde kısık bir
nefes verdi. Avucunu omuzuma yasladı, çenesini de kendi elinin üstüne bırakıp
öylece durdu. Merdivenleri inmeye başlarken bir kolum onu sırtından sarmıştı.
Nefes sesleri kulağıma düzensizce dolarken aşağı indik. Merdivenlerin bitmiş
olması onu kucağımdan indireceğim anlamına gelmiyordu, salona girerken hâlâ
kollarımdaydı.
Aynı anda konuşan ikili ile birlikte Umay
henüz sırtı dönük durduğu koltuklara doğru başını çevirdi.
“Günaydın,” diyerek yerlerinde hafifçe
toparlanan Doğan ve Sinan’a başımı kıpırdatarak selam verirken Umay dudaklarını
araladı hemen. “Yünaydın.”
Sinan’ın yüzündeki buruşmuşluk kendisini
kasmasından kaynaklıydı, sık sık Umay’ı ısırmamak için kendisini sıktığından
bahsettiği için bunu garipsemedim. Hiçbir zaman böyle bir izni olmayacaktı,
kendisini sıkmaya devam edebilirdi.
“Kahvaltı hazırlandı, Ateş Bey. Geçebiliriz
isterseniz.”
“Geçelim,” dedim hiç oturmaya yeltenmeden.
“Umay çok acıkmış.” derken kucağımdaki bedenin yüzüne doğru kısa bir bakış
atmıştım.
“Yoo,” dedi tabii hemen. “Acıkmadım ki, yannış
söylüyosun.”
“Aslında prensesler uyanınca hep acıkır, bolca
da yemek yerler. Sen acıkmadın mı yani?”
Doğan’ın şaşırmış gibi konuşmasıyla birlikte
Umay kollarımda bir nevi çöktü. “Piyensesley acıkırlarmış mı?” derken merakla
bana bakındı.
Prenseslerin beslenme düzeni hakkında zerre
fikrim yoktu ancak kollarımdaki prenses acıkmasa da yemek yemek zorundaydı
artık. Bu nedenle Doğan’ın başlattığı beyaz yalana dahil olurken içim çok
sıkkın değildi.
Yalanla dolanla da olsa bu sabahki kahvaltıdan,
önceki öğünlerine oranla daha fazla yemeği midesine doldurmuş halde kalkan Umay’ın
hedefi belliydi:
Sinan’ın peşine takılıp bahçeye çıkmak
isteyeceğini hepimiz biliyorduk.
Çalan telefon ile Sinan kahvaltıdan hemen
sonra ayaklanıp evden çıktığında ne tepki vereceğini ise pek doğru
kestirebildiğimiz söylenemezdi.
Umay arkasından bakındığı Sinan’ın gidişinden
sonra sessizleşince ona Sinan’ın işi bitince döneceğini söylemiş, bir daha
dönmemek üzere gittiğini sanmasına engel olmuştum. Bana kalırsa bu sahneden
sonra kahvaltıdaki haline dönmeli, dışarı çıkmak için başka bir yol üretip izin
almaya çalışmalıydı. Aklımda canlanan buydu.
Öyle olmadı.
Umay’ı salondaki koltuklardan birinde ayakları
yere sarkmayacak kadar geriye yaslı halde, kucağında kuzusuyla birlikte
bulduğumda aradan çok uzun zaman geçmemişti. Kahvaltıdan sonra üstümü
değiştirmiş ve yeniden aşağıya inmiştim.
Doğan yanında değildi. Tek başına sessiz
sessiz salonda ne yaptığını anlamak için kapıda biraz bekledim ama hiçbir
hareketlilik yoktu.
“Umay?” dedim içeri adım atınca.
“Ney?”
“Ne yapıyorsun burada?”
“Otuyuyoyuz.”
Çoğul konuşmasının nedenine doğru bakma gereği
duymadım. Kuzudan bahsediyordu.
Koltukta yanına oturduğum sırada Doğan kapıda
göründü. Çaprazımızda kalan koltuğa geçip oturduğunda bakışları benden çok
Umay’daydı. Biraz onu inceledikten sonra bana doğru döndü. Başını ‘bir sorun mu
var?’ dercesine salladı.
“Sinansızlığın yasını tutuyoruz sanırım,”
dedim Umay’ın anlayamayacağı kelime öbekleri kullanmaya dikkat ederek. Doğan
yarım ağız güldü.
“Prenses?” dedi dikkatini çekmek için. Umay
hemen ona bakmış, gözlerini hafifçe kısmıştı. “Piyens?”
Ben seslenince ‘ney’, Doğan’ı duyunca ‘piyens’
diye yanıt vermesi hakkında uzun bir konuşma yapabilirdim. Fakat bu konuşmayla
elime geçecek bir şey yoktu.
“Sinan’ın işi olduğu için bugün çiçeklere
birlikte bakabiliriz istersen.”
Umay’ın neşesinin yerine gelmesini ve
‘şişekley’ diyerek bir şeyler şakımasını bekledim. Dudakları aralandığında
duyacağıma inandığım şey kesinlikle buydu.
“Olmas,” dediğinde inanışım boşa çıkmıştı.
“Şinanla bakcaz.”
Bir prensi geri çevirecek kadar emindi, Sinan
olmadan çiçeklerle buluşmayacaktı.
O sırada aklımdan kopup düşen, düştüğü yerde
sarsıntılar yaratan soruyla birlikte duraksadım. Sinan’ı ve Doğan’ı farklı
yerlere koyup, onlarla olan iletişimini bu şekilde sağlıyordu. Konu çiçeklerse,
Sinan; prenses olmak ise Doğan devreye giriyordu.
Kahvaltıdan önce ‘prensesler acıkır mı’
sorusunu sormak için bana dönüşünü anımsadığımda, dudaklarım kendiliğinden
aralandı.
“Biz birlikte bakalım o zaman, olur mu?”
Cevap vermedi.
Daha doğrusu sesli bir cevap vermeye gerek
duymadı.
Kuzusunu koltuğa sağlam bir şekilde
oturttuktan hemen sonra olduğu yerde ters dönüp dağdan iner gibi koltuktan
aşağı sarktı hızlıca.
Bu ‘olur’
demekti.
Bu kadar hızlı gerçekleşmesini beklemediğim
için biraz afallamış halde kalakaldım. Umut bağlamadığım bir denemeydi. Yalandı. Umut bağlamıştım.
Onun için farklı olmak, onun için başka olmak
istiyordum. Tıpkı onun ilk gördüğüm andan beri benim için bambaşka oluşu gibi…
~
Umay elini Ateş’in iki parmağına sarmış, kendisi
biraz önden yürüse de arkadan gelen adamın kaybolmayacağından emin olmuş bir
halde yürüyordu.
Kucağında değilse ya da en azından onu
görebilecek şekilde yürümüyorsa sürekli dönüp Ateş’in gelip gelmediğini kontrol
etmekten kopamıyordu.
“Bak,” diyerek konuşan Umay’ın ardından Ateş
daldığını fark etmediği yerden sıyrılarak ona doğru baktı. “Bu şişekley
kırmısı.”
Ateş işaret edilen çiçeklere bakındıktan sonra
Umay’a döndü yeniden. “Pembe gibiler sanki.”
“Hayır, kırmısı.” derken Umay çiçeklere
narince dokunmuş, yapraklarında parmaklarını dolaştırmaya başlamıştı.
Koyu pembe bir renge sahip olan çiçeklerin
renkleri hakkında Ateş fikrinin arkasında durmadı. Renkleri daha iyi ayırt
edebilenin Umay olarak kalmasına izin verdi.
Umay elinden tuttuğu Ateş bahçenin dört bir
yanında gezdirirken çiçeklerin renkleri ve şekilleri hakkında yorumlar yapıyor,
her birini selamlar gibi dokunuyordu.
Ateş onu izliyorken Sinan ile çıktığında
üstünü başını toprağa bulamasının nedeninin Umay değil Sinan olduğunu kavrayabilmişti.
Kızı gayet sakin bir şekilde gözlem yapıyor, sevgiyle çiçekleri selamlıyordu.
“Bu çiçek hangi renk?” diye sordu Ateş. Önünde
durdukları kısımda ortancalar vardı. Umay’ın burada sessiz kalmasını sevmemiş,
yine bıcır bıcır bir şeyler söylemesini istemişti.
Umay onun gözüne top gibi görünen çiçek
yığınını süzerken parmağını da üzerinde gezdirmeyi atlamamıştı. “Bunlay…” dedi
devamı gelecekmiş gibi ama cevap bulamayınca sustu. Başını kaldırıp Ateş’e
baktı. “Bunlayın rengisi yok.”
Bilmediğini değil renklerinin olmadığını
savunan kızına yanağının içini ısırarak baktı Ateş. Çekingen ve sessiz olduğu
anlar çoğunlukta olsa da dili arada çözülünce ikna kabiliyeti yüksekti.
Mavi ve lila karışık yapraklara sahip çiçeği
işaret etti. “Birazı mavi, mavi rengi biliyorsun aslında. Değil mi?”
Az önce başka bir çiçek için mavi demişti,
rengi biliyordu. Ateş buradan yola çıkarak devam etmek istemişti.
“Biras mavi,” dedi Umay, Ateş’in bahsettiği
yapraklara dokunup. “Biras da yeşil mi?”
Ateş olumsuz anlamda başını salladı. Umay’ın
yeni tahmini daha çarpıcıydı. “Gökşuşakı mı o zaman?”
Ateş şaşkınca duraksadı. Umay’ın bildiği
şeyler onu bolca şaşırtıyordu. Önce kuzu, şimdi de gökkuşağı… Gökkuşağının daha
tatlı bir telaffuzu olabileceğini de sanmıyordu. “Lila,” dedi daha fazla
uzatmadan. “Mor gibi ama değil, başka bir renk. Adı lila.”
Ateş ona bir şeyler öğretmenin
hissettirdikleriyle boğuşurken aslında Umay’ın sevineceğini, kelimeyi
tekrarlayacağını sanıyordu.
Umay renkten söz etmedi. “Annem,” diyerek iç
çeker gibi mırıldandığında Ateş sırtının kasıldığını hissetmişti.
Ona ne yapıp annesini anımsattığını çok
düşünmesine gerek yoktu. Az önce öğretmeye çalıştığı renk yeterince ipucu
sağlıyordu.
“Umay,” diyebildi sadece. Duraksamadan onu
kucağına alıp sardığında göğsü ağırca şişip sönmüştü.
“Annem niye gelmiyoy?”
“Bilmiyorum,” dedi Ateş sessizce. “Bilmiyorum
güzelim.”
“Şişekin rengi annem gibi mi?” diye yeni bir
soru sordu Umay. Ateş’in dudağı hafifçe kıvrılmış, o kıvrım can bulamadan hızla
kaybolmuştu.
“Çiçeğin rengi lila,” dedi tekrar. “Annenin
adı Esila, Umay.”
“Bensiyoy,” diyerek sızlanan Umay’ın sırtını
sıvazlarken Ateş’in önünü görmesi mucizeydi.
“Benziyor,” diyerek onayladı. Aklını
dağıtması, Umay’ı annesini hatırlamaktan uzaklaştırması gerekirdi.
Yapacak gücü bulamadı. Zira birinin de gelip
ona bir şeyler söylemesi ve hatırladıklarını unutturması gerekiyordu. Umay gibi
sızlanamıyordu belki ama kalbinde onun gibi izler taşımadığını söylemek yalan
olurdu.
“Annem gelicek,” diyerek Ateş bir şey
söylemediğinde kendi kendisini telkin etti Umay.
Ateş bir şey söylemedi. Ne olumlu ne de
olumsuz konuştu. Sustu sadece.
Yaşanacak olanın ne olduğunu bilmiyordu.
Esila’yı aramaları için Sinan ve Doğan’a yeterince tekrar yapmıştı. Bir şekilde
nereye kaybolduğunu bulacaklardı, er ya da geç bulunacaktı.
Bulunduğunda onu Umay ile karşı karşıya
getirmek istediğinden ise emin olamıyordu. Umay kendisini bırakıp ona mı gitmek
isterdi? Yanını annesinden daha güvenli bulması ihtimali var mıydı?
Bilmiyordu. Öğrenmesinin çok zaman
almayacağını ve sonucun onu mahvetmemesini umuyordu. Elinden gelen sadece
buydu.
~
“Sinan da buradaymış, ona da günaydın diyelim
o zaman.”
Doğan, kucağında uyku sarhoşu bir halde duran
Umay’ı yan bir şekilde kendisine yasladı. Böylece ikizini görebilmesine olanak
sağlamıştı.
“Günaydın fıstık,” diyerek yanlarına yaklaşan
Sinan’a baktı Umay. “Yünaydın Şinan,” demişti karşılığında. Fakat aklı başka
bir yerdeydi, belliydi.
Doğan, onun bu halinin dakikalardır
farkındaydı. Uyanacağı an geldiğinde gözlerini yalnız aralamaması için yanında
nöbet tutmuştu çünkü.
Pazartesi sabahına uyanmış olmaları, Ateş’in erkenden
evden çıkıyor olması demekti. Öyle de olmuştu.
Umay’ın gece -ikinci kez- birlikte uyuduğu
Ateş’i sabah göremeyecek olmasının pek tatlı sonuçlanmayacağını az çok tahmin
ediyorlardı. Bu nedenle Doğan tetikteydi ve Sinan da oyalayıcı görevi
görecekti. Ateş hızlıca işlerini toparlayıp dönene dek plan buydu.
İkizleri kendisine yardımcı olmaları için
sürekli yakınında tutan Ateş, bugün ikisini de Umay ile bırakmış ve aklına
gelen en yüksek önlemi böyle almıştı.
Umay, Doğan’ın omuzundan eliyle destek alıp etrafa
bakındı. Bir yerden ses geliyor mu diye dikkat kesilmişti. Onun bu hareketi iki
adamın da dikkatini çekti.
“Umay,” dedi Sinan. “Nereye bakıyorsun öyle?”
Umay henüz uyku şişliği inmeyen yüzü ve mahmur
bakışlarıyla Sinan’a döndü. “Ateş neyde?”
Sinan duraksadı. Bu soruyu ilk uyandığı anda
Doğan’a sormuş olmasını ve konunun kapanmasını ummuştu aslında. Anlaşılan umudu
boşaydı. İkizine doğru baktı. Doğan’dan cevap gelmesini bekledi.
İkizler topu birbirine attığından yaşanan kısa
sessizlik Umay için büyümüş, yüksek bir alarma dönüşmüştü.
Panikle titrediğini fark eden onu kucağında
tutmakta olan Doğan’dı. “Ateş?” diye mırıldandığını her ikisi de duymuştu.
“İşe gitti!” dediler aynı anda hemen. Cevap
vermekte geciktiklerini biraz zor anlamışlardı.
“İşe gitti Ateş, gelecek. İşi bitince
gelecek.” Doğan peş peşe açıklama yapmaya devam etse de Umay için cevaplardan
ayıklanabilir kısım netti.
‘Ateş
gitti’den başka bir şey anlamamıştı.
Sinan, çocuğun bir krizin eşiğinde gibi
görünmesinden tedirgin olarak dudaklarını araladı. Ateş’i Umay’ı birkaç saat
oyalayabileceklerine ikna edip içi rahat etmesi için işe göndermek akıldışıydı,
şu an kesinleştirmişti. Kendisine sövmekteydi.
“Umay?” diye seslendi. “Canım bak bi’ bana,
baban gelecek. Uyuma saati gelmeden önce gelecek, söz veriyorum.”
Sinan bu yolla onu biraz rahatlatabilmeyi
ummuştu ancak Umay’ın gözlerinden peş peşe iri gözyaşı damlaları düşmeye
başladığında sarsıldı. Yüzünü aşağıya doğru eğip yaşları hemen sonra saklasa da
Sinan çoktan yanaklarına dökülen damlaları görmüştü.
Bağır çağır ağlamasını, kulaklarına acısını
çıkartır gibi baskı yapmasını beklediler. Umay sessizce Doğan’ın omuzunda
ağlamayı sürdürdüğünde ise bağırıp çağırmasından daha çok telaşa kapılmışlardı.
“Arayayım mı?” diye fısıldadı Sinan sadece
ikizinin duyacağı şekilde.
Doğan kendisine düşünmek için birkaç saniye
zaman tanıdı. O süre boyunca Umay’ın düzensiz aralıklarla titreyen bedeni
kucağında olduğundan cevabı bulması zor olmamıştı.
“Arama, arabayı hazırla.”
Sinan ‘ara’ cevabı alacağını sandığı için
refleksle cebine uzanacak oldu ancak duyduklarını zihninde doğru yere
yerleştirdiğinde elinin hareketi de durmuştu.
“Tamam,” dedi arkasını dönüp uzaklaşmadan
önce. Geriye yalnızca Doğan ve Umay kaldığında Doğan sıkıca tuttuğu beden ile
birlikte adımladı.
“Baban uzak bir yere gitmedi, gelmeyeceği bir
yere gitmedi.” diyerek Umay ile iletişim kurmaya çalıştı. Bir yandan da odasına
varmış, dolabında asılı duran kapüşonlu bir hırkayı üstüne giydirmek için onu
yatağına bırakmıştı.
Uyanalı çok zaman olmadan evden çıkacaklardı,
kendisini kısa kollu bir tişörtle dahi üşütmeyecek bir hava vardı dışarıda ama
risk almayacaktı.
“Uzat bakalım kolunu.” Doğan elinden
geldiğince yavaş ve can yakmayacak şekilde Umay’ın kollarını oynatıp hırkasını
giymesini sağladı. Hazır göründüğünde ayağına da ayakkabılarını geçirmiş ve
kızı yeniden kucaklamıştı.
“Nereye gidiyoruz biliyor musun?” diye sordu
omuzuna yorgunca başını bırakan Umay’a. Ağladığını ses olarak hissettirmese de
üstüne çöken ağırlığın farkındaydı Doğan.
“Bilmiyoyum,” derken Umay’ın sesi buğuluydu.
“Piş yere gitmeyelim.”
Doğan dayanamayıp kızın saçlarının üstüne
başını yasladı. “Asla,” dedi nereden bahsettiğini anladığında. “Oraya bir daha
hiç gitmeyeceksin, prenses.”
Buraya gelmeden önce bulunduğu son yerden
bahsediyordu. Doğan, Umay’ı gördüğü ilk anı hatırlayarak irkilmiş hissederken
alt kata inmişlerdi tekrar.
“Babanın yanına gidiyoruz,” dedi Doğan
uzatmadan. Yol boyunca susup sürpriz de yapabilirdi Umay’a belki ama ıslak
gözleri ve yanaklarıyla bir süre daha öylece beklesin istememişti.
Umay’ı Doğan’ın omuzundan aniden kalkmaya iten
de bu cevap oldu. O sırada evden çıkmış, Sinan’ın kapıya kadar getirdiği
arabaya yaklaşmışlardı.
“Ateş?” dedi Umay sayıklar gibi.
Baban denildiğinde kimi algılaması gerektiğini
biliyordu ama kendisi Ateş demekte ısrarcıydı. Doğan ve Sinan ortalıkta Ateş
yokken bunu sıkça kullanıyorlardı özel olarak. Böylece alışacağını, bu konuda
adım atma ihtimali düşük olan Ateş’in yerine çabalamaları gerektiğini
düşünüyorlardı.
“Ateş tabii,” dedi Sinan sonunda gözleri eski
haline dönüp parlayan kıza doğru bakarken. Yanağını parmaklarının arkasıyla
hafifçe okşadı, yaşlarla ıslanan tenini biraz silmiş oldu. “İşimiz var seninle
küçük hanım, babasız duramayacaksın anlaşılan.”
Umay onaylar bir şeyler duymakla yetindi, iç
çekerek yeniden Doğan’ın göğsüne yaslanırken onun rahatlamış haldeki iç
çekişiyle ikizler de kendilerine gelmişlerdi.
Sürücü koltuğuna Sinan geçerken Doğan
kucağından indirmediği Umay ile birlikte arkaya yerleşti. Araba yüksek katlı
binanın otoparkında durana dek onu sıkıca tutmayı bırakmamıştı.
Asansöre binecekleri sırada Doğan, Sinan’a
döndü. “Yeliz’i ara, Ateş Bey odasında mı yanında biri var mı diye sor. Uygun
değilse oyalanıp gideriz, Umay’ı birilerinin görmesini isteyeceğini
sanmıyorum.”
Sinan ikiletmedi. Telefonunu çıkartıp Yeliz’i -Ateş’in
şimdiye dek onunla çalışmayı en uzun süre başarabilmiş asistanını- aradı.
“Odasındaymış, misafir kabul etmiyormuş. Yoğun
çalışıp erken çıkacağım demiş.”
Sinan, Yeliz’den duyduklarını Doğan’a
aktardığında Doğan güldü. “Erken çıkmaya çalışma sebebini de getirdik, bizi
kabul eder diye düşünüyorum.”
Umay bu konuşmalar sürerken etrafı kaçamak
bakışlarla süzmekte, asansörün içindeki ilgi çekici detayları izlemekteydi.
Ortamı yabancıladığı için Doğan’a daha çok sokulmuştu.
Asansörün kapıları inecekleri katta
aralandığında dışarıya ilk çıkan Sinan’dı. Onun arkasından da Doğan takipteydi.
“Ateş..?” diye sorarcasına konuştu Umay
fısıltıyla. Sadece Doğan’ın kulağına ulaşmıştı sesi.
“Burada,” dedi Doğan onu biraz yan çevirip.
“Geldik yanına.”
“Hoş geldiniz,” diyerek ayaklanan Yeliz
masasının arkasından çıkmadan gelenlere bakındı. İkizleri görmeye alışkındı, fazlasıyla.
Doğan’ın kucağında duran küçük bedeni ise ilk
kez gördüğünden emindi. Üstelik bu katta doğru düzgün çocuk görmüşlüğü bile
yoktu. Ateş’in dikkatini dağıtabilecek ve karmaşa yaratacak hiçbir olası
problem bu kata ayak basmazdı.
“Selam,” diyerek kısaca konuştuktan sonra Umay
ile birlikte Ateş’in odasına yöneldi Doğan. Sinan arkada kalmış, onlara büyük
bir şaşkınlıkla bakan Yeliz’i gördüğünde sadece içten içe sırıtmıştı.
Sinan, Yeliz’le aynı yöne bakıp ona doğru yarı
eğik bir biçimde konuştu. “Eline yakışmış değil mi?” diyerek abartılı bir
şekilde iç geçirdi.
Yeliz afallamış bir halde istemsizce başını
olumlu anlamda salladığında Sinan dayanamayarak sesli bir şekilde gülmeye
başladı.
“İnanılmaz bir acemilik…” diye söylenirken
hızlıca henüz kapanmamış kapıdan kendisini içeri attı. Yeliz’in arkadan ağzı
açık ona bakakaldığını ve stresle dudağını kemirmeye başladığını bilseydi…
Pişmanlık duymaz, aksine olduğu yerde bekleyip biraz daha izlerdi.
Ateş, odasının kapısı çalınıp dikkati
dağıtılmadan önce önündeki ekranda açık duran bir işiyle boğuşmaktaydı. Ona
bugün evden çıkıp buraya gelmekten başka çare bırakmayan, küçük görünen fakat
çözülmezse büyüyecek bir karışıklık yüzünden oturduğu yerden henüz hiç
kıpırdayamamıştı.
Kapıdan gelen sesin Yeliz’e ait olduğunu ve
telefonu kullanmak yerine içeri gelme sebebinin de elinde bir şeyler
taşımasından kaynaklandığını düşünerek kapıya sadece saniyelik bir bakış
atmıştı.
Kapıda ilk gördüğü, Yeliz’e ait olamayacak
kadar büyük bir beden olunca kaşları çatılmaya yüz tutmuş, Doğan’ın neden
burada olduğunu sorgulamak için yeniden bakışlarını oraya çevirmişti. Az
öncekinden daha düzgün bir bakışla kapıya bakındığında fark ettiği ikinci beden
ise Ateş’i hızla ayağa dikmiş oldu.
“Ne oldu?” demişti direkt. Sesinde birkaç
saniye içinde zihninden birden fazla kötü senaryo uydurduğunu belli eden bir
tını vardı.
Doğan konuşmadan önce Umay dudaklarını
araladığında ise kötü olan senaryoların büyük bir kısmı kaybolmaya başlamıştı.
“Bis geldik,” diyerek çekingen fakat bir
yandan da hevesli bir ifadeyle Ateş’e doğru bakan Umay bedenini biraz Doğan’dan
ayırmıştı.
Ateş şaşkınlığından sıyrılmış sayılmasa da
masasının arkasından çıkıp onlara doğru ilerledi, Doğan da ona yardım etmek
ister gibi öne adımlamış ve mesafeyi kısaltmıştı.
“Hoş geldin,” dedi Ateş, Umay’a yeterince
yaklaştığında. Geldiklerine dair çoğul konuşmuş olsa da Ateş’in ‘hoş’
karşılaması onunla sınırlıydı.
Kendisine haber dahi vermeden birden kapıda
belirerek birkaç saniyeliğine ödünü kopartan ikizler için daha farklı bir
karşılama planlıyordu.
Umay, Ateş’e doğru kolları uzattığında Ateş
artık alışmaya başladığı şekilde kolaylıkla kızını kucakladı.
“Gözlerin…” dedi Ateş onu kucaklarken fark
ettiği ayrıntıyla birlikte. “Ne oldu gözlerine?”
Beyaz kısımları hafifçe kızarık duran
gözlerini gördüğünde Umay’a sormuş görünse de sorusunun muhatabı aslında
karşısında duran ikiliydi.
“Akşam olmadan eve geri döneceğinize pek ikna
olmadı,” dedi Sinan omuz silkerek. “Oyalarım diye düşünmüştüm ama…”
“Kafayı eğip ağlamaya başlayınca kendimizi
burada bulduk Ateş Bey,” dedi Doğan dürüstçe. “Oyalamayı pek deneyemedik.”
“Çok mu ağladı?” diye sorarken yanağını omuzuna
doğru yaslayıp yüzü dışarı dönük şekilde yerine sinen Umay’ı sırtından sıkıca
tutuyordu.
Sorusuna cevap alamadığında sıkıntıyla
nefeslendi. “Onu bırakıp gitmeyeceğime nasıl ikna olacak?” diye konuştu kendi
kendine.
Birkaç dakika sonra, Ateş’in baş işaretiyle
ikizler dışarıya çıkmış ve odada sadece baba-kız kalmıştı.
Ateş masanın ardındaki sandalyesine yürüyüp
Umay kucağında kalacak şekilde oturduğunda Umay başını göğsüne doğru
kaydırmıştı. Ateş başını eğip yüzünü Umay’ın sarı buklelerinin arasına bastırdı.
İkisi de sessiz kaldılar. Umay, Ateş’in
varlığını hissetmeye ve Ateş de varlığını hissettirip bunun hep devam edeceğine
onu ikna etmeye çabalıyordu.
Bir süre sonra Umay mayışık bir sesle konuştu.
“Neden gittin Ateş? Kısdın mı?”
“Hiç kızmadım,” dedi Ateş onu duyar duymaz.
“İşlerimi yapmam gerektiği için geldim buraya, burada işlerim var. İşlerim
bitince eve dönüyorum. Her zaman.”
“İşler vay, işleri yapmak lajım.”
Umay duyduklarını kendisine tekrarlamaya
başladığında Ateş onun sırtını hafifçe okşamakla yetindi.
“Sonya eve gitceksin mi?”
“Evet,” dedi Ateş hemen. “İşim bitince eve
geleceğim. Sabah olunca burada işlerim oluyor ama işim bittikten sonra hep
evdeyim, senin yanında olacağım.”
“Biylikte,” dedi Umay. Ateş bunu eve geldikten
sonra birlikte olup olmayacaklarını sormaya çalışıyor diye yorumlamıştı. “Eve
geldiğimde birlikte olacağız, evet.”
“Buyda da biylikte,” dedi Umay daha açıklayıcı
olarak. Yüzünü yavaşça Ateş’in koynundan kaldırıp başını geriye atarak
gözlerine doğru baktı konuştuktan hemen sonra.
Ateş buna hemen ‘evet’ diyecek oldu, Umay’ı
her sabah yanında getirebilir ve odasının bir köşesini onun vakit
geçirebileceği şekilde ayarlayabilirdi. Kendisi için hiçbir sakınca yoktu.
Evet demesine engel olan ses, kendi iyiliğini
değil Umay’ın yararına olanı düşündüğünden çırpınıyordu.
Umay’ın bir şekilde Ateş’in birkaç saat
ortadan kaybolsa da geri döneceğine, yanında olmaya devam edeceğine inanması
gerekiyordu. Yapışık ikizler gibi gezmek kulağa cazip gelse de onun telaşlı
zihni için doğru olan değildi.
“Bazen olur,” dedi Ateş arayı bulmaya
çalışarak. “Bazı günler birlikte geliriz, bazen de sen evde beni beklersin.
Sinan ve Doğan seninle olacak hep.”
Umay birkaç saniye düşünceli bakışlarla
Ateş’in yüzünü süzdü. “Şinan ve piyens iş yapsın, sen evde duy.”
Ateş, yanında olabilmek için kendisine
öneriler sunan küçük suratı gördükçe içinin ağrıdığını hissediyordu. Bu ağrı
hem acı hem tatlıydı.
“Onlar yapamazlar,” dedi yalan sayılmayan bir
cevapla. “Benim işim bu, Umay. Herkesin kendi işleri olur, başkası yapamayabilir.”
“Benim?” dedi Umay merakla. Herkesin işi vardı
da onun neyi eksikti?
“Sen bebeksin daha,” dedi Ateş iri iri açılan
gözlerine dikkatle bakarken. “Büyüyünce işin olacak senin.”
“Daha bebekim,” dedi Umay başını sallarken.
“Küçükçük bebek.”
Ateş gülümsemesini bastırmaya çalışmadı.
Dudakları kıvrılırken bir eli hâlâ Umay’ın sırtını okşuyordu. Diğer elini de
alnından sarkan buklelerini geri çekmek için kullandı.
“Küçücüksün,” dedi bu kez tekrarlayan taraf
Ateş olurken. Kendisine bunu hatırlatırken şaşkınlığı belirgindi. Küçücüktü,
ona ait bir bebekti.
Geç kalmış hissetmekten kendisini
alıkoyamıyordu ama bir yandan da kötünün iyisi bir ihtimalin içindelerdi. Ateş,
Umay’ın varlığını hiç öğrenememesi ya da yıllar boyu bundan habersiz kalıp onun
çocukluğunu tamamen kaçırması gibi ihtimalleri düşünüp duruyordu. Bunlarla
karşılaştırıldığında, içinde bulundukları hal iyi kalıyordu.
Bir an önce eve dönmek için ara vermeden
yapıyor olduğu işlerinin aciliyeti kalmamıştı, bu nedenle tüm odağı Umay’daydı.
Umay da sabah uyanınca göremediği yüzün acısını çıkartmak ister gibi dikkatlice
ona bakıyordu.
“Ateş?” diye seslendi biraz sonra Umay.
“Efendim?”
“Eve gitcez mi?”
“Gideceğiz,” dedi Ateş güven verircesine. “Evi
mi özledin?”
“Ösledim,” derken Umay başını da tatlı tatlı
sallamış ve Ateş’i fark etmeden mest etmişti.
“Biraz işim kaldı, bitireyim sonra eve
gidelim. Olur mu?”
“Oluy oluy,” dedi Umay direkt. Ateş onun bu
uyumlu haline gülümsedi. Dayanamayıp çenesini saçlarına doğru yaslayarak üstüne
kapandı. Umay direnmeden göğsüne geri yaslanmış, dudakları öne doğru büzülecek
şekilde kalmıştı.
Ateş onun kucağındaki rahatlığına dokunmadan
sandalyesini biraz öne doğru çekip masasına yaklaştı.
Bir eli Umay’ın sırtını okşamayı hiç
bırakmadı, işlerini bitirmek için kendisine yalnızca tek el kullanma gibi bir
meydan okumuştu. Normalden uzun ve daha zorlu bir yoldu bu fakat göğsünde
düzenli nefeslerle uyuyakalan Umay’ın sıcaklığına bulandığından hiçbir şikâyeti
olmamıştı.
Odanın kapısında tekrar bir vuruş duyulduğunda
Ateş olumlu bir seslenişle Umay’ı uyandırmaktan kaçındı, sessiz kaldı.
Kapı yavaşça açılıp ardında Yeliz göründüğünde
Ateş ikizlerden birini beklediği için duraksamıştı.
“Telefonunuz meşgul çalınca… Gelmek zorunda
kaldım Ateş Bey.”
Ateş masasında duran dahili telefonun neden
meşgul çaldığını bildiği için hiç oraya dönme gereği duymadı. Olur da çalarsa
ve Umay uyanırsa diye ahizesini kaldırıp masaya bırakmıştı, böylece telefonun
çalma ihtimali kalmamıştı.
“Dinliyorum,” dedi Ateş kısık bir sesle. “Acil
değilse sonra gel Yeliz.”
Yeliz odaya girmeden önce aklında olan,
dudaklarından dökülmesi gereken cümleleri toparlayamayacak kadar şaşkındı. Ateş’in
kucağındaki bebek, bir süre önce Doğan’ın kucağında odaya gelen bebekti. İkizler
odadan çıktığında bebeğin yanlarında olmadığını görmüş, odada kaldığını da
doğal olarak anlamıştı ancak odadaki konumunun Ateş Karmen’in kucağı olmasını
asla ama asla beklemiyordu.
“Yeliz?” dedi Ateş tekrar. Sesini yüksek
tutamıyordu, Umay irkilecek diye tetikteydi.
“Ateş Bey!” dedi Yeliz aniden kendine gelerek.
“Ben… Çok pardon, daldım. Perşembe günü istediğiniz listeleri toparladım, bugün
mü inceleyeceksiniz diye soracaktım.”
Ateş bahsi geçen listeleri aklında bulmakta
zorlansa da biraz düşününce anlamıştı. Perşembe sabahı istediği, Cuma’ya hazır
olması için kesin süre verdiği listelerdi.
Perşembe akşamı hayatına etkisi yüksek bir
bomba düştüğünden, Cuma ne buraya gelebilmiş ne de bu sabah o listeleri
hatırlayabilmişti. Normal şartlarda istediği bir işi unutması çok nadir
gerçekleşirdi, Yeliz hazır etmeden o sorar ve asistanının iki ayağını bir
pabuca sokardı.
“Daha sonra,” dedi Ateş uzatmadan. “Şu an
müsait değilim.”
“Nasıl isterseniz,” dedikten sonra odadan
çıkması gerektiğinin farkında olsa da Yeliz birkaç saniye yerinde kalmaya devam
etti. Bakışları Umay’ın sırtında ve o sırtta gezinen büyük avuçta takılı
kalmıştı.
“Yanlış mı tutuyorum?” diye sordu Ateş sakin
bir sesle. Yeliz’in neden böyle şaşkınlıkla kalakaldığını biliyordu elbette. Sadece
canı işinde gayet başarılı olmasına rağmen kendisiyle iletişim kurarken aklının
yarısını kaybetmiş gibi davranan kadın ile bir an için uğraşmak istemişti.
Çalışanların genelinde aynı huy hakimdi.
Ateş’in kimseye baskı kurup bağırıp çağırdığı
yoktu ancak karşısına geçen sosyal yetisini yarı yarıya kaybediyordu.
“Yok,” dedi Yeliz telaşla. “Çok güzel
tutuyorsunuz, sıkı sıkı. Kendi çocuğunuzmuş gibi sarmışsınız, ona şaşırdım. Kusura
bakmayın lütfen.”
Odasına gelenlerle tokalaşmayı dahi pek tercih
etmeyen Ateş’i kollarında sızmış bir bebekle bulduğuna şaşkındı.
Ateş bir an için başını eğip Umay’ın yüzüne
doğru baktı. “Doğru sarmışım o zaman,” dedi yüzü gevşerken. “Kendi çocuğum gibi
sarmışsam…”
Ateş’in kollarında duran kızını herkesten
gizli tutmak, babası olduğunu saklamak gibi bir düşüncesi yoktu. Hastanedeyken
de hiç böyle bir telaşa kapılmamıştı. Haber yayılabilir, bir kızı olduğu dilden
dile dolaşabilirdi.
Bunun kendisine bir zararı olmayacaktı. Ki olsa
da umursayacak değildi.
Yeliz bir an sinirleri boşalarak güldü. Öncesinde
kendisini kastığı için uzun bir gülüş olmuştu bu. Ateş kaşlarını havalandırıp
ona doğru baktı.
“Daha önce hiç şaka yaptığınız bir ana denk
gelmemiştim, bayağı iyisiniz.”
Ateş öylece bakmayı sürdürdü. Yeliz söylenenin
bir şaka olmadığını kavrayıp patronunun ciddiyeti ile yüzleşmek için birkaç
dakika daha harcadıktan sonra solan gülüşüyle şok içinde kalmıştı.
Ateş artık kaşları çatılmış halde duruyordu. “Bu
kadar mı inanılamaz bir şey bu?”
Bir an için kucağında uyuyan bir beden
olduğunu unuttuğundan sesini normal seviyeye geri çıkartmış, bunun karşılığında
da Umay’ın kıpırdamalarını hissetmeye başlamıştı.
Buruşturduğu yüzüyle olduğu yeri kavramaya
çalışırken Umay hafifçe doğruldu. Yüzünü kaldırıp Ateş’e bakmış, kimin
kucağında olduğunu kesinleştirdiğinde uyuşuk bir suratla diğer yanağını göğsüne
yaslayıp yeniden yatmıştı.
Başını çevirdiği için yüzü artık kapıda duran
birinin görebileceği şekilde açıktı. Yeliz, uyanan ve olduğu yeri kontrol edip
geri uyuyan bebeği gördükten sonra artık duyduklarının bir şaka olmadığından
çok daha emindi.
Onun şaka mı gerçek mi sorgusunun sebep olduğu
tek şey Umay’ın gözlerini aralaması olmayacaktı.
Ateş bir kızı olduğu gerçeğini böyle tek tek
birilerine duyurarak bir yere varamayacağını, her duyanın şokla karşılama
süresini ve sürecini bekleyemeyeceğini kesinleştirmişti.
Hızlıca herkes öğrenecek, Ateş’in gözünden
uzak bir yerlerde isteyen istediği uzunlukta alışma süresine sahip olacaktı.
“Doğan’ı çağır,” dedi Ateş, Yeliz’e başıyla
dışarıyı işaret ederken.
Yeliz yarım yamalak başını sallayıp odadan
hızlıca çıktı. Doğan’ın odaya gelmesi de birkaç dakika kadar sürmüştü.
Ateş’in ‘bir kızı olduğunu duyurma’ amacı
dışında hiçbir amaç gütmeden, plansızca başlatmak istediği haberlerle birlikte
aslında bir fitil ateşlediğini ruhu duymadı o an.
O haberler, hem ulaşması en gerekli kişiye hem
de en ulaşmaması gereken kişiye aynı anda varacak; vardığı gibi de Ateş’in Umay’ın
gelişiyle kökünden sarsıldığını sandığı düzeninin aslında henüz hiçbir dağınıklık
görmediğini kanıtlamak üzere kaderde yeni bir sayfa aralayacaktı.
~~~
Umay kuşu üzmeyin len
YanıtlaSilUmay'a bitiyorum ya tatlılık abidem
YanıtlaSilMükemmel bir bölümdü💓
YanıtlaSilAteşin her seferinde Doğanın prens olmasını içten içe kıskanması glfşfşfş merak etme sana da baba der yakında. Ve eminim Umay'ın prens dediği tek kişinin Doğan olmasını istersin
YanıtlaSil