Aykırı Çiçek 47.Bölüm
47.BÖLÜM
“Kabul etseydin hayatımız daha müthiş, harika ve sorunsuz
ilerlemez miydi İzgi ya!”
Yağmur’un sabahtan beri -hatta bir iki gündür-
tekrarladığı konuşması yeniden başa sardığında ağlayacakmış gibi sıkkın
bakışlarla ona baktım. “Ama etmedim.”
“Kabul etmedin, ama ayıp ettin gerçekten. Geçerdin şu yan
odaya, hepimiz rahat rahat çalışırdık.”
Çağla, Melih, Caner yetmiyormuş gibi Yağmur tarafından da
Burak’ın yerini doldurmam konusunda fazlasıyla baskıya maruz kalıyordum
günlerdir. Burak bombasını patlatmamın üzerinden dört gün geçmişti. Dört gündür
de bu dörtlüyü dinliyordum.
İlk gün, Acar net bir şekilde Burak’ın yerine geçmemi
istediğini söylemiş; ben de ondan daha net bir tavırla reddetmiştim. Benim
buradaki işim bir şeyler çizmekten öteye gitmemeliydi. Eğer giderse, hem
kendime sorumluluk yükleyip çok darlanacak hem de hakkım olmayan, muhtemelen
tecrübesiz birinin asla işe alınmayacağı bir pozisyonda çalışmış olacaktım.
Buna hiç gerek yoktu.
Benim yerime, düzgünce araştırılıp seçilecek bir
yöneticinin gelmesi çok daha mantıklıydı. Acar, benim ikna olmayacağımı
anladığında ısrar etmeden fikrimi onaylamış ve yeni birini bulmak için iş ilanı
açmışlardı. Ajansın ismi oldukça duyulmuş olduğundan bolca başvuru gelmişti,
insan kaynaklarının eleyerek birkaç kişiye düşürdüğü listeden son seçimi ise
dün Caner ve Acar yapmışlardı.
“Bu sefer eminim kılı kırk yarmışlardır seçerken, bir
Burak vakası daha yaşayacağımızı sanmıyorum. Rahat bırak artık İzgi’yi.”
Polat’ın yardımıma koşmasına gözlerimle teşekkür ettikten sonra saati fark
ederek ayaklandım.
“Öğlen olmuş, niye buradayız biz halen?”
Ömer yeni alacağımız proje için görüşmede olduğundan
odada yalnızca üçümüz vardık. Polat kolundaki saate baktıktan sonra kaşlarını
havalandırdı. “Harbiden, açlıktan ölüyorum zaten.”
“Sizi baş başa bırakıyorum bugün,” dedim sandalyeme
astığım, elbisemle aynı renk ceketi üzerime geçirirken. Melih ve Çağla’dan
sonra yeni shipim onlardı, ama şimdilik gözlem aşamasındaydım. Harekete
geçmekte acele edip korkutursam başarılı olmam zorlaşabilir diye düşünüyordum.
Asansörlere ilerleyip aşağı inmek yerine yukarı çıkarak
Acarların bulunduğu kata geldiğimde henüz masasından kalkmamış olan Caner ve
Acar’a asistanlık yapan Nisan’la karşılaşmıştım. “Hoş geldiniz!” diyerek alışık
olduğum enerjisiyle konuştuğunda gülümsedim. “Merhaba, Acar odasında mı?”
“Evet, henüz çıkmadı.”
Teşekkür ettikten sonra birkaç adım daha atıp Acar’ın
kapısının önüne kadar geldim. Kapıyı özellikle çalmadan kendimi içeri attığımda
kim olduğumu fark edene dek bir iki saniye sinir saçan bakışlarla kapıya
bakakalmıştı.
Gelenin ben olduğumu anladığında yüzü yumuşadı.
“Gelebilir miyim Acar Bey?” dedim odaya çoktan dalıp kapıyı kapatmamışım gibi.
Dudaklarını kıvırarak gülümsemeye yakın bir halde bana
baktığında topuklularımın odada yankılanan sesiyle masasının önündeki tekli
koltuklara yöneldim. Koltuğa yerleşip bacaklarımı çaprazladıktan sonra ona
doğru döndüm. “Öğlen çalışacak kadar delirmiş bir adam olmadığını söyler misin
bana, neden buradasın halen?”
Önündeki kâğıt yığınını kenara itti, hafifçe masaya doğru
yaslanıp eğildiğinde aramızda halen büyük bir mesafe olsa da az öncekinden daha
yakındık. “Başka bir planınız mı var Feris Hanım?”
Alt dudağımı yavaşça ısırıp düşünüyormuş gibi duraksadım.
Gözlerimi gözlerinden ayırmadan yaptığım bu hareket, onda bambaşka kapılar
aralamış gibi duruyordu. Acı kahve irisleri kıstığı gözlerinin arasında
küçülürken kıkırdadım.
“Çok ayıp Acarcım, aklın nerelere kayıyor senin iş
yerindeyken? Hiç yakıştıramadım.”
Burnundan sert bir nefes vererek güldü. “Akşam buradan
çıkmayacakmışız gibi rahatsın, gördüğüm kadarıyla.”
Başımı omuzuma doğru yatırdım. “Mesaiye kalırım belki.”
dedim ciddiyetimi koruyamadan.
“Yanıma gelsene bi’ sen.” dediğinde kaşlarım havalandı.
“Ne oldu?”
“Ekrandan bir şey göstereceğim, gel.” Bilgisayarını
işaret ettiğinde ayaklandım. Masanın etrafında dolanıp yanına ulaştığımda
bakışlarımı ekrana çevirecekken belime dolanan kolu ve beni kucağına doğru
çekmesi nedeniyle dengemi koruyamamıştım.
Tek dizine oturacağım şekilde kucağındaydım. “Kandırdın
mı beni?” dedim üzülmüş gibi.
Kucağında olduğum için ondan yüksekte kalıyordum. Burnunu
omuzuma doğru sürttü. “Kandırdım.” Ceketi teğet geçip tenime değen burnu
huylanmama sebep olduğunda yerimde kıpırdandım. Kalkacağımı zannederek
belimdeki tutuşunu sıkılaştırmıştı.
“Özledim seni.” derken boğuklaşan sesi gözlerimi kapatmama
sebep oldu. Bir iki gündür vaktimin neredeyse tamamını aileme ayırmıştım.
Teyzem, eniştem ve dedem bu akşam Muğla’ya dönüyorlardı. Bu birkaç günü onlarla
geçirmiştim bu yüzden.
Dayımın hemen dönmemesi ise sevindiğim tek ayrıntıydı.
“Ben de,” diyerek yanıtlarken bir elimi saçlarına uzatıp
ensesine uzanan tutamları yavaşça parmaklarımın arasından geçirdim.
“Bu akşam benimlesin, herhangi bir pürüz çıkacak olursa o
pürüzü de si-…” Dudaklarımı dudaklarına bastırarak yarıda kestiğim cümlesinin
devamı ağzımın içinde son bulmuştu. Saniyeler süren bir öpücüğün ardından
hafifçe geri çekildim. Dudaklarımız ayrılmış olsa da alnımı alnına yaslamıştım,
yüzlerimiz oldukça yakındı.
“Acıktım,” diye mırıldandığımda başka bir şeyler duyma
beklentisiyle gözlerime diktiği bakışları sarsıldı. Bu haline gülmemek için
yanaklarımın iç kısımlarını ısırıp çenemi kastım.
“Acıktın öyle mi?” İmalı bir sesle konuştuğunda bunu fark
etmemiş gibi masumca başımı salladım. Burnundan keskin bir nefes vererek güldü.
Ceketi kenara itip, elbisemin ince kumaşını yok sayarak tenime batan
parmaklarını hissedebiliyordum.
Bir şeyler daha söylemek için dudaklarımı aralamıştım ki Acar’ın
telefonu çaldığında duraksadım. Masadaki telefonuna uzanıp kulağına yaslarken
işle ilgili olduğunu anladığım konuşma oldukça içimi sıkmıştı.
Acar’ın asıl kişiliğinin tekdüze bir işkolikten ibaret
olduğunu bazen unutuyordum, benimleyken o halinden sıyrılıyor olması zihnimden
bu bilgiyi silip duruyordu.
Konuşma uzayınca dizinden kalkmak istemiştim ama belimden
sıkıca kavrayarak buna engel olmuştu. Ben de omuzuna doğru yaslanmış halde boş
bakışlarla etrafı inceliyordum.
“Akşam daha ayrıntılı konuşuruz o halde,” dedikten sonra
kısaca vedalaşıp telefonu kapattığında gözlerimi kısmış halde doğruldum.
“Hani akşam benimleydin, kimle konuşacakmışsınız Acar
Bey?”
“Sinirlendin sen sanki biraz Feriscim…” Alaycı bir
tavırla konuştuğunda avucumu yüzüne bastırarak onu ileri itmeye çalıştım. Avuç
içimi öpüp elimi nazikçe kucağına indirdi.
“Akşam birlikte bir işimiz var, konuşacağım kişi de orada
olacak zaten.”
Yüzümü buruşturdum. “Planımız iş mi gerçekten akşam
için?”
“Seveceğine inanıyorum bu işi ben.”
Hiçbir kuvvet
bana rahatça yayılmak varken ajanstan çıkıp çalışmaya devam etmeyi
sevdiremezdi.
~
“Üstümü değiştirseydim en azından, nereye gittiğimizi de
söylemiyorsun ki!” Trafikte kalışımız gittikçe boğulmama yol açarken, durmadan
söylenerek aynı sıkıntıyı Acar’a da yaşatmaya yemin etmiş gibiydim.
“Gerek yok dedim ya güzelim, üstündekiler iyi işte.”
Su yeşili ceket ve elbiseyle nereye götürüldüğüm hakkında
henüz bir fikir edinememiştim. “Daha rahat bir şeyler giyerim diye düşünmüştüm,
işimiz uzun sürecekse böyle darlanırım.”
“Rahat bir şeyler giymene izin verip seni oraya
götürürsem sen tarafından asıl darlatılan ben olurum, merak etme gayet ortama
uygunsun.”
Kaşlarım havalanırken merakla ona döndüm. “Resmi bir yere
gidiyoruz kesinlikle o zaman, lütfen toplantı gibi bir yemek olmasın Acar ya.”
Yarım ağız gülüp beni yanıtsız bıraktığında ağzından laf
alamayacağımı kabullenerek yola odaklandım. Yirmi dakika kadar daha devam eden
bir yolculuğun ardından araba tam olarak neresi olduğunu anlayamadığım bir
binanın önünde durdu.
Kapım, ben uzanamadan arabaya doğru yaklaşan vale
tarafından açıldığında çantamı alarak yavaşça arabadan indim. “Hoş geldiniz,”
“Teşekkürler,” diye cevaplarken bir yandan da önünde
durduğumuz yerin neresi olduğunu anlamaya çabalıyordum.
Acar arabanın anahtarını valeye verip yanıma ulaştı, bir
kolunu belime sararak girişe yöneldiğinde başımı yukarı doğru kaldırıp yürürken
ona baktım. “Neresi burası?”
Yüzümü ona doğru itmemi fırsat bilerek şakağıma yumuşak
bir öpücük bıraktığında gözlerimi kısa bir an kapatıp yeniden araladım. “Yeşillerini
benden ayırman zor oluyor biliyorum, ama kapıya bakarsan sorunun cevabını alacaksın
zümrüt göz.”
Tarihi görünümlü bir yapının önündeydik, içeriye girerken
geçtiğimiz ilk kapıda hiçbir şey yoktu ve bu beni Acar’a döndüren şey olmuştu.
Şimdi önünde durduğumuz kapıya baktığımda ise yüzümde beliren gülümsemeyle
yeniden Acar’a baktım.
“Sergiye geleceğimizi söyleyip beni yaklaşık 5 saat
boyunca söylenmekten kurtaramaz mıydın?”
“Öyle zevkli olmuyor; başımın etini yemene alışkınım,
onsuz yapamıyorum.” Çenemle omuzunu ittirdim. “Gıcığın tekisin biliyorsun değil
mi?”
“Hiç duymamıştım daha önce.” Yalancı bir şaşkınlıkla
konuştuğunda gülüşüm büyüdü. “Bundan sonra sık sık hatırlatırım, merak etme.”
“Girelim mi artık?” diyerek içeriyi eliyle işaret
ettiğinde başımla onayladım. Belimden çekmediği eliyle ikimizi ilerletirken
henüz serginin içeriğiyle ilgili bir şeyler görememiştim.
“Tasarıma yönetici olarak gelecek kişiye dün karar
verdiğimizi söylemiştim sana,” Konuşmaya başladığında içeriyi inceleyen
gözlerim onu buldu. “Serginin düzenleyicisi de o, ajanstaki işi kesinleşmeden
önce böyle bir görüşmenin daha iyi olacağını söyledi. Mantıklı geldi bana da.”
“Tablolar ona mı ait tamamen?” diye sorarken
heyecanlanmıştım. Acar’ın kaşları havalandı. “İlginizi çekti sanırım Feris
Hanım.”
Burak dramasından sonra yerine gelecek kişinin işletme
değil, sanat odaklı olmasına heyecanlanmam gayet normaldi bence. “İlgimi
çekeceğini bildiğin için beni buraya getirmemişsin gibi konuşuyorsun Acarcım.”
“Sen yine de gözünü benden ayıramıyormuşsun gibi yap,
buradaki en ilgi çekici şey hemen yanında duruyor zaten.”
Gözlerimi kırpıştırarak yüzüne baktım. “Tabloları
kıskanamazsın Acar, kendine gelir misin?”
Gözlerini devirir gibi oldu. Girişte dikiliyor olduğumuzu
hatırlayınca Acar’ı elinden tutarak sol tarafa doğru götürmeyi denedim. “Kaldık
böyle kapının önünde.”
Gözüme çarpan ilk tablonun önünde durduğumuzda, Acar tam
arkamdaydı. Sırtıma dayanan göğsünü hissedebiliyordum. “Her şeyin başlangıcının
da bir sergi olduğunu düşününce garip geliyor.” derken Melih ve Demet teyze ile
tanıştığım aylar önceki sergiyi kastetmiştim.
“O sergide Melih’le tanışmak yerine, direkt beni
görseydin… Sence çok şey değişir miydi?” Böyle bir soruyu beklemediğim için
afallayarak biraz duraksadım.
“Bilmiyorum ki,” diyebildim tam olarak bir cevap
üretemediğimde. “Sana adım atabilmem için beni cesaretlendiren Melih’ti, onu
tanımasaydım hep uzağında kalırdım belki de.”
Topuklularıma rağmen kapatamadığım boy farkımızı
kullanarak yanağını saçlarıma doğru yasladı. O günlerden bahsetmek zihinsel
olarak da beni geriye götürmüştü, aklım önümde duran tabloda değil geçmişte
dolaşıyordu.
Birkaç dakika aynı yerde oyalanmaya devam ederken Acar
koluma dokunarak ileride bir yeri gösterdiğinde başımı çevirdim.
Döndüğümde bir eli havada, bize selam veriyormuş gibi
duran bir bedenle karşılaşmıştım. “Serginin sahibi, aynı zamanda da bir aksilik
çıkmazsa yeni tasarım ekibi yöneticimiz.”
Acar’ın açıklamasını tepkisiz kalmaya çalışarak dinlerken
bize doğru ilerlemeye başlamış olan bedende duran bakışlarımı zorlukla geri
çektim.
“Acar Bey,” diyerek elini uzatmasını ve tokalaşmalarını
izlerken beni yanımıza gelmeden önce görmemiş olduğunu bakışları yüzüme
çevrilir çevrilmez donakaldığında anlamıştım.
“İzgi?” Adım bir soru soruyormuş gibi kuşkuyla
dudaklarından döküldüğünde şaşkınlıkla duraksayanlar listesine Acar’ın da
eklendiğini kasılan bedeninden hissedebiliyordum.
Onu tanımıyormuş gibi yapıp buradan çıkıp gitmek
istiyordum. Yağmur’u dinleyip yönetici olmayı kabul etmediğime pişman olmam
saniyeler içerisinde gerçekleşmişti.
“Tanışıyor musunuz?” Ben bir süre sessiz kalınca Acar
sabırsızca araya girerek bunu sordu, alacağı cevabın benim tepkim sebebiyle onu
şimdiden gerdiğinin farkındaydım.
“Gidebilir miyiz buradan?” Başımı tamamen Acar’a
çevirerek itiraz etmemesi için yalvaran bakışlarımla bunu söylediğimde
kahverengileri dikkatle yüzümün çevresinde gezindi. Soruları vardı, ama buradan
gerçekten gitmek istediğimi anlayarak alacağı cevapları ertelemekte bir sakınca
görmeden beni yavaşça hareketlendirdi. “Gidelim.”
“İzgi lütfen, beş dakika konuşabilir miyiz? Bu öylesine
bir tesadüf değil, elime sana açıklama yapma fırsatı geçmişken gitmeni
istemiyorum.”
Dirseğimin biraz altından kolumu tutan, yabancıladığım
dokunuş adımlarımın kesilmesine sebep olurken Acar’ın duraksamadan onun eline
uzanıp bana olan temasını kesişini gözlerimle takip ettim. “İyi akşamlar Ediz
Bey.”
Konuşmanın ve bu akşamın sonlandığını bastırarak belli
eden cümlesi ve ses tonuyla ikinci kez beni yürütmek için niyetlendiğinde
Ediz’in pes etmeden yine konuşması kulaklarımı kapatma ihtiyacıyla kasılmama
yol açtı.
“Geçmişimizin biraz da olsa hatırı yok mu İzgi? Sadece
kendimi açıklamak istiyorum.”
Sinirlerimin boşalmasına yeten, hatta artan cümlelerinden
sonra oldukça komik bir espriye maruz kalmış gibi sesli bir şekilde gülmeye
başladım. Sırtım o sırada Ediz’e dönükken, Acar’ın gülmeye başladığımda beni
sıkıca tuttuğunu hissetmiştim.
“Çıkıyoruz buradan şimdi, tamam mı bebeğim?” İyi
olmadığımı okuması zor olmayan Acar’ın aceleci hareketlerle beni çıkışa doğru
yürütmeye başlaması, temiz hava alabileceğimiz bir noktaya varana dek sürdü.
Yarın Ekim’in son günüydü, havanın artık akşam dışarıda
beklenildiğinde insanı ürpertecek kadar soğuduğu günlerdeydik. Yüzüme çarpan
rüzgâr beni üşütmek yerine rahatlattığında soluklandım. Acar beni bir an olsun
bırakmadan bedenimin yükünü tamamen kendi üzerine almıştı.
Valeye seslendiğini ve anahtarı istediğini duydum.
Ardından birkaç dakika içerisinde araba gelmiş ve binmiştik. Araba hareket
etmeye başladığında üzerimdeki ceketten kurtulma ihtiyacıyla doldum. Ceketi
çıkartıp arka koltuğa çantamla birlikte attıktan sonra kemerime uzanmak yerine
kollarımı göğsümde birleştirerek bekledim.
“Kimdi o herif Feris?” Acar’ın kontrollü tutmaya
çalıştığı, fakat ‘gerginim, sabrım yok’ diye haykıran sesiyle bakışlarımı
yavaşça ona çevirdim. Dikkati tamamen yoldaydı, göz ucuyla da olsa bana
bakmıyordu.
Dudaklarımı cevap vermek için aralamadan önce yutkundum. Bu konuşmanın sonunda ne Acar ne de ben
rahatlamış olmayacaktık.
~
“Ben suçluymuşum gibi davranıyor, resmen benden kaçıyor
Çağla.” derken kucağımda tuttuğum kabanımı sıkıca kavramış haldeydim.
Çağla beni durdurmak istese de onu dinlemeden içtiğim,
sayısını da unuttuğum içkilerin sözcüklerin ağzımdan çıkışını zorlaştırdığını
hissedebiliyordum. Harfleri yuvarlayarak konuşsam bile Çağla’nın beni anladığına
emindim, çünkü saatlerdir aynı şeyleri anlatıyordum.
“Belki de sen yanlış yorumluyorsundur İzgi. Acar’ın iç
dünyasını, onu yıllardır tanıyor olduğum halde tahmin edemiyorum ben. Aklından
neler geçiyor bilmiyoruz, oturup konuşsanız daha mantıklı olmaz mı canım
benim?”
Gözlerimin dolmaya başlaması alkolün mü yoksa
düşüncelerimin mi sonucuydu bilmiyordum ama her an ağlayacak gibiydim.
“Konuşamıyoruz ama!” dedim sitemle. “Bütün gün ajansta başını kaldırmadan
çalıştığı yetmiyormuş gibi, oradan geç çıkıyor, eve gittiğinde de çalıştığını
söylüyor. Benimle konuşmamak için bahane üretiyor.”
Kendi söylediklerim, kulaklarıma dolduğunda canım
acıyormuş gibi sızlanarak önümdeki bar tezgâhına doğru yaslandım. Çağla’nın
sırtımı sıvazlayan eli, şefkat görmüş bir bebek gibi daha da duygusallaşmama
sebep oluyordu.
Bugün ve dün tamamen benden kaçan Acar’ın, iki gün önceki
sergide olanlardan sonra bunu yaptığı açıktı. Ediz’in kim olduğunu
açıkladığımda bana tonlarca soru soracağını sanmıştım, ama tek yaptığı
sessizliğe gömülmek olmuştu. Bu beklemediğim tepkisinden sonra ben de ne
söyleyeceğimi bilememiştim ve araba beni ailemin yanına bırakana dek büyük bir
sessizlikle kaplanmıştı.
Sonraki iki gün ajansta birkaç kez şansımı denesem de
Acar sanki o akşam yaşanmamış gibi davranıyordu. Önceki günlerimizden tek
farkı, sürekli işiyle meşgul olup beni konuşmaktan alıkoymasıydı.
İçim sıkıntıyla dolmaya devam ederken ileride duran
barmene elimle buraya gelmesi için işaret ettim.
“Daha fazla içmesen mi İzgi? Çok gelecek, miden rahatsız
olmasın.”
Çağla’ya kısa bir an baktıktan sonra omuz silktim.
“Unutmak istiyorum her şeyi, zihnim rahatlasın istiyorum. Midemin rahatsız
olması umurumda değil.”
Aklıma gelen ve beni tamamen sarhoş edeceğini bildiğim
bir içkiyi sipariş ettikten sonra bardak önüme bırakılana dek boş bakışlarla
etrafı incelemiştim. İlk bardağı nefessizce bitirdikten sonra, meyveli bir
kokteyl içiyor olan Çağla’nın umutsuz bakışları altında aynı içkiden tekrar
istemiştim.
İkinci bardağın sonunu bulduğumda etrafım daha cıvıl cıvıldı.
Çakırkeyiflikten çoktan sıyrılıp, sarhoşluğa adım atmıştım. Tek amacım olanları
unutmakken, bunun dışında tüm etkileri yaşıyor olmama sinirlenerek içkimi
tazelettim.
Aklım koca bir boşluğa dönüşmeden buradan
ayrılmayacaktım.
~
Evin içini
dolduran zil sesi Acar’ın -saatin gece yarısına varmış olmasından dolayı-
irkilerek ayaklanmasına sebep oldu. Bu saatte habersizce kimin/neden gelmiş
olduğunu tahmin etmeyi deneyerek kapıya ulaşmıştı.
Güvenliğin
‘Melih Bey geldi’ diyerek yaptığı kısa açıklamadan sonra eliyle alnını
ovuşturarak haberi olduğunu söylemişti.
Kapıyı açıp
ikizinin yukarı çıkmasını beklerken gözleri karşı daireye takıldı. Buraya
taşındığından beri aynı kişilere ev sahipliği yapan daire, üç gündür boştu.
Fatih, Şeyda’nın ölümünün ardından Acar’la iletişime geçmekten kaçarak ansızın
taşınmıştı.
Yaşananları
düşündüğünde aklının sınırları zorlanıyordu. Birkaç cümleye sığabilecek kadar
kısa, ama birden fazla ömrü derinden sarsacak kadar yoğundu her şey.
Asansörün kapısı
iki yana açıldığında Acar yalnızca Melih ile karşılaşacağını sandığından hemen
ardından savsak adımları, Melih’in tutuşuyla ayakta durduğu belli olan
bedeniyle İzgi belirdiğinde dudakları şaşkınlıkla aralanmıştı.
Melih, İzgi’yi
bir nevi çekiştirerek eve doğru yürütüp Acar’a doğru yasladıktan sonra ellerini
tozlanmış gibi birbirine çarparak temizleme hareketi yaptı. “Teslimatı
gerçekleştirdiğime göre ben gideyim, size iyi geceler.”
Arkasını dönüp
Acar’ın herhangi bir sorusuna maruz kalmadan kaçma planını harekete
geçirecekken, “Melih!” diyerek dişlerinin arasından tıslar gibi seslenen
ikizini duyduğunda gülümsemeye çalışarak duraksadı.
“Söyle en
sevdiğim ikizim.”
“Ne olduğunu
açıkla, on saniyen var.”
Acar, neden
titrediğini anlayamadığı kollarındaki bedeni sıkıca tutarken aynı anda da
dikkatle Melih’e bakıyordu. İzgi, yüzünü göğsüne yaslamış halde sessizce iç
çektiği için sorularına cevap almak için Melih’i seçmek çok daha mantıklı
gelmişti.
“İzgi sarhoş,
Çağla beni arayınca yanlarına gittim. Çağla’nın ayık ve İzgi’nin sarhoş halinden
dinlediğim kadarıyla sorun kesinlikle sensin; ben de sorunun çözülmesi için
Göktürklere değil buraya getirmeyi seçtim.” Tek nefeste hepsini sıraladıktan
sonra asansöre dalmadan önce seslendi. “Çağla arabada, çok korkmuştur
kesinlikle, ben gideyim hemen.”
Asansörün
kapısı Acar itiraz edemeden kapandığında boş koridorda yalnızca ikisi
kalmışlardı.
“Feris?” Acar,
kısık bir sesle göğsüne devekuşu gibi gömülen İzgi’ye seslense de cevap
alamamıştı. Yavaşça çenesini kavrayıp başını kaldırdı, bu sayede yüz yüze gelmiş
oldular.
“İyi misin?”
diyerek görünüşünden cevabını çoktan almış olsa bile sordu. “İçeri geçelim,
gel.”
İzgi,
dakikalar geçtikçe bastıran sarhoşluğunun etkisinde bulunduğu yeri zar zor
algılayabilir haldeydi. Önünde duran bedenin Acar’a ait olduğunu anladığında
güç kalmayan bileklerini umursamadan onu göğsüne bastırarak itmeyi denedi.
Kırgın ve
kızgın hissediyordu. Acar tarafından, suçsuz olduğu halde köşeye itilmeyi
sevmemişti. Şimdi burada ne işi olduğu hakkında da bir fikri yoktu.
Gitmek
isteyerek Acar’ın tersi yönde, karşı daireye doğru dönmeye çalıştığında
bakışları kapalı duran daire kapısına çevrildi. Zihnindeki parçalar aniden
birleşerek bulunduğu yeri tanımasına neden olduğunda omuzları düşerken çenesi
titremeye başladı.
Yanaklarına
peş peşe akmaya başlayan yaşlar hızla boynuna yağarken gözlerini o kapalı
kapıdan hiç ayırmıyordu. Şeyda’yı ilk gördüğü andan beri yaşanan her şey
sarhoşluğuna rağmen zihninden taşmaya başladığında bacaklarının titrediğini
hissetti.
Acar, İzgi’nin
bakışlarının odağını gördüğünden onu ağlatmaya başlayanın ne olduğunun da
farkındaydı. Dişlerini sertçe birbirine bastırarak kendi duygularını kontrol
etmeyi denedi. İkinci hamlesi de İzgi’yi sıkıca sararak evin içine çekmek
olmuştu.
Kapıyı
ayağıyla iterek kapanmasını sağladıktan sonra bir adım ilerisinde yanaklarını
ıpıslak hale getiren yaşlarla yorgunca etrafa bakınan İzgi’yi itiraz etmesine
izin vermeden dizlerinin altından ve belinden kavrayarak kucakladı.
Sarhoşluğunun
verdiği fiziksel güçsüzlük ağlayışının yorgunluğuyla birleştiğinde İzgi
hareketlenmeye teşebbüs etmedi. “Ölmesini istememiştim, o benim ölmemi istedi
biliyorum ama her şeye rağmen ölmüş olmasını kaldıramıyorum. Biz olmasaydık…”
devamını getiremeden önce Acar, dudaklarını dudaklarıyla örterek susturdu.
Bu sırada
salona girmiş, üçlü koltuğa kucağındaki bedeni bırakmadan yerleşmişti. “Senin
bir suçun yok, birini suçlamak istiyorsan Fatih’i ya da beni suçla.
Düşüncelerinin ne denli hastalıklı olduğunu bile bile müdahale etmeyen bizdik,
sen bu hikâyede en masum olansın zümrüt göz.”
İzgi, halen
kucağında olduğunu fark ettiğinde bedenini zorlukla yana doğru atarak koltuğa
oturur hale geçmeye çalıştı. Acar, sıkıca tutup buna engel olmak istese de onu
zorlamadan kollarını gevşetmişti.
“Benden neden
kaçtın?” İzgi, kendini tutmazsa parça parça olup etrafa dağılacakmış gibi
hissederek kollarını bedenine dolayıp sarmışken yorgunlukla sordu. “Ediz’i
oraya ben getirmişim, durup onunla saatlerce konuşmuşum gibi bana neden
kırıldın Acar?”
Acar, İzgi’nin
sarhoşluğu dolayısıyla şu anın bu konuşmayı yapmak için doğru zaman olmadığını
düşünüyordu. Konuştuklarını yarın sabah unutmuş olacaksa, konuşmalarının bir
anlamı yoktu.
“Kırgın
değilim.” demekten kaçınmadı. “Üzerini değiştirelim, uyu bir an önce.” diye
ekledi ardından.
İzgi başını
omuzuna doğru yatırarak kısık gözlerle ona döndü. “Üzerinden iki yıl geçip
giden eski ilişkim gerçekten bu kadar büyütülmesi gereken bir sorun muydu?”
Acar gözlerini
karşısındaki yeşil irislere değdirmeden karşıdaki duvara dikti. “Üzerinden on
yıl da geçse, birini gördüğünde ruhun o akşamki gibi tepkiler verdiyse…”
Cümlesini
tamamlamadan sustuğunda İzgi sinirle yerinde kıpırdanarak bedenini tamamen ona
döndürdü. Karşıya diktiği bakışlarını kendi üzerine çevirebilmek için çenesini
yakalayarak yüzünü kendisine doğru çevirmeye zorlamıştı. “Verdiyse ne? Devam et
Acar, dinliyorum ben seni. Senin iki gündür yaptığının aksine karşındayım,
dinliyorum.”
“Sarhoşsun,
uyu ve dinlen. Yarın konuşuruz.” Acar, güç üstünlüğünü kullanarak
ayaklandığında İzgi güler gibi bir ses çıkarttı.
“Düşüncelerini
dile getiremeyecek kadar korkak bir adam mısın? Neyden çekiniyorsun?”
Acar arkası
ona dönük halde ayaktaydı, kapıya doğru adımlamaya başladığı için çoktan dönmüş
ve biraz uzaklaşmıştı. İzgi’nin söylediklerinden sonra ise duraksayarak
bekledi. Ani bir hareketle arkasını döndü. Koltuğun sırt yaslanan kısmına
avucunu dayayıp İzgi’nin bedenine doğru eğilerek üzerini gölgesiyle örttü.
“Ruhun o
tepkileri verdiyse, kalbinde de aklında da kapanmayan boşluklar kalmıştır
Feris. O herif geçmişte senin için ne demekti bilmiyorum, ama azalsa da
bitmemiş belli ki.”
Acar, daha
önce İzgi’den kendisinden önce tek bir ilişkisi olduğunu öğrenmişti. Bu, o an
için hiçbir problem teşkil etmese de sergide yaşanan kısa karşılaşma Acar için
taşları bambaşka yerlere sürüklemişti.
İlklerin her
zaman başka hissettiriyor olduğunu haykıran mantığı, İzgi’nin o akşamki
afallamış ve kırgın halini her saniye önüne çıkaran zihniyle birleşerek;
içinden çıkması imkânsız bir kapanda sıkışmasına sebep olmuşlardı.
“Ne?” diye
mırıldanabildi İzgi oldukça kısık bir sesle. İçtiği içkiler hiç var olmamış
gibi etkisini yitirirken, yüzüne bir kova soğuk su çarpılmış gibi irkilmişti.
Acar’ın tek derdinin kıskançlık olduğunu zannederek kendisini buna inandırmaya
çalışmıştı iki gün boyunca.
Ediz’e karşı
bir şeyler hissetmeyi sürdürdüğünü ima etmesini beklemiyordu. Beklemediği
yerden darbe aldığında şaşkınlıkla dudakları aralanmış, iki harflik bir soru
sözcüğünden başka bir şey dökememişti.
Acar, İzgi’nin
yüzündeki şaşkınlığın yerini yıkılmışlıkla bezeli bir ifadeye bırakmasını çok
yakından, anbean seyrederken onu sıkıca tutup boynuna yaslamamak için büyük bir
iradeyle direnç gösteriyordu.
İzgi titremeye
başlayacağını hissettiği dudaklarını bir kez daha aralamadan önce kırgınlık
oturan bakışları Acar’ın irislerine çarptı. Ediz’in halen kalbinde yer
edindiğini söylemesi, üstü kapalı şekilde -hatta belki de açıkça- Acar’a olan
aşkından şüphe duyduğu anlamına gelmiyor muydu?
~
Avuçlarımı koltuğa bastırarak sarsak hareketlerle ayaklanmaya
çalıştım. Eli sırtımı yasladığım yerde, bedeni üzerime doğru eğik halde duran
Acar önümde büyük bir engeldi. Onun beni durdurmasına izin vermeden ayağa
kalktım.
Hissettiklerim beni yere düşürecekmiş gibi ağır gelmeye
başlamıştı.
Acar’ın doğrulup bir duvar gibi önümde duruyor olmasını
umursamadan ilerlemeyi denedim. Buradan gitmek istiyordum. Kalbim ağrıyla
çırpınırken; her koşulda güvendiğim, ilk haftalarda beni delirtmesine ve
güvenimi kırmasına rağmen tereddüt etmeden affettiğim adamın tek bir akşamda
bana olan güvenini kaybetmesine inanmakta zorlanıyordum.
“Çantam nerede?” dedim kendi kendime mırıldanırken.
Acar’ın yanından geçip salonun kapısına ulaşacakken kolumu tutarak beni
durdurduğunda ateşe değmiş gibi hızla kolumu geri çektim. “Bırak!”
“Feris,” diyerek başladığı cümlesinin devamını merak
etmiyordum. Duyacaklarımı duymuştum, düşündüklerini gayet iyi anlamıştım.
“Taksi çağır, gitmek istiyorum.”
Kapıya doğru ilerlerken adımlarım olabildiğince hızlıydı.
Daha büyük bir patlama yaşamaya başlamadan önce yanından uzaklaşmak istiyordum.
“Saçmalamayı bırakır mısın, bu halde hiçbir yere
gidemezsin. Sakinleş, konuşalım.”
“Atölyeye giderim, tamam. Çekil önümden.” Kapının önünde
direk gibi dikilerek beni engellediği için onu çekmeye çalışıyordum. Bu sahne
uzadıkça içimdeki fırtına önceki sessizlik tüm kuvvetiyle beni boğmaya devam
ediyordu.
“Söylediklerimi yanlış anlıyorsun, sadece şüphelend-…”
İki avucumu aynı anda göğsüne sertçe vururken sitemle
sesimi yükselttim. “Şüphelendiğin şey aşkım, sana olan hislerimden
şüpheleniyorsun!”
Avuçlarım göğsüne yaslıyken ince bileklerimi iri
elleriyle sıkıca sardı. İtiraz etmesini bekledim, bekleyişim sonuçlanmadığında
sinir bozukluğuyla gülmeye başladım.
“Doğru söylüyorsun, ben aylardır sana âşık rolü yaparken
aklım hep Ediz’deydi. Geri dönmesini beklemiyordum, döndü ama. Şimdi
bırakırsan, ona gitmek istiyorum. Tamam mı?”
Yüzündeki, hatta bedenindeki tüm kasların kaskatı
kesildiğini hem gözlerimle hem de ona yaslı ellerimle hissettiğimde
söylediklerimin onu delirttiğinin farkındaydım. Aynı şeyleri kendisi söylerken
sorun olmamıştı, ben dile getirdiğimde de olmamalıydı o halde.
“Alma o piçin adını ağzına!” İki gündür sessizce kendi
içinde Ediz’e kurulduğunu biliyordum, bu şaşırdığım kısım değildi. Beni
şaşırtan öfkesinin, şüphesinin bana da taşmış oluşuydu.
“Neden? Sen söylemedin mi kalbimdeymiş hâlâ, dilimden de
dökülmemesi için bir sebep yok o zaman.”
Alaycı tutmaya çalıştığım tavrımla dik bir şekilde
karşısında durmaya devam etmeyi deniyordum. Söylediklerim, bakışları… Hepsi
canımı yakıyor olsa da dışarıya sadece sinirliymiş izlenimi vermek için
anlamsız bir çaba içerisindeydim.
Tuttuğu bileklerimi, canımı yakmasa da daha sıkı tutmaya
başladı. Gözlerinde yanan ateşi görmeye alışkındım. Tutkuyla, bazen aşkla
tutuşan alevler ilk kez saf öfkeyle kaplıydı.
“Gitmek istiyorum, bu geceyi burada geçirmeyeceğim Acar.
Gerekirse kapının önünde saatlerce beklerim, ama gideceğim.”
Ona yenilmeye alışkındım, ama bu kez bunu yapmayacaktım.
Gururumun kırıldığını, hislerimin parçalandığını duyumsarken hiçbir şey olmamış
gibi onunla aynı çatı altında beklemeyecektim. Ona baktıkça yumuşayacağını
bildiğim kalbime fırsat tanımayacaktım.
Ben sustuktan sonra oluşan sessizlik balonu şişerek
büyürken, balonu patlatan Acar’ın bileklerimi serbest bırakıp kapının önünden
çekilerek hızlıca içeriye doğru adımlamasıyla gerçekleşti. “Nasıl istersen.”
dediğini zar zor duyabilmiştim.
Portmantoda duran çantamı kavrayıp ayakkabılarımı ayağıma
geçirdikten sonra artık dik tutmaya gayret etmediğim, düşen omuzlarımla kapıyı
açarak kendimi dışarıya attım. Kapı ardımdan tok bir ses çıkartarak
kapandığında koridordaki soğuk boşlukta yalnızdım.
Asansöre doğru sarsak adımlar atarak çağırmak için tuşa
dokunduktan sonra omuzumu yavaşça duvara yasladım. Asansör kata geldiğinde
soğuğa maruz kalmamak için otoparka inerek atölyenin olduğu bloka geçmek için
diğer asansöre bindim.
Dizlerimdeki tüm gücün boşaldığını hissedebiliyordum.
İçeri girip bir köşeye sinene dek ayakta kalabilmek için kendimi zorluyordum.
Kapıya ulaştığımda çantamda olan anahtarı bulup kendimi içeriye attım. Kapıyı
sertçe iterek kapanmasını sağladıktan sonra salona ya da odalara gitmeye gerek
duymadan holde, kapının yanındaki duvarın önünde yere çökmüştüm.
Sırtımı yasladığım soğuk duvara bastırırken dizlerimi
kendime çekerek olduğum yerde küçülmeye çalıştım. Canımın yanmasına artık
alışmam gerekiyordu, neyin lanetini üzerimde taşıdığımdan habersizdim ama her
seferinde buna maruz kalıyordum ve buna ruhumun bir an önce aşina olmaya
başlaması gerekliydi.
Her seferinde dibi görmekten yorulmuştum.
Işıkları bile açmadan kendimi yere bıraktığım için ev hem
sessiz hem de karanlıktı. Bu içimi ürperterek bana yalnız hissettirdiğinde acıyla
inledim. Yalnız kalmak bana çocukluğuma dönmüşüm gibi hissettiriyordu böyle anlarda.
Odamda sessiz kalmaya çalışarak ağladığım, ağladığım fark
edilirse daha da sinirleneceğini bildiğim annemin gözüne gözükmeden yorganımın
altında sessiz hıçkırıklara boğulduğum geceleri bir anda silip atabilmem
imkânsızdı.
İzgi ağlardı, şanslıysa evde annesi olmaz ve Alpay
Levendoğlu fark edip ‘baba’ olduğunu anımsayarak yanında beklerdi. Bunun İzgi
için ne demek olduğunu tam kavrayamasa da, İzgi’ye dünyaları vermiş olurdu.
‘Canının
yanmasına izin vermem, olur da gücüm yetmezse, senin canın acırsa; yaralarını
gocunmadan bana göster ki ilacını birlikte bulalım. Benden saklanma can suyum,
izin ver geçmişten kalan ya da belki yarın açılacak olan tüm yaralarına ben
üfleyeyim.’
Zihnimden çocukluğumu geçirmeye başladıktan hemen sonra,
duyduğumda kocaman bir güven bulutuna sarındığım ses beni kucakladığında
gözlerimden yanaklarıma inmeye başlayan yaşları silmeye gerek duymadan çantama
uzandım.
Telefonumu neredeyse tüm eşyaları dökerek de olsa
bulduktan sonra saatin gece ikiye gelmesine aldırmadan parmaklarım rehberimden
onun ismini buldu. Kulağıma yasladığım telefonu titreyen ellerimle sabit
tutmaya çalışırken telefon birkaç kez çaldı.
Açıldığında kulağıma dolan ses uykudan uyandığını, bu
saatte gelen telefonun onu telaşlandırdığını açıkça belli eder haldeydi.
“Deniz?”
“Baba…” diyebildikten sonra derin bir hıçkırıkla
sarsıldığımda telefonun diğer ucundan patırtılar duydum.
“İyi misin babam, neredesin? Geliyorum hemen yanına.” Peş
peşe sıraladığı cümleler burnumu sertçe çekerek kendimi sakinleştirmeye
çalışmama yol açtı. “İyiyim,” demeyi denedim. Sesim aksini haykırırken çok
saçma dursa da onun bu kadar paniklemesinden çekinmiştim.
“Neredesin meleğim, yalnız mısın sen? Çağla’yla olacaktın
hani, öyle söyledin bana.”
“Atölyedeyim,” dedim duraksamadan. “Baba benim canım çok
yanıyor, yaralarıma birlikte baksak olmaz mı?”
Birkaç saniye karşı taraftan ses gelmedi. Ardından kapı
sesi duydum. “Geliyorum can suyum, on beş dakikaya yanındayım. Gelene kadar
telefon açık kalsın, sesini duyayım tamam mı?”
Kısık bir mırıltıyla onayladıktan sonra telefonu tutan
parmaklarımın güçsüzleştiğini hissederek hoparlöre alıp yere bıraktım.
Birkaç dakika sonra araba motorundan çıkan sesi duymaya
başlamıştım. “Oradasın değil mi kızım, sesini duyayım konuş benimle.”
“Buradayım,” dedim burnumu sertçe çekerken. “Seni bekliyorum.”
“Ölürüm ben senin canına, geliyorum meleğim.”
Babam dakikalar boyunca bana cevap verebileceğim, basit
sorular sorarak konuşturtmaya devam ederken ben de boğazımdaki yumru ve iç
çekişlerim eşliğinde onu yanıtlıyordum. Neden ağladığımı, neden bu saatte onu
arayıp yanımda istediğimi sormak yerine konuyu dağıtmaya çabalıyordu.
“Geldim Deniz, yukarı çıkıyorum şimdi.” Telefonu kapatıp
kenara bıraktım.
Yedek giriş kartı babamda olduğu için güvenlikle
uğraşmayacaktı. Bir iki dakika sonra yanımda olacağını bildiğim için derince
nefeslenerek olduğum yerden doğruldum. Işığı açmak yerine dış kapıyı açarak
apartman boşluğundaki sensörlü ışığın aydınlanmasına sebep olmuştum.
Kapıya tüm ağırlığımla yaslanıp gözlerimi asansöre
dikmiş, bekliyordum. Asansörün kapıları aralandığında babamın üstünü bile
değiştirmeden, yataktan kalktığı gibi geldiğini gördüğümde dudaklarım aşağıya
doğru büküldü.
Duraksamadan hızlı adımlarla yanıma geldi. Saniyeler
sonra ise sırtımdan kavrayarak beni göğsüne çekmişti. Kokusunu aldığım anda
bedenim gevşeyip titrerken iki koluyla beni sıkıca sararak içeri adımladı.
Kapıyı kapattıktan sonra ışığı da açmıştı.
“Şş, buradayım. Yanındayım babacım.”
Salonda duran ikili koltuğa benimle birlikte ilerledi.
Oturur oturmaz beni göğsüne doğru yatırıp sırtımı sıvazlamaya, saçlarımı
sevmeye başlamıştı.
“Neye akıtıyorsun inci tanelerini, anlatır mısın bana?”
Sorduğu soru, vereceğim cevabı aklımda toparlamaya
çalışmama sebep olduğunda olanları hatırlamak; artık tamamen ayık olan zihnimi
uyarmış ve ağlayışımı hızlandırmıştı.
“Bu sitede olduğun halde yalnızsın, iki adım ötendeki
adamı aramak yerine beni aradın. Ben cevabımı çoktan aldım, ama canın yanacak
diye eli ayağına dolaşan bir herif nasıl oldu da seni böyle ağlattı onu bilmiyorum
işte can suyum.”
Babama olanları anlattığımda Acar’ın kapısına dayanmaması
için onu tutamayacağımı düşünüyordum. Şimdi bile sesinden sinir akarken,
dinlediğinde kesinlikle bu sinir katlanarak artacaktı.
“Ne yaptı, anlat bana.” Sessiz kalarak bedenine sıkıca
sarıldım. Yanımda olduğunu hissederek kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum.
“Anlatmayacaksan, ona sorayım. O anlatsın ne bok
yediyse.”
“Şimdi konuşmasak,” dedim yorgunlaşan sesimle. “Lütfen.”
Saçlarımın üzerini öpmeden önce derin bir nefes aldı. İkna
olmadığını ve olanları öğrenmek istediğini anlıyordum ama durumu daha da
çıkmaza sokmak istemiyordum. “Annen de uyandı ben çıkarken, yanımda gelmemesi
için hemen döneceğimi söylemek zorunda kaldım. Olur değil mi?”
“Olur,” dedim tereddüt etmeden. “Toprak ve Rüzgar
uyumuştur değil mi?” diye sorduğumda babam yüzünü eğerek merakla bana baktı. “O
nereden çıktı şimdi?”
“Onlarla uyumak istedim, en çok onlarla uyurken iyi
hissediyorum.”
“Bunu duymamış gibi yapacağım, ne demek ‘en çok’, ya
ben?”
Kıskançlıkla konuşmasına dayanamayıp güldüm. Bir süre
daha babam saçlarımı okşayarak sakinleşmeme yardım ettikten sonra konu tekrar
açılmadığı için memnundum. Arabaya indikten sonra eve ulaşmamız bize bir on beş
dakikaya daha patlamıştı.
Babam anahtarıyla kapıyı açtığında içerisi karanlık
olduğu için adımlamadan önce onu bekledim. Yürümeye başladığımızda salondan bir
anda çıkan beden korkuyla neredeyse bağırmama sebep olacakken annemi tanıyarak
sessiz kalmayı başarmıştım.
“Nerede kaldınız? Yarım saat demiştin Savaş, telefonlarımı
da açmadınız delirdim burada.” Annem, babama söylenirken bir yandan da beni
kendisine doğru çekip sarılmıştı. “İyi misin annecim, gözlerin kıpkırmızı
olmuş.”
“Daha iyiyim.” dedim onlarla olmamı kastederek. Annem
bunu anladığında yanağımı öptü. “Konuşmak ister misin, yoksa sonraya mı
erteleyelim?”
“Sonra…” diye mırıldandım. Annem itiraz etmeden anlayışlı
bir ifadeyle sırtımı sıvazladı. “Tamam bebeğim.”
“Rüzgar’ın uykusu ağırdır, sen üstünü değiştir onun
yanına yat. Ben Toprak’ı yanınıza yollarım uyandırıp.”
Babamın söylediklerinden sonra başımla onay verip odama
çıktım. Pijamalarımı giyip ağzımı buruş buruş eden tattan kurtulmak için
dişlerimi fırçaladıktan sonra aynaya bakmamaya çalışarak odadan ayrılmıştım.
Annemin de babamın da alkollü olduğumun farkında olduklarından emindim ama bir
şey söylememişlerdi.
Rüzgar’ın odasına girdiğimde Toprak’ın benden önce gelmiş
olduğunu gördüm.
“Özür dilerim, bu saate uyand-…”
“Asıl o cümleyi tamamlarsan özür diletirim, saçmalama
güzelim. Gel buraya.”
Rüzgar dünyadan habersiz derin bir uykudayken, onun
yanına uzandığımda Toprak da yanıma yatıp aralarında kalmamı sağladı.
“Babam doğru düzgün bir şey anlatmadı, bilmediğinden mi
yoksa sakladığından mı anlamadım ama merak ediyorum. Neyin var canımın içi?”
Sırtüstü yatıyorken elini sıkıca tutup karnımda birleşen
ellerimizi sabitledim. Aynı şeyi uyuyor olsa da Rüzgar’a da yaptığımda bir
nebze de olsa daha ferahlamış hissediyordum.
“Yarın sadece üçümüzün olduğu bir gün geçirelim ister
misin? Kalan her şeyi unutarak, sen ne istiyorsan onu yaparız.”
Başımı omuzuma doğru yatırarak Toprak’a baktım.
Kaybettiğimiz yirmi yıla rağmen böylesine onlara bağlı hissedebiliyorsam,
birlikte büyüseydik şu anda nasıl biri olacağımı düşünmeden edemiyordum. Ruhsal
olarak çok daha güçlü biri olacağımdan emindim mesela.
“Çok isterim.” diyerek cevapladığımda yanağımı öpmek için
bana doğru eğildi. “İstersen Rüzgar gelmeyedebilir…” Bunu beni güldürmek için
yaptığını belli eden oyuncu tavrıyla konuştuğunda kıkırdadım.
“Bizi duyuyor olsa kızabilirdi.”
“Top atsan uyanmaz o, merak etme.”
Rüzgar aniden hareketlendiğinde şaşkınca Toprak’a baktım.
Uyanmaz dediği anda uyanıyor muydu?
Rüzgar sanırım yanındaki sıcaklığın sebebini az çok
algılayarak uyanmadan da olsa beni sıkıca sarmıştı. Ahtapot gibi bedenime
doladığı kolları neredeyse nefes almamı da engellerken soluklanmaya çalıştım.
“Yavaş hayvan, yavaş. Boğuldu kız.”
Toprak, onun kollarını biraz gevşetip bana alan
yarattıktan sonra kendisi de başını omuzuma bıraktı. Böylece Rüzgar yan dönmüş
halde bana sarılıyorken ben halen sırtüstü yatıyordum ve omuzumda da Toprak
vardı.
“İyi uykular Deniz.” dediğinde ona karşılık verdikten
sonra duyamayacağını bilsem de Rüzgar’a da iyi uykular dilemiştim.
Toprak da uykudan uyandırıldığı için çok geçmeden yeniden
uykuya yenik düştüğünde, sabahın ilk ışıklarına dek gözümü kırpmadan
düşüncelere boğulduğum; ağlamamak için tek dayanağım iki yanımda yatıyor olan
üçüzlerim olsa da boğazımdaki yumruyla geçirdiğim saatler başlamıştı.
Daha önce birilerinin benim güvenimi kırdığına çokça
şahit olmuştum. Hiç iyi hissettirmemişti.
Ama ilk kez birinin bana olan güveninin kırıldığına şahit
oluyordum. Hangisinin daha kötü olduğunu seçmek ise hiç kolay değildi.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder