Aykırı Çiçek 47.Bölüm

 47.BÖLÜM



“Kabul etseydin hayatımız daha müthiş, harika ve sorunsuz ilerlemez miydi İzgi ya!”

Yağmur’un sabahtan beri -hatta bir iki gündür- tekrarladığı konuşması yeniden başa sardığında ağlayacakmış gibi sıkkın bakışlarla ona baktım. “Ama etmedim.”

“Kabul etmedin, ama ayıp ettin gerçekten. Geçerdin şu yan odaya, hepimiz rahat rahat çalışırdık.”

Çağla, Melih, Caner yetmiyormuş gibi Yağmur tarafından da Burak’ın yerini doldurmam konusunda fazlasıyla baskıya maruz kalıyordum günlerdir. Burak bombasını patlatmamın üzerinden dört gün geçmişti. Dört gündür de bu dörtlüyü dinliyordum.

İlk gün, Acar net bir şekilde Burak’ın yerine geçmemi istediğini söylemiş; ben de ondan daha net bir tavırla reddetmiştim. Benim buradaki işim bir şeyler çizmekten öteye gitmemeliydi. Eğer giderse, hem kendime sorumluluk yükleyip çok darlanacak hem de hakkım olmayan, muhtemelen tecrübesiz birinin asla işe alınmayacağı bir pozisyonda çalışmış olacaktım. Buna hiç gerek yoktu.

Benim yerime, düzgünce araştırılıp seçilecek bir yöneticinin gelmesi çok daha mantıklıydı. Acar, benim ikna olmayacağımı anladığında ısrar etmeden fikrimi onaylamış ve yeni birini bulmak için iş ilanı açmışlardı. Ajansın ismi oldukça duyulmuş olduğundan bolca başvuru gelmişti, insan kaynaklarının eleyerek birkaç kişiye düşürdüğü listeden son seçimi ise dün Caner ve Acar yapmışlardı.

“Bu sefer eminim kılı kırk yarmışlardır seçerken, bir Burak vakası daha yaşayacağımızı sanmıyorum. Rahat bırak artık İzgi’yi.” Polat’ın yardımıma koşmasına gözlerimle teşekkür ettikten sonra saati fark ederek ayaklandım.

“Öğlen olmuş, niye buradayız biz halen?”

Ömer yeni alacağımız proje için görüşmede olduğundan odada yalnızca üçümüz vardık. Polat kolundaki saate baktıktan sonra kaşlarını havalandırdı. “Harbiden, açlıktan ölüyorum zaten.”

“Sizi baş başa bırakıyorum bugün,” dedim sandalyeme astığım, elbisemle aynı renk ceketi üzerime geçirirken. Melih ve Çağla’dan sonra yeni shipim onlardı, ama şimdilik gözlem aşamasındaydım. Harekete geçmekte acele edip korkutursam başarılı olmam zorlaşabilir diye düşünüyordum.

Asansörlere ilerleyip aşağı inmek yerine yukarı çıkarak Acarların bulunduğu kata geldiğimde henüz masasından kalkmamış olan Caner ve Acar’a asistanlık yapan Nisan’la karşılaşmıştım. “Hoş geldiniz!” diyerek alışık olduğum enerjisiyle konuştuğunda gülümsedim. “Merhaba, Acar odasında mı?”

“Evet, henüz çıkmadı.”

Teşekkür ettikten sonra birkaç adım daha atıp Acar’ın kapısının önüne kadar geldim. Kapıyı özellikle çalmadan kendimi içeri attığımda kim olduğumu fark edene dek bir iki saniye sinir saçan bakışlarla kapıya bakakalmıştı.

Gelenin ben olduğumu anladığında yüzü yumuşadı. “Gelebilir miyim Acar Bey?” dedim odaya çoktan dalıp kapıyı kapatmamışım gibi.

Dudaklarını kıvırarak gülümsemeye yakın bir halde bana baktığında topuklularımın odada yankılanan sesiyle masasının önündeki tekli koltuklara yöneldim. Koltuğa yerleşip bacaklarımı çaprazladıktan sonra ona doğru döndüm. “Öğlen çalışacak kadar delirmiş bir adam olmadığını söyler misin bana, neden buradasın halen?”

Önündeki kâğıt yığınını kenara itti, hafifçe masaya doğru yaslanıp eğildiğinde aramızda halen büyük bir mesafe olsa da az öncekinden daha yakındık. “Başka bir planınız mı var Feris Hanım?”

Alt dudağımı yavaşça ısırıp düşünüyormuş gibi duraksadım. Gözlerimi gözlerinden ayırmadan yaptığım bu hareket, onda bambaşka kapılar aralamış gibi duruyordu. Acı kahve irisleri kıstığı gözlerinin arasında küçülürken kıkırdadım.

“Çok ayıp Acarcım, aklın nerelere kayıyor senin iş yerindeyken? Hiç yakıştıramadım.”

Burnundan sert bir nefes vererek güldü. “Akşam buradan çıkmayacakmışız gibi rahatsın, gördüğüm kadarıyla.”

Başımı omuzuma doğru yatırdım. “Mesaiye kalırım belki.” dedim ciddiyetimi koruyamadan.

“Yanıma gelsene bi’ sen.” dediğinde kaşlarım havalandı. “Ne oldu?”

“Ekrandan bir şey göstereceğim, gel.” Bilgisayarını işaret ettiğinde ayaklandım. Masanın etrafında dolanıp yanına ulaştığımda bakışlarımı ekrana çevirecekken belime dolanan kolu ve beni kucağına doğru çekmesi nedeniyle dengemi koruyamamıştım.

Tek dizine oturacağım şekilde kucağındaydım. “Kandırdın mı beni?” dedim üzülmüş gibi.

Kucağında olduğum için ondan yüksekte kalıyordum. Burnunu omuzuma doğru sürttü. “Kandırdım.” Ceketi teğet geçip tenime değen burnu huylanmama sebep olduğunda yerimde kıpırdandım. Kalkacağımı zannederek belimdeki tutuşunu sıkılaştırmıştı.

“Özledim seni.” derken boğuklaşan sesi gözlerimi kapatmama sebep oldu. Bir iki gündür vaktimin neredeyse tamamını aileme ayırmıştım. Teyzem, eniştem ve dedem bu akşam Muğla’ya dönüyorlardı. Bu birkaç günü onlarla geçirmiştim bu yüzden.

Dayımın hemen dönmemesi ise sevindiğim tek ayrıntıydı.

“Ben de,” diyerek yanıtlarken bir elimi saçlarına uzatıp ensesine uzanan tutamları yavaşça parmaklarımın arasından geçirdim.

“Bu akşam benimlesin, herhangi bir pürüz çıkacak olursa o pürüzü de si-…” Dudaklarımı dudaklarına bastırarak yarıda kestiğim cümlesinin devamı ağzımın içinde son bulmuştu. Saniyeler süren bir öpücüğün ardından hafifçe geri çekildim. Dudaklarımız ayrılmış olsa da alnımı alnına yaslamıştım, yüzlerimiz oldukça yakındı.

“Acıktım,” diye mırıldandığımda başka bir şeyler duyma beklentisiyle gözlerime diktiği bakışları sarsıldı. Bu haline gülmemek için yanaklarımın iç kısımlarını ısırıp çenemi kastım.

“Acıktın öyle mi?” İmalı bir sesle konuştuğunda bunu fark etmemiş gibi masumca başımı salladım. Burnundan keskin bir nefes vererek güldü. Ceketi kenara itip, elbisemin ince kumaşını yok sayarak tenime batan parmaklarını hissedebiliyordum.

Bir şeyler daha söylemek için dudaklarımı aralamıştım ki Acar’ın telefonu çaldığında duraksadım. Masadaki telefonuna uzanıp kulağına yaslarken işle ilgili olduğunu anladığım konuşma oldukça içimi sıkmıştı.

Acar’ın asıl kişiliğinin tekdüze bir işkolikten ibaret olduğunu bazen unutuyordum, benimleyken o halinden sıyrılıyor olması zihnimden bu bilgiyi silip duruyordu.

Konuşma uzayınca dizinden kalkmak istemiştim ama belimden sıkıca kavrayarak buna engel olmuştu. Ben de omuzuna doğru yaslanmış halde boş bakışlarla etrafı inceliyordum.

“Akşam daha ayrıntılı konuşuruz o halde,” dedikten sonra kısaca vedalaşıp telefonu kapattığında gözlerimi kısmış halde doğruldum.

“Hani akşam benimleydin, kimle konuşacakmışsınız Acar Bey?”

“Sinirlendin sen sanki biraz Feriscim…” Alaycı bir tavırla konuştuğunda avucumu yüzüne bastırarak onu ileri itmeye çalıştım. Avuç içimi öpüp elimi nazikçe kucağına indirdi.

“Akşam birlikte bir işimiz var, konuşacağım kişi de orada olacak zaten.”

Yüzümü buruşturdum. “Planımız iş mi gerçekten akşam için?”

“Seveceğine inanıyorum bu işi ben.”

Hiçbir kuvvet bana rahatça yayılmak varken ajanstan çıkıp çalışmaya devam etmeyi sevdiremezdi.

 

~

 

“Üstümü değiştirseydim en azından, nereye gittiğimizi de söylemiyorsun ki!” Trafikte kalışımız gittikçe boğulmama yol açarken, durmadan söylenerek aynı sıkıntıyı Acar’a da yaşatmaya yemin etmiş gibiydim.

“Gerek yok dedim ya güzelim, üstündekiler iyi işte.”

Su yeşili ceket ve elbiseyle nereye götürüldüğüm hakkında henüz bir fikir edinememiştim. “Daha rahat bir şeyler giyerim diye düşünmüştüm, işimiz uzun sürecekse böyle darlanırım.”

“Rahat bir şeyler giymene izin verip seni oraya götürürsem sen tarafından asıl darlatılan ben olurum, merak etme gayet ortama uygunsun.”

Kaşlarım havalanırken merakla ona döndüm. “Resmi bir yere gidiyoruz kesinlikle o zaman, lütfen toplantı gibi bir yemek olmasın Acar ya.”

Yarım ağız gülüp beni yanıtsız bıraktığında ağzından laf alamayacağımı kabullenerek yola odaklandım. Yirmi dakika kadar daha devam eden bir yolculuğun ardından araba tam olarak neresi olduğunu anlayamadığım bir binanın önünde durdu.

Kapım, ben uzanamadan arabaya doğru yaklaşan vale tarafından açıldığında çantamı alarak yavaşça arabadan indim. “Hoş geldiniz,”

“Teşekkürler,” diye cevaplarken bir yandan da önünde durduğumuz yerin neresi olduğunu anlamaya çabalıyordum.

Acar arabanın anahtarını valeye verip yanıma ulaştı, bir kolunu belime sararak girişe yöneldiğinde başımı yukarı doğru kaldırıp yürürken ona baktım. “Neresi burası?”

Yüzümü ona doğru itmemi fırsat bilerek şakağıma yumuşak bir öpücük bıraktığında gözlerimi kısa bir an kapatıp yeniden araladım. “Yeşillerini benden ayırman zor oluyor biliyorum, ama kapıya bakarsan sorunun cevabını alacaksın zümrüt göz.”

Tarihi görünümlü bir yapının önündeydik, içeriye girerken geçtiğimiz ilk kapıda hiçbir şey yoktu ve bu beni Acar’a döndüren şey olmuştu. Şimdi önünde durduğumuz kapıya baktığımda ise yüzümde beliren gülümsemeyle yeniden Acar’a baktım.

“Sergiye geleceğimizi söyleyip beni yaklaşık 5 saat boyunca söylenmekten kurtaramaz mıydın?”

“Öyle zevkli olmuyor; başımın etini yemene alışkınım, onsuz yapamıyorum.” Çenemle omuzunu ittirdim. “Gıcığın tekisin biliyorsun değil mi?”

“Hiç duymamıştım daha önce.” Yalancı bir şaşkınlıkla konuştuğunda gülüşüm büyüdü. “Bundan sonra sık sık hatırlatırım, merak etme.”

“Girelim mi artık?” diyerek içeriyi eliyle işaret ettiğinde başımla onayladım. Belimden çekmediği eliyle ikimizi ilerletirken henüz serginin içeriğiyle ilgili bir şeyler görememiştim.

“Tasarıma yönetici olarak gelecek kişiye dün karar verdiğimizi söylemiştim sana,” Konuşmaya başladığında içeriyi inceleyen gözlerim onu buldu. “Serginin düzenleyicisi de o, ajanstaki işi kesinleşmeden önce böyle bir görüşmenin daha iyi olacağını söyledi. Mantıklı geldi bana da.”

“Tablolar ona mı ait tamamen?” diye sorarken heyecanlanmıştım. Acar’ın kaşları havalandı. “İlginizi çekti sanırım Feris Hanım.”

Burak dramasından sonra yerine gelecek kişinin işletme değil, sanat odaklı olmasına heyecanlanmam gayet normaldi bence. “İlgimi çekeceğini bildiğin için beni buraya getirmemişsin gibi konuşuyorsun Acarcım.”

“Sen yine de gözünü benden ayıramıyormuşsun gibi yap, buradaki en ilgi çekici şey hemen yanında duruyor zaten.”

Gözlerimi kırpıştırarak yüzüne baktım. “Tabloları kıskanamazsın Acar, kendine gelir misin?”

Gözlerini devirir gibi oldu. Girişte dikiliyor olduğumuzu hatırlayınca Acar’ı elinden tutarak sol tarafa doğru götürmeyi denedim. “Kaldık böyle kapının önünde.”

Gözüme çarpan ilk tablonun önünde durduğumuzda, Acar tam arkamdaydı. Sırtıma dayanan göğsünü hissedebiliyordum. “Her şeyin başlangıcının da bir sergi olduğunu düşününce garip geliyor.” derken Melih ve Demet teyze ile tanıştığım aylar önceki sergiyi kastetmiştim.

“O sergide Melih’le tanışmak yerine, direkt beni görseydin… Sence çok şey değişir miydi?” Böyle bir soruyu beklemediğim için afallayarak biraz duraksadım.

“Bilmiyorum ki,” diyebildim tam olarak bir cevap üretemediğimde. “Sana adım atabilmem için beni cesaretlendiren Melih’ti, onu tanımasaydım hep uzağında kalırdım belki de.”

Topuklularıma rağmen kapatamadığım boy farkımızı kullanarak yanağını saçlarıma doğru yasladı. O günlerden bahsetmek zihinsel olarak da beni geriye götürmüştü, aklım önümde duran tabloda değil geçmişte dolaşıyordu.

Birkaç dakika aynı yerde oyalanmaya devam ederken Acar koluma dokunarak ileride bir yeri gösterdiğinde başımı çevirdim.

Döndüğümde bir eli havada, bize selam veriyormuş gibi duran bir bedenle karşılaşmıştım. “Serginin sahibi, aynı zamanda da bir aksilik çıkmazsa yeni tasarım ekibi yöneticimiz.”

Acar’ın açıklamasını tepkisiz kalmaya çalışarak dinlerken bize doğru ilerlemeye başlamış olan bedende duran bakışlarımı zorlukla geri çektim.

“Acar Bey,” diyerek elini uzatmasını ve tokalaşmalarını izlerken beni yanımıza gelmeden önce görmemiş olduğunu bakışları yüzüme çevrilir çevrilmez donakaldığında anlamıştım.

“İzgi?” Adım bir soru soruyormuş gibi kuşkuyla dudaklarından döküldüğünde şaşkınlıkla duraksayanlar listesine Acar’ın da eklendiğini kasılan bedeninden hissedebiliyordum.

Onu tanımıyormuş gibi yapıp buradan çıkıp gitmek istiyordum. Yağmur’u dinleyip yönetici olmayı kabul etmediğime pişman olmam saniyeler içerisinde gerçekleşmişti.

“Tanışıyor musunuz?” Ben bir süre sessiz kalınca Acar sabırsızca araya girerek bunu sordu, alacağı cevabın benim tepkim sebebiyle onu şimdiden gerdiğinin farkındaydım.

“Gidebilir miyiz buradan?” Başımı tamamen Acar’a çevirerek itiraz etmemesi için yalvaran bakışlarımla bunu söylediğimde kahverengileri dikkatle yüzümün çevresinde gezindi. Soruları vardı, ama buradan gerçekten gitmek istediğimi anlayarak alacağı cevapları ertelemekte bir sakınca görmeden beni yavaşça hareketlendirdi. “Gidelim.”

“İzgi lütfen, beş dakika konuşabilir miyiz? Bu öylesine bir tesadüf değil, elime sana açıklama yapma fırsatı geçmişken gitmeni istemiyorum.”

Dirseğimin biraz altından kolumu tutan, yabancıladığım dokunuş adımlarımın kesilmesine sebep olurken Acar’ın duraksamadan onun eline uzanıp bana olan temasını kesişini gözlerimle takip ettim. “İyi akşamlar Ediz Bey.”

Konuşmanın ve bu akşamın sonlandığını bastırarak belli eden cümlesi ve ses tonuyla ikinci kez beni yürütmek için niyetlendiğinde Ediz’in pes etmeden yine konuşması kulaklarımı kapatma ihtiyacıyla kasılmama yol açtı.

“Geçmişimizin biraz da olsa hatırı yok mu İzgi? Sadece kendimi açıklamak istiyorum.”

Sinirlerimin boşalmasına yeten, hatta artan cümlelerinden sonra oldukça komik bir espriye maruz kalmış gibi sesli bir şekilde gülmeye başladım. Sırtım o sırada Ediz’e dönükken, Acar’ın gülmeye başladığımda beni sıkıca tuttuğunu hissetmiştim.

“Çıkıyoruz buradan şimdi, tamam mı bebeğim?” İyi olmadığımı okuması zor olmayan Acar’ın aceleci hareketlerle beni çıkışa doğru yürütmeye başlaması, temiz hava alabileceğimiz bir noktaya varana dek sürdü.

Yarın Ekim’in son günüydü, havanın artık akşam dışarıda beklenildiğinde insanı ürpertecek kadar soğuduğu günlerdeydik. Yüzüme çarpan rüzgâr beni üşütmek yerine rahatlattığında soluklandım. Acar beni bir an olsun bırakmadan bedenimin yükünü tamamen kendi üzerine almıştı.

Valeye seslendiğini ve anahtarı istediğini duydum. Ardından birkaç dakika içerisinde araba gelmiş ve binmiştik. Araba hareket etmeye başladığında üzerimdeki ceketten kurtulma ihtiyacıyla doldum. Ceketi çıkartıp arka koltuğa çantamla birlikte attıktan sonra kemerime uzanmak yerine kollarımı göğsümde birleştirerek bekledim.

“Kimdi o herif Feris?” Acar’ın kontrollü tutmaya çalıştığı, fakat ‘gerginim, sabrım yok’ diye haykıran sesiyle bakışlarımı yavaşça ona çevirdim. Dikkati tamamen yoldaydı, göz ucuyla da olsa bana bakmıyordu.

Dudaklarımı cevap vermek için aralamadan önce yutkundum. Bu konuşmanın sonunda ne Acar ne de ben rahatlamış olmayacaktık.

 

~

 

“Ben suçluymuşum gibi davranıyor, resmen benden kaçıyor Çağla.” derken kucağımda tuttuğum kabanımı sıkıca kavramış haldeydim.

Çağla beni durdurmak istese de onu dinlemeden içtiğim, sayısını da unuttuğum içkilerin sözcüklerin ağzımdan çıkışını zorlaştırdığını hissedebiliyordum. Harfleri yuvarlayarak konuşsam bile Çağla’nın beni anladığına emindim, çünkü saatlerdir aynı şeyleri anlatıyordum.

“Belki de sen yanlış yorumluyorsundur İzgi. Acar’ın iç dünyasını, onu yıllardır tanıyor olduğum halde tahmin edemiyorum ben. Aklından neler geçiyor bilmiyoruz, oturup konuşsanız daha mantıklı olmaz mı canım benim?”

Gözlerimin dolmaya başlaması alkolün mü yoksa düşüncelerimin mi sonucuydu bilmiyordum ama her an ağlayacak gibiydim. “Konuşamıyoruz ama!” dedim sitemle. “Bütün gün ajansta başını kaldırmadan çalıştığı yetmiyormuş gibi, oradan geç çıkıyor, eve gittiğinde de çalıştığını söylüyor. Benimle konuşmamak için bahane üretiyor.”

Kendi söylediklerim, kulaklarıma dolduğunda canım acıyormuş gibi sızlanarak önümdeki bar tezgâhına doğru yaslandım. Çağla’nın sırtımı sıvazlayan eli, şefkat görmüş bir bebek gibi daha da duygusallaşmama sebep oluyordu.

Bugün ve dün tamamen benden kaçan Acar’ın, iki gün önceki sergide olanlardan sonra bunu yaptığı açıktı. Ediz’in kim olduğunu açıkladığımda bana tonlarca soru soracağını sanmıştım, ama tek yaptığı sessizliğe gömülmek olmuştu. Bu beklemediğim tepkisinden sonra ben de ne söyleyeceğimi bilememiştim ve araba beni ailemin yanına bırakana dek büyük bir sessizlikle kaplanmıştı.

Sonraki iki gün ajansta birkaç kez şansımı denesem de Acar sanki o akşam yaşanmamış gibi davranıyordu. Önceki günlerimizden tek farkı, sürekli işiyle meşgul olup beni konuşmaktan alıkoymasıydı.

İçim sıkıntıyla dolmaya devam ederken ileride duran barmene elimle buraya gelmesi için işaret ettim.

“Daha fazla içmesen mi İzgi? Çok gelecek, miden rahatsız olmasın.”

Çağla’ya kısa bir an baktıktan sonra omuz silktim. “Unutmak istiyorum her şeyi, zihnim rahatlasın istiyorum. Midemin rahatsız olması umurumda değil.”

Aklıma gelen ve beni tamamen sarhoş edeceğini bildiğim bir içkiyi sipariş ettikten sonra bardak önüme bırakılana dek boş bakışlarla etrafı incelemiştim. İlk bardağı nefessizce bitirdikten sonra, meyveli bir kokteyl içiyor olan Çağla’nın umutsuz bakışları altında aynı içkiden tekrar istemiştim.

İkinci bardağın sonunu bulduğumda etrafım daha cıvıl cıvıldı. Çakırkeyiflikten çoktan sıyrılıp, sarhoşluğa adım atmıştım. Tek amacım olanları unutmakken, bunun dışında tüm etkileri yaşıyor olmama sinirlenerek içkimi tazelettim.

Aklım koca bir boşluğa dönüşmeden buradan ayrılmayacaktım.

 

~

 

Evin içini dolduran zil sesi Acar’ın -saatin gece yarısına varmış olmasından dolayı- irkilerek ayaklanmasına sebep oldu. Bu saatte habersizce kimin/neden gelmiş olduğunu tahmin etmeyi deneyerek kapıya ulaşmıştı.

Güvenliğin ‘Melih Bey geldi’ diyerek yaptığı kısa açıklamadan sonra eliyle alnını ovuşturarak haberi olduğunu söylemişti.

Kapıyı açıp ikizinin yukarı çıkmasını beklerken gözleri karşı daireye takıldı. Buraya taşındığından beri aynı kişilere ev sahipliği yapan daire, üç gündür boştu. Fatih, Şeyda’nın ölümünün ardından Acar’la iletişime geçmekten kaçarak ansızın taşınmıştı.

Yaşananları düşündüğünde aklının sınırları zorlanıyordu. Birkaç cümleye sığabilecek kadar kısa, ama birden fazla ömrü derinden sarsacak kadar yoğundu her şey.

Asansörün kapısı iki yana açıldığında Acar yalnızca Melih ile karşılaşacağını sandığından hemen ardından savsak adımları, Melih’in tutuşuyla ayakta durduğu belli olan bedeniyle İzgi belirdiğinde dudakları şaşkınlıkla aralanmıştı.

Melih, İzgi’yi bir nevi çekiştirerek eve doğru yürütüp Acar’a doğru yasladıktan sonra ellerini tozlanmış gibi birbirine çarparak temizleme hareketi yaptı. “Teslimatı gerçekleştirdiğime göre ben gideyim, size iyi geceler.”

Arkasını dönüp Acar’ın herhangi bir sorusuna maruz kalmadan kaçma planını harekete geçirecekken, “Melih!” diyerek dişlerinin arasından tıslar gibi seslenen ikizini duyduğunda gülümsemeye çalışarak duraksadı.

“Söyle en sevdiğim ikizim.”

“Ne olduğunu açıkla, on saniyen var.”

Acar, neden titrediğini anlayamadığı kollarındaki bedeni sıkıca tutarken aynı anda da dikkatle Melih’e bakıyordu. İzgi, yüzünü göğsüne yaslamış halde sessizce iç çektiği için sorularına cevap almak için Melih’i seçmek çok daha mantıklı gelmişti.

“İzgi sarhoş, Çağla beni arayınca yanlarına gittim. Çağla’nın ayık ve İzgi’nin sarhoş halinden dinlediğim kadarıyla sorun kesinlikle sensin; ben de sorunun çözülmesi için Göktürklere değil buraya getirmeyi seçtim.” Tek nefeste hepsini sıraladıktan sonra asansöre dalmadan önce seslendi. “Çağla arabada, çok korkmuştur kesinlikle, ben gideyim hemen.”

Asansörün kapısı Acar itiraz edemeden kapandığında boş koridorda yalnızca ikisi kalmışlardı.

“Feris?” Acar, kısık bir sesle göğsüne devekuşu gibi gömülen İzgi’ye seslense de cevap alamamıştı. Yavaşça çenesini kavrayıp başını kaldırdı, bu sayede yüz yüze gelmiş oldular.

“İyi misin?” diyerek görünüşünden cevabını çoktan almış olsa bile sordu. “İçeri geçelim, gel.”

İzgi, dakikalar geçtikçe bastıran sarhoşluğunun etkisinde bulunduğu yeri zar zor algılayabilir haldeydi. Önünde duran bedenin Acar’a ait olduğunu anladığında güç kalmayan bileklerini umursamadan onu göğsüne bastırarak itmeyi denedi.

Kırgın ve kızgın hissediyordu. Acar tarafından, suçsuz olduğu halde köşeye itilmeyi sevmemişti. Şimdi burada ne işi olduğu hakkında da bir fikri yoktu.

Gitmek isteyerek Acar’ın tersi yönde, karşı daireye doğru dönmeye çalıştığında bakışları kapalı duran daire kapısına çevrildi. Zihnindeki parçalar aniden birleşerek bulunduğu yeri tanımasına neden olduğunda omuzları düşerken çenesi titremeye başladı.

Yanaklarına peş peşe akmaya başlayan yaşlar hızla boynuna yağarken gözlerini o kapalı kapıdan hiç ayırmıyordu. Şeyda’yı ilk gördüğü andan beri yaşanan her şey sarhoşluğuna rağmen zihninden taşmaya başladığında bacaklarının titrediğini hissetti.

Acar, İzgi’nin bakışlarının odağını gördüğünden onu ağlatmaya başlayanın ne olduğunun da farkındaydı. Dişlerini sertçe birbirine bastırarak kendi duygularını kontrol etmeyi denedi. İkinci hamlesi de İzgi’yi sıkıca sararak evin içine çekmek olmuştu.

Kapıyı ayağıyla iterek kapanmasını sağladıktan sonra bir adım ilerisinde yanaklarını ıpıslak hale getiren yaşlarla yorgunca etrafa bakınan İzgi’yi itiraz etmesine izin vermeden dizlerinin altından ve belinden kavrayarak kucakladı.

Sarhoşluğunun verdiği fiziksel güçsüzlük ağlayışının yorgunluğuyla birleştiğinde İzgi hareketlenmeye teşebbüs etmedi. “Ölmesini istememiştim, o benim ölmemi istedi biliyorum ama her şeye rağmen ölmüş olmasını kaldıramıyorum. Biz olmasaydık…” devamını getiremeden önce Acar, dudaklarını dudaklarıyla örterek susturdu.

Bu sırada salona girmiş, üçlü koltuğa kucağındaki bedeni bırakmadan yerleşmişti. “Senin bir suçun yok, birini suçlamak istiyorsan Fatih’i ya da beni suçla. Düşüncelerinin ne denli hastalıklı olduğunu bile bile müdahale etmeyen bizdik, sen bu hikâyede en masum olansın zümrüt göz.”

İzgi, halen kucağında olduğunu fark ettiğinde bedenini zorlukla yana doğru atarak koltuğa oturur hale geçmeye çalıştı. Acar, sıkıca tutup buna engel olmak istese de onu zorlamadan kollarını gevşetmişti.

“Benden neden kaçtın?” İzgi, kendini tutmazsa parça parça olup etrafa dağılacakmış gibi hissederek kollarını bedenine dolayıp sarmışken yorgunlukla sordu. “Ediz’i oraya ben getirmişim, durup onunla saatlerce konuşmuşum gibi bana neden kırıldın Acar?”

Acar, İzgi’nin sarhoşluğu dolayısıyla şu anın bu konuşmayı yapmak için doğru zaman olmadığını düşünüyordu. Konuştuklarını yarın sabah unutmuş olacaksa, konuşmalarının bir anlamı yoktu.

“Kırgın değilim.” demekten kaçınmadı. “Üzerini değiştirelim, uyu bir an önce.” diye ekledi ardından.

İzgi başını omuzuna doğru yatırarak kısık gözlerle ona döndü. “Üzerinden iki yıl geçip giden eski ilişkim gerçekten bu kadar büyütülmesi gereken bir sorun muydu?”

Acar gözlerini karşısındaki yeşil irislere değdirmeden karşıdaki duvara dikti. “Üzerinden on yıl da geçse, birini gördüğünde ruhun o akşamki gibi tepkiler verdiyse…”

Cümlesini tamamlamadan sustuğunda İzgi sinirle yerinde kıpırdanarak bedenini tamamen ona döndürdü. Karşıya diktiği bakışlarını kendi üzerine çevirebilmek için çenesini yakalayarak yüzünü kendisine doğru çevirmeye zorlamıştı. “Verdiyse ne? Devam et Acar, dinliyorum ben seni. Senin iki gündür yaptığının aksine karşındayım, dinliyorum.”

“Sarhoşsun, uyu ve dinlen. Yarın konuşuruz.” Acar, güç üstünlüğünü kullanarak ayaklandığında İzgi güler gibi bir ses çıkarttı.

“Düşüncelerini dile getiremeyecek kadar korkak bir adam mısın? Neyden çekiniyorsun?”

Acar arkası ona dönük halde ayaktaydı, kapıya doğru adımlamaya başladığı için çoktan dönmüş ve biraz uzaklaşmıştı. İzgi’nin söylediklerinden sonra ise duraksayarak bekledi. Ani bir hareketle arkasını döndü. Koltuğun sırt yaslanan kısmına avucunu dayayıp İzgi’nin bedenine doğru eğilerek üzerini gölgesiyle örttü.

“Ruhun o tepkileri verdiyse, kalbinde de aklında da kapanmayan boşluklar kalmıştır Feris. O herif geçmişte senin için ne demekti bilmiyorum, ama azalsa da bitmemiş belli ki.”

Acar, daha önce İzgi’den kendisinden önce tek bir ilişkisi olduğunu öğrenmişti. Bu, o an için hiçbir problem teşkil etmese de sergide yaşanan kısa karşılaşma Acar için taşları bambaşka yerlere sürüklemişti.

İlklerin her zaman başka hissettiriyor olduğunu haykıran mantığı, İzgi’nin o akşamki afallamış ve kırgın halini her saniye önüne çıkaran zihniyle birleşerek; içinden çıkması imkânsız bir kapanda sıkışmasına sebep olmuşlardı.

“Ne?” diye mırıldanabildi İzgi oldukça kısık bir sesle. İçtiği içkiler hiç var olmamış gibi etkisini yitirirken, yüzüne bir kova soğuk su çarpılmış gibi irkilmişti. Acar’ın tek derdinin kıskançlık olduğunu zannederek kendisini buna inandırmaya çalışmıştı iki gün boyunca.

Ediz’e karşı bir şeyler hissetmeyi sürdürdüğünü ima etmesini beklemiyordu. Beklemediği yerden darbe aldığında şaşkınlıkla dudakları aralanmış, iki harflik bir soru sözcüğünden başka bir şey dökememişti.

Acar, İzgi’nin yüzündeki şaşkınlığın yerini yıkılmışlıkla bezeli bir ifadeye bırakmasını çok yakından, anbean seyrederken onu sıkıca tutup boynuna yaslamamak için büyük bir iradeyle direnç gösteriyordu.

İzgi titremeye başlayacağını hissettiği dudaklarını bir kez daha aralamadan önce kırgınlık oturan bakışları Acar’ın irislerine çarptı. Ediz’in halen kalbinde yer edindiğini söylemesi, üstü kapalı şekilde -hatta belki de açıkça- Acar’a olan aşkından şüphe duyduğu anlamına gelmiyor muydu?

 

~

 

Avuçlarımı koltuğa bastırarak sarsak hareketlerle ayaklanmaya çalıştım. Eli sırtımı yasladığım yerde, bedeni üzerime doğru eğik halde duran Acar önümde büyük bir engeldi. Onun beni durdurmasına izin vermeden ayağa kalktım.

Hissettiklerim beni yere düşürecekmiş gibi ağır gelmeye başlamıştı.

Acar’ın doğrulup bir duvar gibi önümde duruyor olmasını umursamadan ilerlemeyi denedim. Buradan gitmek istiyordum. Kalbim ağrıyla çırpınırken; her koşulda güvendiğim, ilk haftalarda beni delirtmesine ve güvenimi kırmasına rağmen tereddüt etmeden affettiğim adamın tek bir akşamda bana olan güvenini kaybetmesine inanmakta zorlanıyordum.

“Çantam nerede?” dedim kendi kendime mırıldanırken. Acar’ın yanından geçip salonun kapısına ulaşacakken kolumu tutarak beni durdurduğunda ateşe değmiş gibi hızla kolumu geri çektim. “Bırak!”

“Feris,” diyerek başladığı cümlesinin devamını merak etmiyordum. Duyacaklarımı duymuştum, düşündüklerini gayet iyi anlamıştım.

“Taksi çağır, gitmek istiyorum.”

Kapıya doğru ilerlerken adımlarım olabildiğince hızlıydı. Daha büyük bir patlama yaşamaya başlamadan önce yanından uzaklaşmak istiyordum.

“Saçmalamayı bırakır mısın, bu halde hiçbir yere gidemezsin. Sakinleş, konuşalım.”

“Atölyeye giderim, tamam. Çekil önümden.” Kapının önünde direk gibi dikilerek beni engellediği için onu çekmeye çalışıyordum. Bu sahne uzadıkça içimdeki fırtına önceki sessizlik tüm kuvvetiyle beni boğmaya devam ediyordu.

“Söylediklerimi yanlış anlıyorsun, sadece şüphelend-…”

İki avucumu aynı anda göğsüne sertçe vururken sitemle sesimi yükselttim. “Şüphelendiğin şey aşkım, sana olan hislerimden şüpheleniyorsun!”

Avuçlarım göğsüne yaslıyken ince bileklerimi iri elleriyle sıkıca sardı. İtiraz etmesini bekledim, bekleyişim sonuçlanmadığında sinir bozukluğuyla gülmeye başladım.

“Doğru söylüyorsun, ben aylardır sana âşık rolü yaparken aklım hep Ediz’deydi. Geri dönmesini beklemiyordum, döndü ama. Şimdi bırakırsan, ona gitmek istiyorum. Tamam mı?”

Yüzündeki, hatta bedenindeki tüm kasların kaskatı kesildiğini hem gözlerimle hem de ona yaslı ellerimle hissettiğimde söylediklerimin onu delirttiğinin farkındaydım. Aynı şeyleri kendisi söylerken sorun olmamıştı, ben dile getirdiğimde de olmamalıydı o halde.

“Alma o piçin adını ağzına!” İki gündür sessizce kendi içinde Ediz’e kurulduğunu biliyordum, bu şaşırdığım kısım değildi. Beni şaşırtan öfkesinin, şüphesinin bana da taşmış oluşuydu.

“Neden? Sen söylemedin mi kalbimdeymiş hâlâ, dilimden de dökülmemesi için bir sebep yok o zaman.”

Alaycı tutmaya çalıştığım tavrımla dik bir şekilde karşısında durmaya devam etmeyi deniyordum. Söylediklerim, bakışları… Hepsi canımı yakıyor olsa da dışarıya sadece sinirliymiş izlenimi vermek için anlamsız bir çaba içerisindeydim.

Tuttuğu bileklerimi, canımı yakmasa da daha sıkı tutmaya başladı. Gözlerinde yanan ateşi görmeye alışkındım. Tutkuyla, bazen aşkla tutuşan alevler ilk kez saf öfkeyle kaplıydı.

“Gitmek istiyorum, bu geceyi burada geçirmeyeceğim Acar. Gerekirse kapının önünde saatlerce beklerim, ama gideceğim.”

Ona yenilmeye alışkındım, ama bu kez bunu yapmayacaktım. Gururumun kırıldığını, hislerimin parçalandığını duyumsarken hiçbir şey olmamış gibi onunla aynı çatı altında beklemeyecektim. Ona baktıkça yumuşayacağını bildiğim kalbime fırsat tanımayacaktım.

Ben sustuktan sonra oluşan sessizlik balonu şişerek büyürken, balonu patlatan Acar’ın bileklerimi serbest bırakıp kapının önünden çekilerek hızlıca içeriye doğru adımlamasıyla gerçekleşti. “Nasıl istersen.” dediğini zar zor duyabilmiştim.

Portmantoda duran çantamı kavrayıp ayakkabılarımı ayağıma geçirdikten sonra artık dik tutmaya gayret etmediğim, düşen omuzlarımla kapıyı açarak kendimi dışarıya attım. Kapı ardımdan tok bir ses çıkartarak kapandığında koridordaki soğuk boşlukta yalnızdım.

Asansöre doğru sarsak adımlar atarak çağırmak için tuşa dokunduktan sonra omuzumu yavaşça duvara yasladım. Asansör kata geldiğinde soğuğa maruz kalmamak için otoparka inerek atölyenin olduğu bloka geçmek için diğer asansöre bindim.

Dizlerimdeki tüm gücün boşaldığını hissedebiliyordum. İçeri girip bir köşeye sinene dek ayakta kalabilmek için kendimi zorluyordum. Kapıya ulaştığımda çantamda olan anahtarı bulup kendimi içeriye attım. Kapıyı sertçe iterek kapanmasını sağladıktan sonra salona ya da odalara gitmeye gerek duymadan holde, kapının yanındaki duvarın önünde yere çökmüştüm.

Sırtımı yasladığım soğuk duvara bastırırken dizlerimi kendime çekerek olduğum yerde küçülmeye çalıştım. Canımın yanmasına artık alışmam gerekiyordu, neyin lanetini üzerimde taşıdığımdan habersizdim ama her seferinde buna maruz kalıyordum ve buna ruhumun bir an önce aşina olmaya başlaması gerekliydi.

Her seferinde dibi görmekten yorulmuştum.

Işıkları bile açmadan kendimi yere bıraktığım için ev hem sessiz hem de karanlıktı. Bu içimi ürperterek bana yalnız hissettirdiğinde acıyla inledim. Yalnız kalmak bana çocukluğuma dönmüşüm gibi hissettiriyordu böyle anlarda.

Odamda sessiz kalmaya çalışarak ağladığım, ağladığım fark edilirse daha da sinirleneceğini bildiğim annemin gözüne gözükmeden yorganımın altında sessiz hıçkırıklara boğulduğum geceleri bir anda silip atabilmem imkânsızdı.

İzgi ağlardı, şanslıysa evde annesi olmaz ve Alpay Levendoğlu fark edip ‘baba’ olduğunu anımsayarak yanında beklerdi. Bunun İzgi için ne demek olduğunu tam kavrayamasa da, İzgi’ye dünyaları vermiş olurdu.

‘Canının yanmasına izin vermem, olur da gücüm yetmezse, senin canın acırsa; yaralarını gocunmadan bana göster ki ilacını birlikte bulalım. Benden saklanma can suyum, izin ver geçmişten kalan ya da belki yarın açılacak olan tüm yaralarına ben üfleyeyim.’

Zihnimden çocukluğumu geçirmeye başladıktan hemen sonra, duyduğumda kocaman bir güven bulutuna sarındığım ses beni kucakladığında gözlerimden yanaklarıma inmeye başlayan yaşları silmeye gerek duymadan çantama uzandım.

Telefonumu neredeyse tüm eşyaları dökerek de olsa bulduktan sonra saatin gece ikiye gelmesine aldırmadan parmaklarım rehberimden onun ismini buldu. Kulağıma yasladığım telefonu titreyen ellerimle sabit tutmaya çalışırken telefon birkaç kez çaldı.

Açıldığında kulağıma dolan ses uykudan uyandığını, bu saatte gelen telefonun onu telaşlandırdığını açıkça belli eder haldeydi. “Deniz?”

“Baba…” diyebildikten sonra derin bir hıçkırıkla sarsıldığımda telefonun diğer ucundan patırtılar duydum.

“İyi misin babam, neredesin? Geliyorum hemen yanına.” Peş peşe sıraladığı cümleler burnumu sertçe çekerek kendimi sakinleştirmeye çalışmama yol açtı. “İyiyim,” demeyi denedim. Sesim aksini haykırırken çok saçma dursa da onun bu kadar paniklemesinden çekinmiştim.

“Neredesin meleğim, yalnız mısın sen? Çağla’yla olacaktın hani, öyle söyledin bana.”

“Atölyedeyim,” dedim duraksamadan. “Baba benim canım çok yanıyor, yaralarıma birlikte baksak olmaz mı?”

Birkaç saniye karşı taraftan ses gelmedi. Ardından kapı sesi duydum. “Geliyorum can suyum, on beş dakikaya yanındayım. Gelene kadar telefon açık kalsın, sesini duyayım tamam mı?”

Kısık bir mırıltıyla onayladıktan sonra telefonu tutan parmaklarımın güçsüzleştiğini hissederek hoparlöre alıp yere bıraktım.

Birkaç dakika sonra araba motorundan çıkan sesi duymaya başlamıştım. “Oradasın değil mi kızım, sesini duyayım konuş benimle.”

“Buradayım,” dedim burnumu sertçe çekerken. “Seni bekliyorum.”

“Ölürüm ben senin canına, geliyorum meleğim.”

Babam dakikalar boyunca bana cevap verebileceğim, basit sorular sorarak konuşturtmaya devam ederken ben de boğazımdaki yumru ve iç çekişlerim eşliğinde onu yanıtlıyordum. Neden ağladığımı, neden bu saatte onu arayıp yanımda istediğimi sormak yerine konuyu dağıtmaya çabalıyordu.

“Geldim Deniz, yukarı çıkıyorum şimdi.” Telefonu kapatıp kenara bıraktım.

Yedek giriş kartı babamda olduğu için güvenlikle uğraşmayacaktı. Bir iki dakika sonra yanımda olacağını bildiğim için derince nefeslenerek olduğum yerden doğruldum. Işığı açmak yerine dış kapıyı açarak apartman boşluğundaki sensörlü ışığın aydınlanmasına sebep olmuştum.

Kapıya tüm ağırlığımla yaslanıp gözlerimi asansöre dikmiş, bekliyordum. Asansörün kapıları aralandığında babamın üstünü bile değiştirmeden, yataktan kalktığı gibi geldiğini gördüğümde dudaklarım aşağıya doğru büküldü.

Duraksamadan hızlı adımlarla yanıma geldi. Saniyeler sonra ise sırtımdan kavrayarak beni göğsüne çekmişti. Kokusunu aldığım anda bedenim gevşeyip titrerken iki koluyla beni sıkıca sararak içeri adımladı. Kapıyı kapattıktan sonra ışığı da açmıştı.

“Şş, buradayım. Yanındayım babacım.”

Salonda duran ikili koltuğa benimle birlikte ilerledi. Oturur oturmaz beni göğsüne doğru yatırıp sırtımı sıvazlamaya, saçlarımı sevmeye başlamıştı.

“Neye akıtıyorsun inci tanelerini, anlatır mısın bana?”

Sorduğu soru, vereceğim cevabı aklımda toparlamaya çalışmama sebep olduğunda olanları hatırlamak; artık tamamen ayık olan zihnimi uyarmış ve ağlayışımı hızlandırmıştı.

“Bu sitede olduğun halde yalnızsın, iki adım ötendeki adamı aramak yerine beni aradın. Ben cevabımı çoktan aldım, ama canın yanacak diye eli ayağına dolaşan bir herif nasıl oldu da seni böyle ağlattı onu bilmiyorum işte can suyum.”

Babama olanları anlattığımda Acar’ın kapısına dayanmaması için onu tutamayacağımı düşünüyordum. Şimdi bile sesinden sinir akarken, dinlediğinde kesinlikle bu sinir katlanarak artacaktı.

“Ne yaptı, anlat bana.” Sessiz kalarak bedenine sıkıca sarıldım. Yanımda olduğunu hissederek kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum.

“Anlatmayacaksan, ona sorayım. O anlatsın ne bok yediyse.”

“Şimdi konuşmasak,” dedim yorgunlaşan sesimle. “Lütfen.”

Saçlarımın üzerini öpmeden önce derin bir nefes aldı. İkna olmadığını ve olanları öğrenmek istediğini anlıyordum ama durumu daha da çıkmaza sokmak istemiyordum. “Annen de uyandı ben çıkarken, yanımda gelmemesi için hemen döneceğimi söylemek zorunda kaldım. Olur değil mi?”

“Olur,” dedim tereddüt etmeden. “Toprak ve Rüzgar uyumuştur değil mi?” diye sorduğumda babam yüzünü eğerek merakla bana baktı. “O nereden çıktı şimdi?”

“Onlarla uyumak istedim, en çok onlarla uyurken iyi hissediyorum.”

“Bunu duymamış gibi yapacağım, ne demek ‘en çok’, ya ben?”

Kıskançlıkla konuşmasına dayanamayıp güldüm. Bir süre daha babam saçlarımı okşayarak sakinleşmeme yardım ettikten sonra konu tekrar açılmadığı için memnundum. Arabaya indikten sonra eve ulaşmamız bize bir on beş dakikaya daha patlamıştı.

Babam anahtarıyla kapıyı açtığında içerisi karanlık olduğu için adımlamadan önce onu bekledim. Yürümeye başladığımızda salondan bir anda çıkan beden korkuyla neredeyse bağırmama sebep olacakken annemi tanıyarak sessiz kalmayı başarmıştım.

“Nerede kaldınız? Yarım saat demiştin Savaş, telefonlarımı da açmadınız delirdim burada.” Annem, babama söylenirken bir yandan da beni kendisine doğru çekip sarılmıştı. “İyi misin annecim, gözlerin kıpkırmızı olmuş.”

“Daha iyiyim.” dedim onlarla olmamı kastederek. Annem bunu anladığında yanağımı öptü. “Konuşmak ister misin, yoksa sonraya mı erteleyelim?”

“Sonra…” diye mırıldandım. Annem itiraz etmeden anlayışlı bir ifadeyle sırtımı sıvazladı. “Tamam bebeğim.”

“Rüzgar’ın uykusu ağırdır, sen üstünü değiştir onun yanına yat. Ben Toprak’ı yanınıza yollarım uyandırıp.”

Babamın söylediklerinden sonra başımla onay verip odama çıktım. Pijamalarımı giyip ağzımı buruş buruş eden tattan kurtulmak için dişlerimi fırçaladıktan sonra aynaya bakmamaya çalışarak odadan ayrılmıştım. Annemin de babamın da alkollü olduğumun farkında olduklarından emindim ama bir şey söylememişlerdi.

Rüzgar’ın odasına girdiğimde Toprak’ın benden önce gelmiş olduğunu gördüm.

“Özür dilerim, bu saate uyand-…”

“Asıl o cümleyi tamamlarsan özür diletirim, saçmalama güzelim. Gel buraya.”

Rüzgar dünyadan habersiz derin bir uykudayken, onun yanına uzandığımda Toprak da yanıma yatıp aralarında kalmamı sağladı.

“Babam doğru düzgün bir şey anlatmadı, bilmediğinden mi yoksa sakladığından mı anlamadım ama merak ediyorum. Neyin var canımın içi?”

Sırtüstü yatıyorken elini sıkıca tutup karnımda birleşen ellerimizi sabitledim. Aynı şeyi uyuyor olsa da Rüzgar’a da yaptığımda bir nebze de olsa daha ferahlamış hissediyordum.

“Yarın sadece üçümüzün olduğu bir gün geçirelim ister misin? Kalan her şeyi unutarak, sen ne istiyorsan onu yaparız.”

Başımı omuzuma doğru yatırarak Toprak’a baktım. Kaybettiğimiz yirmi yıla rağmen böylesine onlara bağlı hissedebiliyorsam, birlikte büyüseydik şu anda nasıl biri olacağımı düşünmeden edemiyordum. Ruhsal olarak çok daha güçlü biri olacağımdan emindim mesela.

“Çok isterim.” diyerek cevapladığımda yanağımı öpmek için bana doğru eğildi. “İstersen Rüzgar gelmeyedebilir…” Bunu beni güldürmek için yaptığını belli eden oyuncu tavrıyla konuştuğunda kıkırdadım.

“Bizi duyuyor olsa kızabilirdi.”

“Top atsan uyanmaz o, merak etme.”

Rüzgar aniden hareketlendiğinde şaşkınca Toprak’a baktım. Uyanmaz dediği anda uyanıyor muydu?

Rüzgar sanırım yanındaki sıcaklığın sebebini az çok algılayarak uyanmadan da olsa beni sıkıca sarmıştı. Ahtapot gibi bedenime doladığı kolları neredeyse nefes almamı da engellerken soluklanmaya çalıştım. “Yavaş hayvan, yavaş. Boğuldu kız.”

Toprak, onun kollarını biraz gevşetip bana alan yarattıktan sonra kendisi de başını omuzuma bıraktı. Böylece Rüzgar yan dönmüş halde bana sarılıyorken ben halen sırtüstü yatıyordum ve omuzumda da Toprak vardı.

“İyi uykular Deniz.” dediğinde ona karşılık verdikten sonra duyamayacağını bilsem de Rüzgar’a da iyi uykular dilemiştim.

Toprak da uykudan uyandırıldığı için çok geçmeden yeniden uykuya yenik düştüğünde, sabahın ilk ışıklarına dek gözümü kırpmadan düşüncelere boğulduğum; ağlamamak için tek dayanağım iki yanımda yatıyor olan üçüzlerim olsa da boğazımdaki yumruyla geçirdiğim saatler başlamıştı.

Daha önce birilerinin benim güvenimi kırdığına çokça şahit olmuştum. Hiç iyi hissettirmemişti.

Ama ilk kez birinin bana olan güveninin kırıldığına şahit oluyordum. Hangisinin daha kötü olduğunu seçmek ise hiç kolay değildi.

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm