Gözyaşı Kadehleri 3.Bölüm

 3.BÖLÜM



Parmak uçlarımda yükselip gözümü dayadığım küçük merceğin ardında gördüğüm, gerçekliğini sorgulayarak bir süre öyle olduğum gibi kalakaldığım bedene olan şaşkınlığım saatler sürebilecek kadar fazlaydı. Eğer görüntüsü yetmiyormuş gibi sesini de bana duyurup gerçekten burada olduğuna inanmama yetecek kadar kanıtı elime bırakmış olmasaydı kesinlikle hareketsiz kalmaya devam ederdim.

“Açacak mısın artık kapıyı, adım seslerin ve kapıya yaslanışının çıkarttığı tıkırtılar duyuluyor buradan. Evde yokum yalanı için fazla sesli hareket ediyorsun.”

Zihnimde belirgin bir sarhoşluk yaratamamış olsa da kesinlikle aklımda bir bulanıklık yaratmış olan şarabın etkisiyle miydi bilmiyordum fakat suçüstü basılmış gibi geriye doğru çekilip ayaklarımı düzgünce yere bastım.

“Evimde ne işin var?” diye sorarken onun yaptığı gibi kapalı kapının ardından konuşmuştum.

“Evinde olmam için kapıyı aralaman gerekiyor, teknik olarak evinde değilim.” Konumuz bu muydu? Tepkisine göz devirdiğimde bunu öyle içten yapmıştım ki biraz başım da dönmüştü.

“Kapıyı açmayacağım, git.”

Bugün ondan yeterince şey duymuş, duyduklarımın her birini de fazlasıyla yoğun şekilde düşünmek zorunda kalmıştım. Şimdi beklemediğim bir başka şeyden bahsederek ya da söylediklerinden herhangi birini detaylandırarak beni iyice delirtmesine müsaade edemezdim.

“Fazla misafirperversin.”

“Davetsiz bir misafirsin.”

Nefes bile almadan karşılık veriyordum. O her konuştuğunda ona karşı çıkmak, söylediklerini boşa çıkartmak gibi güdülerle hareket ediyordum çünkü.

“Apartman boşluğunda sesimi herkese dinletmemi istiyorsun o halde, pekâlâ. Komşularının her şeyi dinlemesi seni rahatsız etmiyorsa, beni de etmiyor.”

Sesini inadına az öncekinden kat kat yüksek tutarak, zaten yeterince tok bir sesi yokmuşçasına resmen bağırmaya yakın bir biçimde konuştuğunda dişlerimi kıracakmış gibi birbirine bastırdım.

Leman Hanım’ın çoktan kendini kapının önüne atıp delikten burayı kesmeye başladığına yemin edebilirdim; tek istisna evde olmaması ihtimaliydi, evdeyse böyle bir anı kaçırması olanaksızdı.

Sinirle kapı koluna uzanıp, aşağı indirdiğim kolu kendime doğru çektim. Bir elimde duran dibinde birkaç yudumluk kırmızı şarap bekleyen kadehi kapının ardında tutarak ondan gizlemiştim.

“Bağırma,” dedim dişlerimin arasından. “Ne istiyorsun gece gece, manyak mısın sen?”

Bugün söyledikleriyle bana olan tek yararı sanırım aramızdaki resmiyeti kaldırması olmuştu. Bir aydır içimden tekrarladıklarımı artık rahatlıkla yüzüne karşı da seslendirebiliyordum.

Başımı sokabileceğim kadar araladığım kapıya avucunu yasladığında gözleri yüzümdeydi. Apartmanın aydınlığında parlayan kahverengi irislerinin gözlerimde ve yüzümün genelinde gezinmesini garipsemiştim.

“Ağzından çıkanı asla kulağın duymuyor, doktor.” diyerek düz bir şekilde konuştu. Artık bağırmıyordu, ancak bağırıyor olması ve bu şekilde konuşuyor olması arasında çok büyük bir hissiyat farkı olduğunu da söyleyemezdim.

Ben tavrını bir sınıflandırmaya dahil etmeye çalışırken, avucunu yasladığı kapıyı geriye doğru ittiğini ve açık tuttuğum aralığı büyüttüğünü algılamakta gecikmiştim.

Kapının tamamen açılmasıyla birlikte karşı karşıya kaldığımızda burnumdan uzunca bir nefes bıraktım.

Karşısında ne halde olduğumu sorgulamaya, o beni baştan ayağa süzdükten sonra başlamış olmam yüksek ihtimalle damarlarımda gezinen şarabın bıraktığı bulanıklıktandı.

Üstümde fazlasıyla az yer kaplayan siyah ince geceliğimle önünde beklerken onun üstünde hastanede giydiği takımın gömlek ve pantolonu duruyordu.

Bakışlarının bende olmasından hoşlanmayarak dudaklarımı araladım. “Neden buradasın?”

“Ayaküstü konuşulamayacak konulara sahibiz bugünden itibaren, böyle mi konuşacağız?”

İçimden üçe kadar saydım. Bu beni sakinleştirmeye yetmediğinde sayıyı arttırıp kendime bolca zaman vermiştim hatta.

“Hastanede konuştuk, bir sonraki konuşmayı da çok isterseniz orada yaparsınız.”

Kapıyı yüzüne doğru çarpıp kapatmak için elimi kıpırdattım. Ancak sağ elim kapıya baskı uygulayamadan önce sol elim, elimdeki kadehi kavradığım sol elim karşımdaki adamın kapanına kısıldı.

Bileğime belli belirsiz sürtünen parmaklarına tepki veremeden elimdeki kadeh birden onun eline geçmişti. Gövdesinin bitiminden kavradığı şişkin kadehi yüzüne doğru yaklaştırdığında gözlerimi yavaşça kapatıp açtım.

Kalan şarabı yudumlayacağını sanıyor olduğumdan dengem şaşmışken, burnuna doğru yaklaştırıp kısa bir nefes aldı. Aldığı koku hafifçe gözlerini kısmasına yol açarken bakışları yeniden yüzümü bulmuştu.

Elinden geri almak için ona uzandım. Öne doğru yarım adım atmam ve aynı anda kolumu da kaldırmam gerektiği için üstümdeki kumaş pes ederek sağ omuzumdan kaymış ve askısı koluma doğru sarkmıştı.

Askının hareketiyle birlikte bakışları refleksle çıplak omuzumu bulduğunda sinir katsayım artıyordu. Daha fevri bir biçimde kadehe uzanacakken dudaklarını yaslayıp benim iki üç yudumluk şarabımı tek bir yudumda ağzına yuvarlaması beklenmedikti.

Boşalan kadehi bana doğru uzattı. Çatılan kaşlarımla ona bakıyorken bina boşluğunun tam karşısından, ilerideki kapıdan anahtar sesi duyulduğunda sinirden çığlık atıp bağırmamak için dilimi ısırdım.

Leman Hanım’ın birkaç saniye sonra kapıyı aralayacağını anlatan sesler eşliğinde ilk yaptığım Cevahir’in koluna parmaklarımı sıkıca sarıp onu içeri çekmekti. İstemese onu içeri çekmeye gücüm yetmezdi ancak zaten o dünden razıydı.

Evin içine adımladığı anda kapıyı sertçe kapattım.

Holün ortasında karşı karşıya ve az önceye oranla çok daha az mesafe boşlukla ayaktaydık. “Şans eseri satın almadıysan eğer, damağın lezzetli bir kırmızıyı ayırt edebilmekte fazla başarılı.”

Duraksadım. Her şey bitmiş geriye şarap sohbeti yapmamız mı kalmıştı?

Yüzümdeki hafif karmaşık ifadeden ne söyleyeceğimi anlayabildiğini düşünüyordum. Fakat umurunda değildi. Her şey onun istediği şekilde, istediği anda gerçekleşsin diye programlanmıştı sanki.

“Bunu mu söylemeye geldin evime?” dedim terslenerek.

“Doğru hatırlıyorsam bana olumlu bir yanıt verdin, Seray.”

“Sen bana bir soru sormadın,” dedim başımı iki yana sallarken. “Bana şantaj yapıyorsun.”

Omuzları oldukça yavaş ve az şekilde hareketlendi. “Her neyse,” dedi bu kısım önemsizmiş gibi. “Olumlu konuştuktan sonra odamdan çıkıp gittin, sence konuşacaklarımız bitmiş miydi?”

Elinde duran boş kadehi alıp kafasında parçalamamak için beni durduran engeller kesinlikle güçlü engeller değillerdi. Beni zorlamaya devam ederse birazdan şaraptan farksız bir kırmızıyla evimin zeminini renklendirecektim.

“Vazgeçtim,” dedim sakince. Ağzımdaki buruk tat içtiğim içkiden değil, bugünün bünyemde bıraktığı etkidendi. “İstediğin sırrı, istediğin herkese anlat Avcıoğlu; seninle evlenmeyeceğim.”

Ona kapıyı açtığımdan beri, hatta bugün öğle saatlerinde beni yanına çağırdığı andan beri ilk kez ifadesindeki kendinden emin, narsistik tavır sarsıldı. Hızla toparlanmıştı ama ben o anı kaçıramayacak kadar keyifliydim.

“Öyle mi?” dedi kaşları havalanırken.

Dudaklarımı kıvırarak başımı salladım. “Öyle,” dedim rahatça.

Sağ elinde duran kadehi yine sağında kalan yüksek ve ince konsola bıraktığında aniden onu çok daha yakınımda buldum. Az önceki mesafenin yarısını da silip atmış ve kendini fazlasıyla bana yakın bir yerde durdurmuştu.

Aramızda elle tutulur bir otuz santimin var olduğunu ölçmesem de hissedebiliyordum. Boynumu geriye doğru yatırıp ona baktığımda onu alttan bakışlarla süzüyormuş gibi görünüyordum.

“Seray…” diyerek konuşmaya başladı. Adımı kısık bir şekilde seslendirdiğinde gözlerimi peş peşe kırptım. Kapıyı açmadan önce kaybolmaya yüz tutan bilincim şu an yerli yerindeydi. Cevahir Avcıoğlu çakırkeyifliğe kesin çözümdü.

“Sana kendimle ilgili küçük bir bilgi vermemi ister misin?”

Sorusunu asla beklemediğimden birkaç saniye susup kaldım. O saniyelerin sonunda ben konuşamadan kendisi devam etti.

“Bugüne dek isteyip elde edemediğim hiçbir şey olmadı,” dediği anda tepem atmıştı bile.

Dudaklarımı aralayıp aklıma gelen tüm saldırıları üzerine yönlendirmek üzereyken kalın işaret parmağı dudaklarımın tam ortasında bir engel görevi üstlenince anlık da olsa sesim kesilmiş oldu.

“Hayır, elde etmek istediğim şeyden kastım sen değilsin.” Neye sinirlendiğimi anlayacak kadar aklı olmasına sevinmeli miydim yoksa şu an ona maruz kaldığım için ağlamaya başlamalı mıydım?

“İstediğim şey bu evlilik ve öyle ya da böyle istediğim olacak.”

Parmağı dudaklarımdaydı, üstümdeki kumaş parçasından farksız gecelik beni asla saklamıyordu ve bedeninden akın eden sıcaklığı derince hissedebileceğim kadar yakınımdaydı.

Cevahir son cümlesini söyleyip parmağını dudaklarıma sürterek çektikten sonra solunda kalan geniş iki kanatlı kapının salona açıldığı kabak gibi ortada olduğundan hiç düşünmeden oraya doğru ilerledi. Geniş sırtına, sırtını sıkıca saran beyaz gömleğe bakmayı olabildiğince hızlı kesip ona olan tüm hislerimin nefretin türevleri olduğunu kendime hatırlattım.

Peşinden ilerleyip sinirimi kusmadan önce odama uğrayıp geceliğimin üstüne onunla takım olan dizlerime doğru inen sabahlığı geçirmiştim. Odadan çıkmadan boy aynama gözüm takıldı. Gür saçlara sahip olduğumdan her an kabarma tehlikesi geçiren siyah tutamları elimle gelişigüzel düzeltip ayaklarımı yere vura vura salona yöneldim.

Ayağımda topuklular olmasına ve yeri çiviler gibi delen adımlar atmaya alışkındım özellikle o etraftayken. Ancak evimde böyle bir şansım yoktu. Geceliğin altına topuklularımı giysem… Biraz farklı bir görüntü olurdu.

Salona girdiğimde Cevahir’i koltuğun ortasında kendi evindeymiş gibi rahatça oturmuş halde bulmuştum. Orta sehpaya bıraktığım şarap şişesini elinde tutuyor, parmaklarıyla kavradığı şişeyi inceliyordu.

Bildiği bir markaya ait olmayan, sürekli peşinde koştuğum bağbozumları ve tadımlar sayesinde edindiğim şişelerden biriydi. İtalya’da tatlı bir kasabada, yerel bir üzüm üreticisinin hediyesiydi bana.

“İçecek misin?” diye sordum. Daha çok ‘zıkkımın kökünü iç’ der gibi tonlamıştım, umarım hisseder ve içselleştirirdi.

“Yarılamışsın şişeyi, kalanını da içip beni sarhoş sarhoş dinlemeni istemem. İçeceğim evet.”

Şarabı beğendiğini, asıl konunun beni sarhoş etmemek değil o şarabı içmek olduğunu anlamama rağmen ses çıkartmadım.

“Kadeh..?” dedi hemen sonra. Omuz silktim. “Nereye bıraktıysan oradadır.”

Yüzünde değişik bir ifade belirdi. Ben çözemeden de ayaklanıp konsola bıraktığı boş kadehle geri dönmüştü bir dakika içinde.

Kadehi dolduruşunu tek işim buymuş gibi izlerken aslında gözüm dalmıştı. Parmaklarının hareketlerine kilitlenmiş gibi göründüğümün farkına varır varmaz bakışlarımı hızla çektim.

Belimde küçük bir kurdele gibi bağladığım sabahlığın izin verdiği ölçüde bacağımı diğerinin üzerine atarak onun çaprazında kalan koltuğa oturmuştum. Ben hafif ona dönüktüm ancak Cevahir karşısındaki televizyon ekranına doğru dümdüz duruyordu. Konuşacağı kişi ben değildim de oradaki bir gölgeydi sanki.

Bir an, kısacık ama belki de sonradan beni bunu yaptığıma pişman edecek kadar önemli bir an için zihnim bana bir farkındalık yarattı.

Duruşuyla, elindeki güçle ve bitmek bilmeyen varlığıyla herkesin gözdesi bir adamı böyle içi boş bir evlilik yapmaya bu denli sert şekilde itiyor olan neydi?

Hayatın sizi nereden vuracağı gerçekten belli olmuyordu. Dün empati yoksunu diye içinizden hakaretler ettiğiniz adama bugün yoksunluğuna rağmen empati yapma zorunluluğu hissedebiliyordunuz.

“Evde kaldığın için aileden mi atılıyorsun?” diye sordum iğneleyici bir şekilde. “Bu yüzden mi evlilik diye yanıp tutuştun yoksa?”

Yaşının otuz üç olduğunu biliyordum, aramızda dört yaş vardı. Evde kalmak kadar saçma bir kalıp da duymamıştım ama bu, bu kalıbı onun sinirlerini zorlamak için kullanmayacağım anlamına gelmiyordu.

“Evet,” dediğinde alaycılığıma gerilmek yerine uyum sağlaması bir an için beni güldürecek gibi oldu. Benim bozulan ciddiyetimin onda da yansıma bulmasını bekledim. Verdiği yanıtın ciddi olmadığını tıpkı benim sorum gibi iğnelemeden ibaret olduğunu belli etsin diye gerçekten beş on saniye kadar durdum.

Ancak beklediğimin tam aksine, ifadesi gevşemek yerine çok daha katı bir hale büründü. Kaşlarım istemsizce çatılırken bunun ne demek olduğunu anladığımda kabullenemeyerek başımı iki yana sallamıştım.

“Bana böyle bir saçmalık yaşanmadığını söyler misin acilen?”

Elinde çevirip durduğu kadehten koca bir yudum aldı. Boğazı kurumuş ya da belki boğazı yanıyormuş gibi görünüyordu dışarıdan.

“Cevahir,” dedim ısrarla. “Böyle anlamsız bir sebeple mi sen benim hayatımı da masaya yatırdığın bir kumar oynuyorsun?”

Gözlerini açık olmayan televizyon ekranına odaklamış, oradan hiç çekmiyordu. Ben inatla ona bakmayı sürdürsem de gözleri bana çevrilmemişti.

“Neden bir ay önce aniden Vita’ya geldiğimi hiç düşündün mü?” diye sorduğunda sesindeki hiçlik iç üşütecek kadar sertti.

Duraksamıştım. Geldiğinden beri her şeyi kendi isteğine göre şekillendiriyor olmasına öylesine odaklıydım ki neden geldiğini düşünme fırsatım olmamıştı. Bana bunu sorduğunda aklımda yalnızca her şeyi dallandırıp budaklandırmaya bayılan Ceylin’in zor durdurduğum dedikodusu belirmişti.

Bir ay önce, Cevahir Avcıoğlu henüz Vita’ya gelmeden gerçekleşen konuşmayı anımsadım.

*

“Seray hocam… Çok çok ama çok önemli bir değişiklik içerdiği için bu ayki sizinle dedikodu yapma hakkımı kullanabilir miyim şu an?”

Bilgisayar ekranından küçük bir dosya işi hallediyorken içeri kapıyı tıkladığı gibi koştur koştur giren Ceylin’e göz ucuyla baktım.

Aramızdaki gereksiz bilgi alışverişi yapmama anlaşmasını ona aylık olarak bir kez bozma hakkı tanıdığımdan fazlasıyla ciddiye alıyordu.

“Dinliyorum Ceylin, neymiş çok ama çok önemli olan?”

Odamın kapısını yavaşça kapattı. Masamın önündeki sandalyeye yerleştiğinde direkt dirseklerini masaya dayayıp bana dönmüştü. “Yöneticimiz değişiyormuş.”

Tedirginlikle başımı dik tutmaya çalıştım. “Başhekim mi?” diye sorduğumda alacağım cevaba karşı kurduğum koruma kalkanının ne ölçüde işe yarar olduğu tartışılırdı.

“Hayır,” dedi Ceylin hemen. “Vita’nın yöneticisi, yani Levent Avcıoğlu’ndan bahsediyorum.”

Kaşlarım havalandı. Az önceki gerginliğim yok olmuş ve yerini meraka bırakmıştı.

“Neden değişiyormuş?”

Çocuk gibi hevesli bakışlar attı bana. Anlatacaklarını merak etmem onu heyecanlandırmıştı belli ki.

“Orasını bilmiyorum ama bazı kaynaklarım diyor ki kuzeniyle yer değiştiriyor olabilirmiş.” Devam et der gibi başımı oynattım.

“Yani Avcıoğlu ailesine bağlı olan her şey aslında tek elden, holdinglerinden yönetiliyor. Vita hastane olduğundan yönetimde ayrıldığı için ise yöneticisi farklı…”

“Ee..?” dedim artık dayanamayarak. “Sadede gelsen mi artık Ceylin?”

“Of Seray Hanım ya… Heyecan yaptırmıyorsunuz, dedikoduyu yapmaya yapmaya körelmişsiniz.” Hüzünlenmesine ve hüzünlenme sebebine içi boş bakışlar attım. “Ay tamam, diyorum ki diğer kuzen holdingden buraya geliyor; Levent Bey de oraya gidiyor. Hesabı siz yapın yani.”

Levent Avcıoğlu varlığı ve yokluğu bir yöneticimizdi. Büyük bir sorun olmadıkça yüzünü gördüğümüz yoktu. Dolayısıyla gidişine üzülmüş değildim ancak durum biraz aklımı karıştırmıştı.

Levent Avcıoğlu’nun bir nevi aile içi yönetimde terfi alması, o bunu kazanırken de kuzeninin koca holdingden bir anda Vita’ya yönetici olarak gelmesi düşündürücüydü.

O an düşünecek çok vaktim olduğunu sanmış olsam da, gelecek günlerin beni sadece bir adama yönelik nefretle doldurup taşıracağını ve bu detayları bir ay boyunca hatırlamamak üzere unutacağımı hesaba katmamıştım.

*

“Neden bir ay önce aniden Vita’ya geldiğimi hiç düşündün mü?”

Cevahir’in sorusuyla birlikte saniyeler boyunca haftalar öncesinde bir yerde takılı kalmış ve kendi kendime suskun bir biçimde düşünmeye dalmıştım.

“Levent Bey de evli deği-…”

Aklımda yerleşen parçaları hızla bütün halde görüp ona aktaracakken ilk cümlemin sonu gelmeden keskin bakışlarının hedefi olmuş ve istemeden sözcüğün ortasında susmuştum.

Bu ismin onda pek de iyi şeyler çağrıştırmadığını anlamak zor olmamıştı. Yüzüne bakmamla bu gerçeği kavramam eşzamanlıydı.

“Evlenmek seni holdinge geri mi götürmüş olacak?” diye değiştirdim sorumu, sorunun içinde malum ismi anmamaya dikkat ederek.

Evet ya da hayır demedi. Bunu umursamadan başka bir şey sordum ben de. “Senin evlenme planın ortaya çıktığında aynısını yapmayacağını nereden biliyorsun?”

Soyadları ve damarlarında akan kan ortaktı. Muhtemelen fikirlerinde de bolca benzerlik vardı.

Dudakları kıvrıldı. “Aksine,” dedi sesinde belli belirsiz bir keyif doğmaya başlamışken. “Aynısını yapıp evlenecek olduğunu, hatta belki evlenme hızıyla beni sollamaya çalışacağını çok iyi biliyorum.”

Yüzümü buruşturdum. Ben mi saftım yoksa o dolambaçlı yollardan geçerek mi anlatıyordu durumu?

“Onun kiminle evlenmeye çalışacağını çok iyi biliyorum, Seray.” dedi gözlerini gözlerimden ayırmadan. “Karım olmanı en çok da bundan istiyorum zaten.”

Evlenmek istiyorum demesiyle aynı ana fikre sahip olsa da öyle karşımda durup bastıra bastıra ‘karım’ dediğinde diğer bacağımın üstünde duran bacağım hafifçe kasıldı. Sahip olacağımı aklıma hayalime bir an bile getirmediğim bir sıfatı üzerime almanın eşiğindeydim. Cevahir Avcıoğlu’nun karısı olmaya giden yolda köprüden önce son çıkıştaydım.

“Kılını bile kıpırdatmadan, sadece yanımda durarak bana bu oyunu kazandırırsın.”

Cümlesinin altında yatan asıl mesaj koca bir karşılaştırmaydı.

Levent Avcıoğlu’nun şayet evlenirse kiminle evlenecek olduğunu ve hatta o kadının kim olduğuyla birlikte nasıl biri olduğunu da biliyor görünüyordu. Aramızda yaptığı bu karşılaştırma da ne tesadüf ki benim üstünlüğümle sonuçlanıyordu Cevahir’in terazisinde.

“Aranızdaki bu çekişmeye rağmen yaptığın evliliğin gerçek olduğuna inanacak kadar aptal bir adamla karşı karşıya olduğumuzu sanmıyorum,” dedim dürüstçe. Eğer bu oyuna ortak olacaksam, sırlarımın korunmasının yanı sıra gerçekten güçlü ve düzgün desteklere ihtiyacım vardı.

Gözlerinde yanıp sönen parıltıyı çok yakınımda olmamasına rağmen anbean görmüştüm. Kendine olan güveninin boyutu beni her seferinde ‘bir sonraki seviye mümkün değil’ dedirtecek kadar şaşırtıyordu.

“Güven bana, doktor.” dedi aynı anda başını hafifçe sallarken. “Gerekirse bu evliliğin gerçek olduğuna seni bile inandırırım.”

Ona belli etmemeyi umduğum bir gizlilikle yutkundum. Ona güvendiğim falan yoktu, ancak tıpkı gerçekleşecek olan evlilik gibi bunu da oyun varsayabilirdim. Aynı anda ona güvendiğime ve karısı olduğuma dair bir oyunu yürütebilecek akla sahiptim.

Avcıoğlu bana akıl eksilten skandallarla gelmeye devam etmediği sürece de bu kolay kolay değişmeyecekti.

 

~

 

“Bu şişeyi nereden aldığın sorusuyla başlayacağım,” derken elindeki kadehi bakışlarıyla işaret etti. “Kahretsin ki damağımda daha önce böyle tatlı bir şey gezinmemişti.”

Sinir bozucu bir biçimde güldüm, en azından öyle olmasını umuyordum. Ancak gülüşüm gözlerimde duran bakışlarını yanağıma doğru çektiğinde dikkatini sağ yanağımdaki derin çukurun çektiğini fark etmiştim hemen.

Gülmeye bayılmadığım için -doğrusu gülmeye aşina olmadığım için- öyle her an ortada olmayan gamzelere sahiptim. Sağ yanağımdaki derin çukur, solumdaki daha az belirgin ama yine de gözden kaçmayacak diğer çukurla hizalanmıştı.

“İkincisini bulamayacağın bir şişeydi, yarısını senin heba etmene neden izin verdiğimi düşünüyorum hatta şu an…”

“Getirtirim, bir İtalyan şarabı olduğunu tahmin ediyorum ama markasını göremiyorum.”

Başımı omuzuma doğru yatırdım. “Benim rastgele uğradığım Puglia kasabalarını tek tek dolaş, üreticilerle aranı iyi tut ve sana bir şişe hediye etmelerini bekle o halde Avcıoğlu. Elindeki şişe servetini saçıp satın alabileceğin bir şişe değildi.”

Tadarak şarap ayırt edebilmesine olan tebriklerimi içimde tutuyordum. İtalyan olduğunu anlamıştı, aferindi ancak sesli olarak dile getirmeyecektim. Ona böyle bir zevk tattırmaya niyetim yoktu.

Az önce ‘şişeyi nereden aldığın sorusuyla başlayacağım’ derken kastettiği aslında benim ona sunduğum ‘başka derdin ya da sorun varsa anlat ve artık git’ teklifiydi.

“Bu soruya da cevap bulduğumuza göre…” dedim ellerimi birbirine bir kez vurarak. “Evli evine, köylü köyüne artık.”

“Ne evli ne de köylü kategorisinde değilsem…”

Sabır dileyen bir iç çektim. “Bana ait sınırları terk et ve nereye gidersen git artık, yeterince sinirlerimi bozdun bugün.”

“Alkollüyken araba kullanmamı mı tavsiye ediyorsun, doktor?”

Alkolden kastı onu asla etkilemediği belli olan yarım şişe şaraptı. En ufak bir sarhoşluk belirtisi yoktu.

“Taksiler var böyle sarı sarı, çağırıyorsun ve seni istediğin yere belli bir ücret karşılığı götürüyorlar. Daha önce denedin mi?”

Başını geriye atarak kısık bir biçimde olsa da güldü. Çıkıntısını gözümün önüne soktuğu boynuna bakmamaya çalışarak bu anın bitmesini bekledim.

“Altta kalmamaya öylesine programlanmışsın ki,” dedi hafif bir hayretle. Başı eski haline dönmüş, bakışları üzerime çevrilmişti. “Nefes bile almadan cevaplıyorsun beni.”

“Kim sever ki altta kalmayı?” diye sordum düşünmeden. Belki de artık biraz düşünmeye başlamalıydım. Zira söylediğimin nereye doğru çekilebileceğini ilk anda hiç hesaba katamamıştım.

Bakışları biraz donuklaştı. “Bilmem,” dedi sakince. “Öğrenebilmen için elimden geleni yaparım ama.”

Boğazımı temizler gibi küçük bir öksürükle yerimde doğruldum. “Her neyse,” dedim oyalanmadan. “Çağırıyorum taksiyi, adresini unutacak kadar sarhoş görünmüyorsun. Başka bahane bulman için bekleyelim mi ya da..?”

Ayaklandı. “Gerek yok taksiye, araba kullanabilirim.”

“Az önce öyle demiyordun.”

“Şimdi böyle diyorum ama.”

Dişlerimi sıktım.

“Git artık.”

Yanaklarını dolduran sakallarının arasından geçirdiği parmaklarının hareketini takip ederken ben de ayağa kalktım.

Davetsiz ve istenmeyen, ayrıca tatsız bir misafir olsa da misafirdi işte. Kapıdan uğurlayabilirdim.

Peşine takılıp dış kapıya yöneldiğimde o çoktan varmış ve kapıyı da açmıştı. Bina boşluğuna çıktığında ben de kapı eşiğinde durarak bekledim. Son bir şey söylenecekse de bu fırsatı ona tanımış ve susmuştum.

Konuşmazsa vedalaşmamız benim ‘git artık’ deyişimle gerçekleşmiş olacaktı.

Cevahir hareketlenmeden önce başlangıcı dikkatimden kaçan ve dolayısıyla gerçekleşmesini engelleyemediğim bir trajedi yazıldı kader tarafından.

Koridorun diğer ucundaki kapı bir anda açıldı. Elinde bir çift ayakkabı tutuyor olan Leman Hanım, pek sevgili karşı komşum beliriverdi on adım kadar ötede.

“Aa,” diyerek geceye gökten düştü sonra hemen. “İyi geceler Seraycığım, hem sabah boşuna uyanmayayım hem görevliye de kolaylık olsun diye çöpü bırakıyordum tam kapıya.”

Gecenin ortasında kapıda belirmesini bu şekilde açıklarken gözleri benimle konuşmasına rağmen Cevahir’deydi. İlk defa insan görüyormuş gibi bakmasına birazdan kendimi kapıya vurup bayıltarak karşılık verecektim.

Binada çöpler öğlen ve akşam olmak üzere iki kez alınıyordu bina görevlisi tarafından, attığı yalanın bari bir dayanağı olsaydı. Sabah kimse çöpünü almayacaktı bu kadının. Sırf bizi dikizleyecek diye bütün apartmanı çöp kokusuna boğacaktı resmen.

“İyi geceler,” dedim pek sevgi dolu çıkmayan sesimle. Ondan kaçmak için Cevahir’i içeri çekmiş ve eve almak zorunda kalmıştım. Şimdi ise bunu boşu boşuna yapmış durumdaydım.

Leman Hanım’ın meraklı bakışları ve benim ateş saçan bakışlarım arasında bir noktada duran Cevahir varlığını hatırlatır gibi öksürdü hafifçe.

“Ay size de iyi geceler bu arada, kusura bakmayın böldüm ben.”

Cevahir’in öksürüğüyle birlikte konuşma birden benden kopup ikisi arasına sıkıştı.

Cevahir’in kadını yanıtsız bırakmasını ya da bir ihtimal ters bir şey söyleyip doğduğu güne pişman etmesini umuyordum. Ve tabii ki Cevahir Avcıoğlu bana umduğumu değil, asla ummayı bile düşünmediğimi bahşetmişti.

Başıyla selam alır gibi ‘iyi geceler’ dileğini kabul ettikten sonra, Leman Hanım kapıyı açtığında yarı çevirdiği bedenini yeniden tamamen bana döndürdü.

Belime dolanan kolunu, sabahlığın kaygan kumaşının gömleğiyle birlikte hışırdamasını ve o kolun beni önümdeki iri bedene doğru yükseltmesini beklemediğimden donakalmış haldeydim.

İkimiz dışında her nereden bakılırsa bakılsın dudaklarıma konmuş gibi görüneceğine emin olduğum; ancak aslında dudağımın kenarına, derin olmayan gamzemin tam üstüne bastırdığı dudaklarından yudumladığı şarabın kokusu sızıyordu.

Kolunun esaretinde kuş gibi çırpınıp kendimi geriye atmamak için kasıldım.

“İyi uykular, amore mio.”

*aşkım, sevgilim (İt.)

Sesini kulağıma oldukça yakın ve bir o kadar da sessiz sonlandırabilirdi, ancak yapmadı. Sesini duyurmak istediği asıl ismin ben olmadığımı göstererek ortalama bir şekilde, sesi gayet kolay koridorun diğer ucuna ulaşacak halde konuşmuştu.

Leman Hanım gibi ‘aşk’ delisi bir kadının basit bir İtalyanca çeviriyi yapamayacağını sanmıyordum. Her dilden romantik filmler izlediğine yemin edebilirdim. Üstelik bu sözcük ‘ben aşka dair bir şey fısıldıyorum’ diye resmen alarmlar çalıyordu.

Az önce de yapabileceği o fısıltıyı şimdi kullanmaya karar veren Cevahir dudaklarının rotasını yanağımdan kulağıma doğru çektiğinde sözcükleriyle birlikte nefesi de kulağıma çarpmıştı.

“İlk seyircimiz kutlu olsun o halde, doktor.”

Dediği gibi… İlk seyircimiz kutlu olsundu.

Son olmayacağı ve diğerlerinin ilk seyirciyi aratacağı açıkça belliyken aklı olanın kıyısından geçmeyeceği bir kıyamete koşar adım atlamıştım artık.

 

~

 

Pazar sabahım uyku tutmadığı için oldukça erken başlamıştı. Tatil günlerimde uyuyamadığımda güne olan puanım fazlasıyla düşüyordu. Üstelik dünün tamamını da önceki gecenin davetsiz misafiri hakkında düşüncelere boğularak geçirmiştim.

Sabah gözlerimi araladığımda aslında hayatımda -evcilik oyunu dışında- bir farklılık yoktu.

Aç hissetmesem de kendime zengin bir kahvaltı hazırlayarak oyalanmaya başladığımda ise çok geçmeden telefonuma düşen bir mesaj eşliğinde günüm tepetakla olmuştu.

Tuğçe Öcal:

Günaydın Seray abla (10.36)

Annem gelemeyeceğini söyledi aslında ama ben yine de olur da hastanede işin erken biterse diye nerede olacağımızı bil istedim

Biz çoktan geldik ama öğlen herkes gelmiş olur, çok erken dağılmayız sen vaktin olursa geç olsa bile gel lütfen

*konum paylaşıldı.

Ardı ardına telefonuma düşen bildirimler eşliğinde kurduğum masanın başındaki sandalyeye çökmüş ve bir süre öylece ekranı izlemiştim.

Bana birkaç dakika gibi gelen ama aslında yirmi dakikayı aşan sürenin sonunda biraz silkelenip telefonu elime aldım.

Günaydın (11.00)

Uğrayabileceğimi sanmıyorum ama çok naziksin teşekkür ederim

İyi ki doğmuşsun

Mesajların fazla soğuk ya da fazla samimi olmaması için özen göstermek zordu. Dengeyi tutturmak ikisinden birini yapmakla karşılaştırıldığında çok çok daha zor oluyordu.

Küçük bir hesapla Tuğçe’nin on dördüncü yaşını kutluyor olduğunu bulduğumda dudaklarım tembel bir kıvrımla hareketlendi. Yarım kadardı yaşı, onun iki katı bir ömür yaşamıştım. Ancak onun yarısı kadar değer görmemiş olmak bir an göğsümde ağır bir yangın başlattı.

İlk defa bunu düşünmüyordum, böyle düşüncelerle çok hüzünlenecek yaşlarımı da çoktan geride bırakmıştım. Büyümüştüm, öyle ya da böyle olgunlaşmıştım.

Yangının asıl nedeninin ne olduğunu içten içe biliyordum aslında. Bunu kesin hale getirmek için de yapabileceğim basit bir eylem vardı.

Üzerime kazak kumaşlı siyah kısa bir elbiseyi siyah ince çoraplarla birlikte geçirip topuklu, ucu sivri botlarımı giydim. Havanın çok açık görünmemesine güvenemediğim için arabaya binecek de olsam üstüme ince ama uzun bir kaban da geçirip evden çıkmıştım.

Otoparka geçip arabaya bindiğimde arabayı çalıştırmadan önce birkaç kez derin nefes almış ve ön camdan dışarıya bakıyorken içimden sayı sayıp durmuştum.

Direksiyonun sağında kalan tutacağa yerleştirdiğim telefonumda açık olan konuma ulaşmam bana kırk dakikadan fazlasına patlamıştı.

Arabayı bulduğum ilk boşluğa bırakırken aslında çok doğru bir nokta seçtiğimi biraz sonra fark edebildim.

Sol camdan dışarı baktığımda hemen yan tarafımda kalan butik bir kafeyle karşı karşıyaydım. Girişinde fazla geniş olmasa da estetik duran yeşil bir alanı vardı, iç kısmını göremiyordum. Görmem de gerekmemişti zaten.

Bahçesindeki masaların normalde ayrı ayrı durması gerektiği belliydi ancak hepsi u şekli alacak şekilde dizilmişti. Kafenin bir etkinlik için kapatılmış olduğu görülüyordu. Etrafta gezinenlerden birkaçının kafedeki çalışanlar olduğunu tahmin ediyordum.

Bakışlarım çalışanlardan ve kafenin ambiyansından sıyrılıp buraya varış amacımı bulduğunda kafamı geriye doğru, koltuğun baş kısmına bastırdım.

Tuğçe’nin hevesle masanın üzerindeki bir şeyleri düzeltmekle uğraştığını gördüm önce. Yüzünde heyecanlı bir gülümseme vardı. Bakışlarım onun üzerinde çok oyalanmadı. Ondan ayırdığım bakışlarımın arayışı pek uzun sürmedi.

Yeni hedefim hazırlanan masanın ilerisinde birbirlerine yaslı halde bekliyor olan çiftti. Hem tanıdık hem de bin kat el olan bir çift…

Tuğçe masayla uğraşıyor ve kocaman gülümsüyorken onu izleyen iki bakışın varlığını unutmuşa benziyordu. Oysa anne ve babasının kendisine eş gülümsemeleriyle ona baktığını görse muhtemelen hevesi daha da katlanırdı.

Boğazımda koca bir parça taş bekliyormuş gibi yutkundum. Böyle anların çaresiz hissettiriyor oluşundan nefret ediyordum. Kaçışım, gelmemek için uydurduğum yalanlarım da bundandı en çok.

Şimdi ise o çaresizliği buram buram hissetmek için buraya bile isteye kendi ayaklarımla gelmiştim.

Cevahir’e aklı başında bir insanın her şeye rağmen hayır diyeceğini biliyordum. Hissettiğinden olduğunu sanmıyordum ama kendisinden nefret edecek birini arıyorken aslında ona evet diyecek bir akılsızı da bulduğunu öğrenmemişti.

Bu evlilik benim önümü kesmezdi. Ben hiçbir zaman bir ailenin gerçek bir parçası olamayacaktım zaten. Bunu ağır ama fazlaca etkili yollarla birden fazla kez deneyimlemiştim.

Elde edebileceğim tek bağ, oyundan ibaret olmuştu; şaşırtıcı değildi. Madem oyun oynamam gerekiyordu, ben de oynardım.

Kazanırdım da.

Cevahir daha önce hiç kaybetmediğini söyleyip avantajlı olduğunu sansa da asıl avantaj benimdi.

Kaybetmeyi tatmadan kazanmanın hırsıyla tam olarak sarınmak zordu. Avcıoğlu kaybetmeyi bilmeyen acemi bir balıkken, ben oltanın ucundan son anda kendi çabasıyla kaçmış yaralı bir balıktım. O balık yaşama nasıl sıkıca tutunacaksa, ben de oyunumuza öyle tutunacaktım.

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm