Düşten Farksız - Özel Bölüm
ÖZEL BÖLÜM
Özel bölümle,
sözünü verdiğim paralel evren bölümüyle geldim. Gelişimi de Despina’nın doğum
gününe denk getirmek istedim
Umarım severek eşlik
edersiniz
İyi okumalar!
~~~
- Bu
bölüm tamamlanmış olan kurgunun akışından tamamen ayrı şekilde yazılmıştır. Az
sonra şahit olacağınız zaman dilimlerinin, Düşten Farksız’ın daha önce okuduğunuz
kısımlarıyla bağlantısı yoktur -
- Nisan, 2004
Helen
“Kötü bir şey oldu,” derken aklımda kopan
fırtınayı dillendirmiştim. Elimde değildi, zihnimdeki mekanizma son aylarda
olumsuz olana öyle çok odaklıydı ki boş kaldığım her an başka bir karanlığa
savruluyordum.
Abartılı ve sesli bir şekilde ağlıyormuş gibi
ellerini yüzüne kapatan, yanımdaki koltukta öne doğru bükülen Cemre’ye baktım
şaşkınca.
“Cemre?” derken sesime de şaşkınlığım
yansımıştı.
Biraz doğruldu, ellerini tam olarak yüzünden
çekmedi ama parmaklarını gözlerini görebileceğim kadar aralamıştı. “Gerçekten kötü
bir şey olduğuna inanıyorsan benim ağlamama neden şaşırdın mesela yenge?”
Salonun duvarlarına çarpıp dağılan gülüş sesi
bana ait değildi. Emre gülüyordu. Göz ucuyla ona doğru baktığımda durumdan
büyük bir keyif aldığını görmüştüm.
İkisinin de beni ciddiye almaması kontrol
edemediğim bir şekilde dudağımın titremeye başlamasına neden olduğunda alt
dudağımı ağzımın içine doğru çekerek kendimi durdurmayı denedim.
İkizlerin genelde birbirinden alaycı ve yine
birbirinden rahat olan tavırları yüzümü fark ettikleri anda dağıldı.
Emre ayaklandı önce. “Yenge ağlama n’olur,
abim görürse beni ikiye böler. Gelecek şimdi.”
Cemre ise oturduğu koltuktan benim oturduğum
yere doğru kayarken gözümle seçemeyeceğim kadar hızlıydı. “Ay sen bizi yanlış
anladın, bazen Türkçen yetmiyor ya hani. Ondan hep. Ağlama ya.”
Peş peşe konuşup durdukları için ikisinin
arasında gidip gelen bakışlarımla birlikte dikkatim dağılmıştı.
“Anlıyorum ben her şeyi,” dedim burnumu
çekerken. Annemden kalan Türkçem, Timur’la birlikte tahmin edemeyeceğim kadar
çok gelişmişti. Nadiren aklım karışıyordu.
“Anlıyorsun tabii,” dedi Cemre bu sefer hemen.
Şu an ağlamamam için ne dersem destekleyecekti zaten, kesindi.
İtiraz etmek için araladığım dudaklarım, anahtar
sesi içeriye dolduğunda öylece kaldı. Oturduğum yerden olabildiğince hızlı
şekilde kalktığımda hedefimde kapı vardı.
Kapıya vardığımda anahtarın sahibinin işi de
çoktan bitmişti. Kapı açıktı. Kapının ardında da sadece birkaç saat göremediğim
için zihnimin bana felaket senaryolarıyla işkence ettiği isim vardı.
Kendimi hemen göğsüne doğru bıraktım. Kolları
ona her uzandığımda olduğu gibi aralanmış, bedenimi çepeçevre sarmıştı.
“Helen?” derken sesi sorguyla doluydu. Yüzümü
göğsünde bir yere gömmüş, çenesinin baskısını saçlarımın üstünde hissederken o
yokken saatlerdir kastığım vücudum gevşemişti.
“Hoş geldin,” dedim hiçbir şey olmamış gibi.
“Hoş buldum güzelim,” dedi sırtımı okşarken. “İyi misin sen?”
“İyiyim.” Yüzüm kapalı olduğu için sesim biraz
boğuk çıkmıştı.
“Bizim deliler mi üzdü seni?”
Timur’un sesi olmadığını anında ayırt ettiğim
sesle birlikte panikle yüzümü göğsünden kaldırdım. Kolunun kenarından arkasına
doğru baktığımda sesin sahibini görmüş ve gözlerimi kırpıştırmıştım.
“Mirza amca,” dedim çekingen bir sesle.
“Buyurun, benim.” dedi rahatça.
O ne kadar rahatsa ben o kadar çekiniyordum ve
ben ne kadar çekingenleşirsem o da o kadar keyifleniyor gibiydi. Sonsuz bir
döngünün içindeydik.
Tanıştığımız anda başlayan bir döngüydü. Timur
elimden tutup beni onun yanına götürdüğünden beri aynı durumdaydık.
Timur’un hafifçe sarsılan göğsünden anladığım
kadarıyla o da gülmek üzereydi, hatta sessiz sessiz gülmeye başlamış da
olabilirdi. Başımı kaldırıp ona bakmak yerine Mirza amcaya doğru bakmaya devam
ettim.
“Merhaba,” dedim az önce sadece adını
söylediğimi düşününce.
“Merhaba,” dedi başını sallayarak. “Tekrar
soruyorum, benimkiler mi darlattı seni?”
İkizlerden bahsediyordu. Başımı iki yana
oynattım olumsuz anlamda. “Yok,” dedim hemen. “Onlar hiçbir şey yapmadı. Kendi
kendine şey oluyor.”
Mirza amcanın bakışları bir an için aşağıya
doğru kaydı. Baktığı yerin neresi olduğunu anladığımda saklanacak yer arar gibi
Timur’a yapıştım.
Yanımızdan geçip içeriye doğru adımlarken son
anda konuşmuştu. “Canan’dan alışkınım, karnındaki iletiyordur sana o kötü
düşünceleri.”
Koridorda Timur’la yalnız kaldığımızda başımı
yavaşça kaldırıp yüzüne doğru baktım. Ne göreceğimi biliyordum aslında.
Mirza amca ne zaman her şey aynıymış gibi
konuşsa, Timur böyle kalakalıyordu.
Babasının yas tutma şeklini garipsediğini,
hatta bir zamanlar buna öfke duyduğunu biliyordum. Öfkesini yenmişti ama
şaşkınlığını yenemiyordu.
Tanışamadığım
ancak tanışabilmeyi umduğum Canan Hanım öleli dört yıl
oluyordu.
Timur’un anlattıklarına göre o dönem hiçbiri
için kolay değildi. Babasıyla aralarında olmadığına inandığı bağın annesinin
ölümünden sonra görünür hale geldiğini söylemişti. Devam edebilmelerine olanak
sağlayan da buydu.
-yn: paralel evrenin diğer evrenden nasıl ayrıldığını
anlamış olduk sanırım :)
bu evrende Canan erkenden herkesin hayatından çıkmış,
Helen ile hiç tanışmamış ve aslında yokluğuyla Mirza ile Timur arasındaki ipin
sapasağlam bağlanmasına sebep olmuş…
“Nasıl annem hiç ölmemiş gibi konuşabiliyor?”
dedi Timur alnını alnıma doğru dayarken sessizce. “Sanki her an dönecekmiş gibi
onu anarken neden hiç üzülmüyor?”
Bilmiyorum der gibi dudağımı büktüm. Bir elimi
kaldırıp yanağına dokundurmuş, sakallarının üstünü okşamıştım.
“Ben…” dedi zar zor. “Seni kaybettiğim bir
hayat düşünemiyorum, birkaç dakikalığına zihnimde bile canlandıramıyorum Helen.
Yapamıyorum, Yunan kızı. Babam nasıl yaşıyor?”
Derin bir nefes almaya çalıştım. Gözlerimi
gözlerinden hiç ayırmadan ona bakıyordum. “Bunu konuşmayabilir miyiz?” dedim
tıkanmış gibi.
Gözlerim yanmaya başlamıştı. Aklımda bin
farklı kötü son oluşup bana saldırıyordu.
Timur birden kendine gelmiş gibi gözlerini
hafifçe irileştirdi. “Tamam,” dedi hızla. “Tamam güzelim.”
Sırtıma bastırdığı avucuyla beni yeniden
göğsüne çektiğinde diğer elinin de sırtımda ya da en azından ensemde
dolanacağını düşünürdüm. Bir süre önce ezberlediğim hareketi buydu çünkü. Ama
boşta kalan eli bahsettiğim yerlere hiç uğramadı bile.
Sarıldığımızda aramızda bir köprü görevi
üstlenen, her aynaya bakışımda büyüdüğünü sanarak hayretle izlediğim karnıma
doğru değdi parmakları.
Şişkin karnımı usulca okşarken dokunduğu yeri sanki
ben anlamıyormuşum gibi içeriden de bir darbe almıştım.
Boğuk bir ses çıkarttım. Canım öyle çok
yandığından değildi fakat karnımdaki ani hareketlere bir türlü alışamıyordum.
Bu gidişle karnımdaki şiş inene dek de alışamayacaktım zaten.
Timur da benim içeriden hissettiğim baskıyı
avucunda hissetmiş olacak ki keyifli gülüşü kulağıma doldu.
Baba-kız en büyük eğlenceleri bendim. Biri vuruyor,
diğeri gülüyordu. Kızımız doğmadan babasının boksla uğraştığını anlamış ve
erkenden çalışmalara başlamış gibiydi.
“Yavaş bebeğim,” dedi Timur gülüşü
sonlandığında. Bana ayıp olmasın diyeydi sanırım. Karnımı okşamış, kızından
yavaş olmasını rica etmişti.
“Vurma demiyorsun da yavaş diyorsun Timur,”
dedim alıngan bir sesle.
“Annesine çektiyse yapma etme desem de dinlemez
diye düşünüyorum,” dedi göz kırparken.
“İkinizle de konuşmuyorum,” dedim surat
asarken.
“Biz birbirimizle konuşuruz o zaman,” dedi hiç
oyalanmadan. Kaşlarımı çattım. Geriye doğru adımlayıp karnımı iki elimle
kapatabildiğim kadar kapattım. Onun elini ittirmeye hiç uğraşmamıştım çünkü
bileğini kırsam da elini karnımdan çekmezdi, emindim.
“Duymuyor seni, kulaklarını kapattım.”
Timur benim mızmızlığıma gülerken ben de derin
düşüncelere dalmıştım.
Henüz bebeğimiz karnımın içindeyken bu
haldelerse kollarımızın arasına geldiğinde ben nasıl direnecektim?
Bu
savaşı nasıl kazanacaktım?
~
- Temmuz, 2005
Helen
“Sen bu bacak kadar boyunla elbiseler mi
giydin? Süslendin de mi geldin? Yiyeceğim gerçekten tek lokmada bu kızı ben.”
Suratı ekşimiş bir şekilde kucağında olduğu
kişiyi süzen Despina’nın iltifatlardan pek etkilendiğini söyleyemezdim.
“Ağlayacak gibi bakıyor bu kız, annesi.” diyerek
sitemle bana döndüğünde Aslı’ya üzgünce baktım.
“Bana da öyle geldi Aslı,” dedim kucağıma
gelmek için acıklı bakışlar atan kızıma uzanırken. Kollarının altından
kavradığım bedenini omuzuma doğru yatırdığımda nefes nefese bana tutundu.
Despina omuzumda kendisini sakinleştirmeye
çalışırken odaya hızla girip peşinden rüzgârını da getiren doğum günü çocuğunu
gördüğümde gülümsedim.
“Anne!” diyerek Aslı’ya doğru koşmuştu direkt.
“Efendim annecim?”
Aslı, Özgür’ün alnına dökülen saçlarını geriye
doğru atıp nemlenen tenini silerken Özgür panik içindeydi.
“Abim pastamı kafama atacakmış.”
Kıkırdayışımı saklamak için Despina’nın bebek
buklelerinin arasına yüzümü kapattım.
“Pastanı üfledin ve kestik ya annecim, neyi
atacakmış kafana?”
“Bilmiyorum,” dedi Özgür sorgular bir sesle.
“Bunu düşünmemiştim.”
Abisinin onu kandırıp korkuttuğunu ve birkaç
dilimi kalmış pastanın kafasına fırlatılamayacağını anlayınca geldiği hızla
odadan çıkacak oldu. Son anda geriye dönmüş, odada annesi dışında iki kişi daha
olduğumuzu hatırlamış gibi önümde durmuştu.
Yatakta oturuyor olduğum için benimle
konuşmaya başlamadan önce yatağa tırmanıp yerleşti hemen. “Helen abla?” dedi
benimle konuşuyor olmasına rağmen sık sık kucağımdaki bebeğe bakarken.
“Efendim canım?”
“Bebek konuşmayı öğrendi mi artık?”
Ben Despina’yı emzirmek için odaya geçmeden
önce de yaklaşık dört kez ayrı ayrı zamanlarda bu soruyu sormuştu. Despina
doğduğundan beri Özgür’ün en büyük merakı buydu hatta.
Başımı iki yana salladım. “Biraz daha büyümesi
gerekiyor, sabretmemiz lazım.”
Özgür ofladı. Altı yaş sabretmeyi sevmek için
uygun bir yaş değildi zaten.
O sırada Despina konuşamasa da iletişim
kurabildiğini kanıtlamak ister gibi can sıkıntısıyla mızmızlanmaya başladı.
Giriş kısmı birkaç saniyeden ibaretti. Sıkıldığı anda önce küçük bir uyarı
yapıyor ve hemen ardından kıyameti kopartıyordu.
Despina çığlık atar gibi ağlamaya başladığında
odada buna alışkın olan tek kişi bendim, Aslı şaşkınca sesin kaynağını süzmüş
ve Özgür de panikle kulaklarını iki eliyle kapatmıştı.
Özgür paldır küldür yataktan indikten sonra
elleri kulaklarından ayrılmadan bana baktı. “Çok bağırıyor!” dedi kulakları
kapalı olduğu için kendisi de bağırarak. Odadan kaçışını gülerek izlemiştim.
Aslı ile bakıştığımızda ikimiz de dayanamayıp
Özgür’e gülmüş, kendisiyle ilgilenmek yerine gülüyor olduğumuz için Despina’dan
daha sert çığlık cezası almıştık.
Salona geri döndüğümüzde Despina yarı sızlanır
haline kısa bir mola vermiş oldu. Hedefi belliydi çünkü.
“Gözleri aydınlandı çocuğun, tipe bakar mısın
Aslı?”
Fatih abi karısına Despina’yı işaret ederken
ben öne doğru adımlamış ve içeri geçmeden önce oturduğum yere geçmiştim.
Timur’un sağındaki boşluğa denk gelen yerime yerleştiğimde Despina kucağımda
çırpındı panikle.
“Ba-ba,” diyerek tükürükler eşliğinde
kendisini yana doğru devirmeye çalışınca direnemeyeceğimi bildiğimden onu
ileriye uzattım.
Tüm bunları dudaklarındaki sakin gülümsemeyle
izleyen Timur, kızımızı kucakladığı anda gülüşünü büyütmüş ve bedenini göğsüne
yüzüstü bir şekilde yatırmıştı.
Despina elleri babasının göğsünde, çenesi de
oraya yaslı halde sırıttı. Anlamsız birkaç hece mırıldanıp kendince oyun
oynamaya başladığında kollarımı göğsümde birleştirmiş ve arkama yaslanmıştım.
Açken en sevdiği ebeveyni bir yarım saatliğine
ben oluyordum ama günün kalan yirmi üç buçuk saatinde favorisi belliydi. Bazen
uyurken dahi yokluğunu hissediyor, babasını göremediği dakikalarda dünya
başımıza yıkılmış gibi deliriyordu.
Karşılıklı bir bağımlılıktı, ikisi de
birbirinden asla ayrılamıyorlardı.
Kalbimde bir nebze de olsa kıskançlık
hissedemiyor, sadece bu hallerine içimden şükürler etmekle yetinebiliyordum.
Ben babamla bir savaş vermiş, o savaşta
yenilip her şeyden kaçmıştım. Kaçtığım yerde yoluma çıkan adam ise Timur
olmuştu.
Kızımın onun
adına herkesle savaşıp hiç yenilgi almayacak olan babası...
~
- Ekim, 2007
Timur
Gecenin bir yarısı, nedenini bilmediğim bir
güdü ile gözlerim aniden aralandığında ilk yaptığım soluma doğru dönerek odanın
boğuk karanlığında zar zor seçilen bedeni kontrol etmek oldu.
Helen elleri yanağının altında, bana dönük bir
şekilde derin bir uykudaydı. Düzenli nefesler alarak odayı huzurlu bir sesle
dolduruyordu.
Başımı hafifçe kıpırdatarak dudaklarımı onu
uyandırmayacağını bildiğim bir sertlikle dudaklarına bastırdım. Öpüşüm değil
uykusunu, nefeslerinin düzenini bile bölmemişti.
Beline doğru inen örtüyü biraz daha yukarı
çekip omuzlarını kapatırken kendi bedenimi örtünün altından kurtarıp yatakta
doğruldum.
Kuruduğunu ve bu kuruluğun bir yanmaya
dönüştüğünü hissettiğim içimi ferahlatabilmek adına yataktan kalkıp sessiz
adımlarla odadan çıktım. Mutfağa girdiğimde gecenin bir yarısı herhangi bir
şeyi düşürüp evi ayağa kaldırma riskini almadım ve uzanıp ışığı açtım.
Işık açıldığında tezgâhtaki sürahiye doğru
adım atacakken aynı anda kulağıma dolan iç çekiş ve göz ucuyla gördüğüm
hareketlilik beni dondurmuştu.
“Ahu?” dedim hayret eder gibi.
Mutfak tezgâhının altındaki dolaplardan birinin
dibinde kollarını kendine sarmış oturuyordu.
Titreyen dudakları ve şaşkın bakışlarıyla
yerde boynunu geriye kırabildiği kadar kırıp bana baktı. Yanaklarına birden
bastıran yağmur damlaları gibi dökülmeye başlayan yaşları gördüğümde başıma
keskin bir sızı saplandı.
Hızla yanına varıp onu yerden kaldırdım.
Kollarının altından kavradığım bedenini göğsüme çektiğimde saklanmasına izin
vermeden avucumu ensesine yaslayarak yüzünü yüzüme doğru tuttum.
“Ahu’m,” dedim sakin çıkmasına olağanüstü bir
çaba gösterdiğim sesimle. “İyi misin babacım, ne yapıyorsun sen burada?”
Kızarık dudakları, yanaklarından boynuna doğru
inerken yolunu kaybeden yaşlar yüzünden ıslanmıştı. Dudaklarını aralayıp yüzüme
bakındığında ensesindeki elimi oynatıp başparmağımı saç diplerine sürttüm.
“Söyle bebeğim,” dedim cesaretlenmesi için. “Yatağından niye kalktın?”
“Su içcektim,” dedi kırık bir sesle. “Ama-
ama… Su bitmiş.”
Su bitmemişti fakat mutfakta tek başına
uzanabileceği bir yerde su yoktu. Helen’in, Ahu’nun odasında onun ulaşabileceği
bir köşede bıraktığı pipetli, biberona benzer bardağı vardı. Susadığında oradan
su içiyordu.
“Odanda su yok muydu, babacım? Senin suyun
orada değil mi?”
“Bilmiyoyum,” diyerek içli içli
nefeslendiğinde gözlerimi bir iki saniye kapalı tuttum. Geri açtığımda göğsümdeki
ağırlık geçmiş değildi ama durup da kendime böyle bir zaman tanıyamazdım.
Ahu’nun ağlaması, sesinin kırgın çıkması ve
buna benzer hiçbir şeye dayanıklılığım yoktu. Dünyadaki en basit konu için
dertlendiğinde bile bende deprem yaratıyordu. Helen’in bunun normal bir durum
olduğuna inanmam için çabalamasına rağmen huyumdan dönemiyordum.
Başını omuzuma doğru yaslamak için
yönlendirdiğimde bir an bile direnmedi. Yanağını omuzuma bırakıp boynuma bakar
şekilde yattığında poposunun altından destek verdiğim kolumu daha çok
sıkılaştırdım.
Yanağımı saçlarına doğru yaslayarak onunla
birlikte tezgâha doğru adımladım. Rahatça yudumlayabileceği bir başka bardağına
yeterince su koyduktan sonra bardağı dudaklarına doğru uzattım. “İç suyunu,
Ahu. Al babacım.”
Başını kaldırıp sudan sadece bir yudum aldı,
ardından yine omuzuma bıraktı ağırlığını.
Derdinin su olmadığını fısıldayan içimdeki sese
hak veriyordum. Uykusunu bölen başka bir şeydi. Odadan çıkmış, sonra aklına su
gelince mutfağa gelmiş olabilirdi belki. Sadece susadığı için uyanıp odada su
bulamasa hedefi bizim yanımız olurdu. Su vermemiz için bizi uyandırırdı.
“Ahu’m,” dedim mutfaktan ışığı kapatıp
çıkarken. Saçlarına burnumu daldırıp bebek kokusunu soluyordum bir yandan da.
Odasına ya da odamıza gitmedim. Salona girip
en yakındaki koltuğa oturur oturmaz bedenini de iyice sarıp kucağıma
yerleştirmiştim.
“Güzel kızım,” derken sırtını usulca
sıvazlıyor, normalden biraz hızlı attığını hissettiğim kalp atışlarını düzene
bindirmeye çalışıyordum. “Güzelim,” dediğimde dudaklarını büzüp bana bakması ve
‘güselim’ diye tekrarlaması gerekiyordu. Küsme numarası yapan Ahu bile buna
dayanamaz ve beni tekrarlardı çünkü.
Sessiz kaldı. Gittikçe telaşım artıyor, durumu
çözümleyemediğim için aklım karışıyordu.
Kötü bir rüya görmüş olabilirdi. Uyurken
tedirgin mi uyumuştu, diye düşündüm. Cevap hayırdı. Ben uyutmuştum. En sevdiği
uydurma masalımı anlatmış, masalın sonunu tatlı bir düşten farksız olacak şekilde
tamamlamıştım. Üzüleceği hiçbir şey yoktu.
“Odanda bir şeyden mi korktun?” dedim sakince.
“Neden odandan çıktın babacım?”
Burnunu çekti peş peşe. Ağladığı için akmaya
başlayan burnunu tişörtümün omuz kısmında kurulamasına sesimi çıkartmadım.
“Koyktum,” dedi doğru tuşa bastığım için
konuşmaya başlamaya karar vererek. Başını omuzumdan kaldırıp yüzüme bakındı.
Sırtını okşamayı bırakmadan dikkatle onu dinledim.
“Neden korktun?”
“Bilmiyoyum,” derken bilmemesinden darlanmış
gibi mızmızlanarak birkaç damla daha yaş döktü.
Nefeslendim. Islak yanaklarını sırayla koklaya
koklaya öptüm. “Ben yanındayım,” dedim gözlerimi gözlerinden hiç çekmeden.
“Baban burada, korkacak bir şey yok.”
Gözlerimin içine biraz daha baktı. Bir şey mi
arıyordu yoksa minik aklı bir yere mi dalmıştı bilmiyordum.
“Bebeğim benim,” dedim ıslanıp parlamaya
başlayan mavi irislerine bakarken. “Babasının bebeği…”
Gözlerini kırpıştırdı. Avuçlarını göğsüme
dayayıp yüzünü de birden boynumun ortasına doğru kapattı. Mırıldanışını zar zor
duymuştum o yüzünü kapatmadan önce.
“Babasının bebeki,” diye tekrarlamıştı fısır
fısır.
Göğsüme sığınmasının, tatlı sesinin
kulaklarıma dolmasının ve aslında başlı başına varlığının bende yarattıklarını
tarif edemiyordum. Öyle eşsizdi ki dilimden bunu anlatacak bir şeyler dökemiyor,
içimde kendi kendime bile ne hissettiğimi açıklayamıyordum.
Yüzümü aşağıya doğru eğip saçlarının içine
sakladıktan sonra burada alacağım nefesler kotalıymış gibi dikkatle
soluklandım. Bazen ondaki huzuru tatma hakkım bitecek ve ondan kopacakmışım
gibi sıkışmış hissediyordum.
Bunun oluru yoktu. Kollarımdan onu alabilecek,
onu benden biraz olsun uzağa götürebilecek bir kuvvet yoktu, olamazdı.
Birkaç saat göremediğimde özlemiyle gözümün
önünü göremez hale geliyordum. Her baba böyle mi hissederdi ya da doğru olan
böyle hissetmek miydi bilmiyordum; gerçi bu işin tek bir doğrusu olduğunu da
zannetmiyordum.
Benim doğrum buydu.
Ne kadar yakınımdaysa, içim o kadar rahattı.
Kollarım etrafına sarılıyken güvende olduğundan emindim ve güvende olmadığı bir
senaryoya da zerre tahammülüm yoktu.
Varoluş amacım birkaç yıl önce hayatıma girmiş
gibiydi. Güvenle yaslanacağı dağ olmayı, koştur koştur gelip göğsümde
soluklanmasını, ağladığında gözlerinin beni aramasını öyle çok benimsemiştim ki
hayatım bunlar olmadan süremez, devam edemezdi sanki.
Ahu’nun olduğu yerde uykuya yenik düştüğünü
nefes seslerinden ve göğsümden kayar gibi olan parmaklarından anladığımda hiç
kıpırdamadım. “Ben var olduğum sürece sana korkmak yasak,” dedim sessizce. “Büyüsen
de, değişsen de… Aklının bir köşesi hep ‘korkmayacağım
çünkü babam benimle’ diyecek sana. Bunu ezberlemeni sağlayacağım Ahu’m.”
Onu sakinleştirmek için göğsümde uyuttuğum ilk
gece değildi, son gece olmasının da imkânı yoktu. Kaçmaya çalışsa da kaçmasına
fırsat vermeyeceğim bir kafesteydi. Hep orada kalacaktı.
~
- Ağustos, 2014
Timur
Özgür’ün omuzuna doğru sarıp sarkıttığım kolumu
hiç oynatmadan, diğer elimi kaldırıp kapıyı anahtarla açtım. İleriye doğru
ittiğim kapı duvara kadar varamadan küçük bir el kapıya sıkı sıkıya yapışıp
tutmuştu.
“Baba!” diyerek gözlerini aça aça konuşan
Ahu’ya karşılık vereceğim sırada onun dikkati yanımda duran kişi ile birlikte
hızla dağılmıştı.
Ahu kollarını kendi boyutunca yapabileceği en
geniş aralıkta açıp Özgür’ün beline doğru sarıldığında aralarındaki boy farkı
barizdi. Özgür onun çabasını kırmadan kolunu sırtına doğru kapattı.
“Bugün de bizde kalacaksın değil mi Özgür?
Benim odamda uyuyabilirsin yine, ben annemle uyuyabiliyorum çünkü. Yatağım
senin olabilir tamam mı?”
Ahu peş peşe bir şeyler sıralamaya
başladığında müdahale gecikirse nerede durması gerektiğini unutabiliyordu. Ben
alışkın ve memnundum, sesi kulağıma ninni gibiydi ama ona yüz buruşturup
kızdıracak olan Özgür’ün bakış açısı farklıydı benden.
Yani kısa bir süre öncesine kadar bu böyleydi.
Özgür aralarındaki beş yaşlık farka aldırmadan Ahu ile küçük çocuğa dönüşmeye
bayıldığından ne zaman bir araya gelseler dört duvarın tepemize yıkılacağını
hissederdik.
“Ahu,” dedim Özgür’ün cevap vermeye
niyetlenmediği kızıma seslenirken. “Bir haberim var sana babacım.”
“Güzel haber mi?” diyerek heyecanla bana
döndü. Özgür’e sarılmayı bırakmamıştı ama. Normalde üstüne atlaması,
tepinmeleri gerekirdi fakat küçük kalbiyle etrafta olup bitenleri ona
anlatmasak da bir şeyler seziyordu, belliydi.
Herkes durgun diye sorun çıkarmak yerine
sessiz sessiz bizi normal davranmaya itmeyi deniyordu kendi yöntemleriyle.
“Özgür bundan sonra hep bizimle kalacak, bu
evde hep beraber yaşayacağız.”
Birkaç gün önce Helen ile birlikte ona Fatih
amcasının ve Aslı teyzesinin çok uzak bir yere gitmeleri gerektiğinden
bahsetmiştik. Onları sormaması, özellikle Özgür varken bunu yapmaması için
aklımıza gelen beyaz yalan bu olmuştu.
“Abi,” dedi Özgür bana doğru dönüp. Bu sesi
biliyordum. Günlerdir duyuyordum ama dinlemiyordum, dinleyemezdim.
Özgün başını alıp giderken ona engel
olamamıştım. On dokuz yaşındaydı ve reşit oluşu elimi kolumu bağlamıştı. Nerede
aramam gerektiğini bile bulamıyordum. Arada telefonumu açıyor, iyiyim abi
dedikten sonra kapatıyordu. Onunla tek iletişimim buydu.
Özgür’ün bu şekilde elimden sıyrılmasına ise
ölsem izin veremezdim. Fatih’in emanetlerinden en azından birine sahip
çıkabilmek zorundaydım.
“Efendim abim?” dedim başımı sallarken.
“Ahu’ya sen mi verecektin bu haberi? Hep birlikte kalacağız ya işte.”
Ahu heyecanla çığlık atıp yerinde seke seke
holde koşturmaya başladığında göz ucuyla ona baktım. Düşmüyordu, dengesi
sağlamdı.
Bakışlarımı kızımdan çekip sağıma, kolumu
omuzundan indirmediğim Özgür’e baktığımda ise onu buruk bir ifadeyle Ahu’ya
bakarken görmüştüm.
Bel altı vurmaksa bel altı vurmaktı, hileyse
hileydi… Özgür’ü bu çatının altında tutmak için Ahu’yu kullanmam güçlü bir
hamleydi.
Bu sevinç gösterisinin üstüne, Ahu’nun arkasından
ağlaya ağlaya helak olup ona günlerce küseceğini bilirken Özgür’ü kapıdan
çıkarken görmeyecektim. Gitmeyecekti, biliyordum.
Bizi kolay zamanların beklediğini
söyleyemezdim. Annesini kaybetmiş bir çocuk olmama rağmen kendimi tam olarak
Özgür’ün yerine koyup onun acısını hissedemiyordum, aynı anda anne ve babadan
koparılmak ne demek tahmin edemiyordum.
Ama tüm varlığımla yanında olacaktım. Tüm
varlığım bu evin diğer iki üyesini de kapsadığından ve Özgür, Helen’e de Ahu’ya
da kıyamadığından, işimi garantiye aldığım da söylenebilirdi.
Rastgele bir Ağustos akşamı ailemize bir üye
daha eklenmiş, çok kısa bir süre sonra da ailenin diğer fertlerinden farksız
hale gelmişti.
~
- Ocak, 2017
Özgür
“Saçım bozuluyor!” diyerek yeri göğü inleten
Despina’yı gayet net duyuyor olmam, onu anlıyor olduğumu göstermiyordu.
Bedenini sağa sola savurarak sarsarken
dudaklarından çıkan hiçbir itiraz bana yeterli gelmiyordu.
“Baba!” diyerek imdat çığlığını biraz
değiştirdiğinde sırıttım. “Evde değil,” dedim keyifle hatırlatarak.
“Annem?” dedi umutsuzca. Başımı ağır çekimde
salladım. İçeriye doğru kulak verdiğimde banyodan buraya kadar gelen su sesi
sabitti. “Duşta,” dedim Helen ablanın bir süre daha orada kalmasını temenni
ederek.
Despina benimle baş başa olduğunu kabullendiğinde
kollarımın arasında çırpınmaya bir an için ara verdi. Gözlerini iri iri açıp
yüzüme diktiğinde gözlerimi kaçırmaya çalışsam da geç kalmıştım.
“Abi…” dedi az önce tiz sesiyle kulak zarımda
delik açan bir başkasıymış gibi tatlı tatlı.
Kendimi bildim bileli Despina için ‘Özgür’düm.
Dili açılana kadar bir süre ‘Ösgüy’ de olmuştum ama benim açımdan değişen pek bir
şey yoktu.
Bu tavra, onu bırakmam ve koltukta evire
çevire bedenini sarsmamam için yalandan büründüğünü biliyordum. Çok iyi
biliyordum hem de. Ama göğsümün bir kısmı ‘abi’ olduğumu sesli olarak duyar
duymaz kabarıyor ve gözlerimi gerçeklere kör ediyordu.
“Bir daha söyle bakayım,” dedim kulağımı
ağzına doğru yaklaştırıp.
Kıkır kıkır güldü. “Abim!” diyerek abarta
abarta tekrarladığında yanaklarından peş peşe öptüm. Islak ıslak öptüğüm için
sinirle yanaklarını ovuşturacağı anın gelmesini bekledim ama kıkırdamaya devam
ediyordu.
Yıllar geçtikçe Despina’nın şeytan tüyüne
sahip olduğundan tamamen emin olmaya başlamıştım. Daha küçükken onun
sevimliliğini ve kimsenin kendisine kıyamayışını yaşına veriyordum ancak
büyüyor ve asla bu özelliğini yitirmiyordu. Şeytan tüylüydü işte.
“Gözüm görmesin,” dedim kollarımı etrafından
çözüp onu serbest bırakırken. “Bir daha yalvarsan da bırakmam, konuyu
açmıyorsun.”
Koltuktan bir hışımla kalktı. Ayaklandıktan
hemen sonra bana bakarken kaşlarını çatmıştı. “Açıyorum.” dedi bastıra bastıra.
“Açmıyorsun.”
“Açıyorum.” Bir ayağını yere vurup direttiğinde
kollarım göğsümde kavuşmuş bir şekilde koltukta otururken onu izliyordum.
“Kızım sizin yaşınız kaç başınız kaç? Akşam
dışarıda arkadaşımın doğum gününü kutlayacağız falan ne oluyor?”
“Yaşımız on üç,” dedi önemli ve bilmediğim bir
detaydan bahseder gibi. “Ayrıca yeterince kalabalık olacağız zaten. Pelin böyle
kutlamak istiyormuş.”
“Gitsin az ötede istesin, abicim.”
Ofladı. Uzun uzun, nefesi bitene kadar ofladı.
Hiç kıpırdamadım. Yenik düşmeyecektim. Direncim yüksekti.
Helen ablayı iki göz süzmeyle kandıracaktı,
kendisine kızamıyor olmasından faydalanıyordu. Beni de babasına geçmeden önce
bir basamak olarak kullanacaktı. Kurnaz bir tilkiydi.
Ertesi akşam karşımda Despina yerine Timur abi
duruyor hale geldiğinde kulağıma dolanlar öğlen duyduklarımdan çok daha
şaşırtıcıydı.
“Despina nerede?” demiştim eve girip salona
geçer geçmez. Babası ve annesi buradaydı, bu saatlerde onların dibinde çenesi
düşmüş şekilde konuşuyor olması gerekirdi. Ben bütün gün eve uğramamıştım ancak
bir günde evin tüm dengelerinin değişmesi olanaksızdı.
“Arkadaşının doğum günü kutlamasında,” dedi
Timur abi kolunun altındaki karısını hiç sarsmadan. Sarsmadan diyordum çünkü
bence bunu söylerken Timur Akdoğan’ın stresten tüm bedeni kasılıyor olmalıydı.
Helen ablaya doğru baktım. “Abla…” dedim
hayretle. “Despina hapladı mı kocanı?” Gülecek gibi oldu soruma. “Hayır, canım.”
dedi alışkın olduğum sakin sesiyle. “Pelin doğum gününü tek kutlayacağını
düşünüyor ama annesi de orada olacakmış zaten. Ben konuştum onunla.”
“İyiymiş,” dedim omuz silkerken. “Gelince bir
tur dalga geçerim o zaman bağımsızlığını ilan ettiğini düşünen kızınızla.”
“Oğlum sen on sekiz misin yoksa on yaşında
takılı mı kaldın? Hayır kendin büyümüyorsun, Ahu’yu da sabitledin. Sen on, o
beş yaşında kaldınız.”
Timur abinin söylenmelerini ninniymiş gibi
dinlerken koltuğa çökmüş ve yerleşmiştim. Bu evdeki rutinlerin her biri benim
için nimetti, hiçbiri beni yormaz ve asla ama asla bıktıramazdı. Buna Timur
abinin söylenmeleri, Helen ablanın hepimizi dahil ettiği aile etkinlikleri ve Despina’nın çığlıkları tamamıyla dahildi.
Bir saat kadar sonra elimdeki çay bardağının
kaçıncı olduğunu saymayı unutmuş, televizyondaki gereksiz kaotik yarışma
programının ritmine kapılmışken beni bu döngüden kurtaran telefon sesi oldu.
Ortadaki sehpada duran telefon çalıyordu.
Timur abinin telefonuydu. Ekrandaki ismi gördüğümde telefonu ona uzatmaya hiç
yeltenmedim, telefona daha yakın olma avantajımı kullanıp aramayı ben
yanıtladım.
Telefonu kulağıma yaslamadan önce de Timur
abiye bakıp, “Ahu’n arıyor,” demeyi ihmal etmemiştim. Ekranda tam olarak yazan
buydu çünkü. Ahu’m diye kaydetmişti.
Telefonu açtığımda dudaklarımı da aralayıp
adını mırıldanacaktım ki kendi sesimden önce kulağım telefonun diğer ucundan
gelen sık nefes sesiyle kaşlarım çatılarak duraksadım.
“Baba,” dediğini duymuştum Despina’nın. Bu
gayet normaldi. Babasını aramıştı, telefon açılır açılmaz baba demesi en
normaliydi. Ancak sesindeki titreme normal değildi.
“Despina?” dedim hızla. “Ne oluyor?”
Benim sorumla birlikte Timur abinin ayağa
kalkması ve yanıma gelmesi göz açıp kapayana kadar gerçekleşmişti.
“Abi,” dedi sessizce. O bunu yaparken Timur
abi telefonu kulağımdan alıp hızla hoparlörü açmıştı. Sesi artık herkesçe
duyulabilirdi. Helen ablaya bakmamaya özen gösterdim, onda göreceğim paniğin
yoğun olacağını biliyordum. Yeterince alarmdaydım.
Dün onu kollarımda sıkıştırırken yaptığı gibi
şımarıkça, oyuncu bir tavırla ‘abi’ demesini bu ses tonuna bin kez tercih
ederdim.
“Ahu!” dedi Timur abi direkt. “Bir şeyin mi
var babam? İyisin, iyisin değil mi?”
Despina’nın burnunu çektiğini duyduğumda gözlerimi
birkaç saniyeliğine kapattım.
“Baba yanıma gelebilir misiniz?” dedi Despina
bu kez. “Erken dönmek istiyorum ben.”
“Gelebilir misiniz ne demek bebeğim, senin
için gelemeyeceğim hiçbir yer yok benim. Ama bana ne olduğunu söyler misin?
Hadi babasının güzel bebeği.”
Timur abi ayağa kalkıp elindeki telefonla
birlikte salonun çıkışına yöneldiğinde arkasından hiç durmadan adımladım.
Adımlarım yanımdan gelen Helen ablayla denk düştüğünde ona bakmama yeminimi de
bozmam gerekmişti.
İç çekerek kolumu omuzuna doğru attım. Gözleri
direkt dolu dolu olmuştu. “Çok mu kötü bir şey olmuştur, Özgür?” dedi
fısıltıyla. “Çok hevesle gitti, sesi böyle… Böyle kırık niye çıkıyor şimdi?”
“Kavga etmişlerdir,” dedim aklıma ilk geleni
söyleyip. Timur abi telefonu hoparlörden çıkartıp kulağına yasladığı için Despina’yı
artık duyamıyordum. Cevap vermediği için aynı soruyu sormaya devam ediyordu
zaten.
“Etmez,” dedi Helen abla bana bildiğim şeyi
söylerken. “Etmez, küser kendi kendine. Bu da sesini bu hale getirmezdi, kızgın
kızgın arardı.”
Arabaya binip yola koyulduğumuzda şoförlüğü
kimseye bırakmayan Timur Akdoğan’ın hız sınırının üstlerinde gezinişinin
ardından geniş bahçeli bir kafenin önünde durmuştuk. Yol boyunca Timur abi
telefonu kapattırmamıştı kızına ama ondan doğru düzgün bir açıklama da
duyamamıştık.
Ne zaman geleceğimizi sorup durdukça üçümüzü
de daha fazla korkutmuştu.
Arabadan ilk inen ben oldum. Ne yöne gitmem
gerektiğini çok düşünmeme gerek kalmamıştı çünkü Despina telefonda geldiğimizi
söylediğimiz için zaten arabaya doğru adımlamaya çoktan başlamıştı.
Hızlı adımlarla yürüdüğünde ilk gideceği yerin
Timur abinin kolları olduğunu düşündüm. Öyle olmadı.
Annesini gözü görür görmez ona sığınıp sıkı
sıkıya sarılmıştı.
Helen abla bir elini başının arkasına,
diğerini sırtına koyarak onu sardığında sırasıyla bize doğru baktı. Ardından
hemen Despina’nın yüzünü görmek ister gibi başını eğdi. “Canım,” dedi usulca.
“Buradayım annecim, buradayız güzel kızım.”
Despina bir süre hiç ses çıkartmadı. Onun bu
sessizliğini sürdüreceğini düşünerek bir şey yapmasını diler gibi Timur abiye
döneceğim sırada kısık, zar zor kulağıma dolan sesini duydum.
“Anne eve gidelim,” demişti titreyen sesiyle.
“Gideceğiz annem, evimize gideceğiz tabii ki.
Güvende hissetmiyor musun burada? Neden eve hemen gitmeliyiz?”
“Babamla abim var,” dediğini duydum
Despina’nın. “Burası da güvenli artık.”
Omuzlarım gerildi. Göz ucuyla Timur abiye
baktığımda onun benden daha beter göründüğünü anlamıştım.
“Artık..?” diye tekrarladı Timur abi. “Biz
gelmeden önce ne oldu, Ahu? Bir şey mi korkuttu seni?”
Helen ablanın sağında ben vardım, solunda da
Timur abi duruyordu. Despina yüzünü sakladığı için onu göremiyorduk ama.
Timur abinin soruları yanıtsız kalınca Helen
abla araya girecek gibi oldu ama kocasının sabrı sanıyorum ki tükenmişti.
Despina’nın başının arkasından destek verip başını kendisine doğru çevirdi
mümkün olduğunca hızlı şekilde.
“Ahu,” dedi yalvarır gibi. “Kötü şeyler
düşünmek istemiyorum babam, konuşur musun benimle? Lütfen.”
Despina annesine doğru döndü. “Anne,” dedi
boğuk bir sesle. “Tanımadığımız, istemediğimiz kişiler bize yaklaşmamalı. Öyle
söylemiştin.”
Helen ablanın renginin attığını akşamın
karanlığına rağmen gördüm. Ses çıkarabilmesi birkaç saniyeden fazla zamanını
aldı.
Ben zaten donmuştum. Timur abiye ise hiç
bakamıyordum.
“E-vet,” dedi Helen abla zorla. “Evet,
birtanem. Öyle çünkü, doğru.”
Kısa bir sessizlik oldu. Ardından Helen abla
tekrar konuştu. Timur abinin suskunluğu sanıyorum ki ağzını açarsa öfkeyle
gürleyeceğini bilmesindendi. Despina’nın konuşmasını bölüp onu susturmaktan kaçıyordu.
“Pelin’in abisi de bunu biliyordur değil mi?
Neden gitmesini istediğimde gitmedi? Yanımda durmasını sevmedim, yakın durmak
istemeyip gitmeye çalıştım. Ama… Ama anlamadı. Kolumu acıttı.”
Ve bingo. Despina’dan yeterince detay gelmiş,
isim de cisim de belli olmuştu. Timur abinin rüzgar gibi kafenin içine
fırlaması da bunun sonucuydu.
Kolunun ne ölçüde acıdığı ya da başka herhangi
bir kısmı duymaya gerek yoktu. Despina’nın canı acımıştı, istemediği bir duruma
maruz kalmıştı. Bitmişti, yeterliydi.
Helen abla onun gidişini gördüğü gibi
gözlerini açarak bana bakındı. “Özgür…” diyebildi. Elimi kaldırdım. “Bende,”
dedim güven verir gibi. “Arabaya geçin siz abla, üşümesin Despina.”
Timur abinin arkasından ona yetişirken az önce
yalan söylemiş olduğum Helen abladan içimden peş peşe özürler dilemiştim.
‘Bende’ derken Timur abiye hakim olacak gibi
tonlamıştım ama böyle bir planım yoktu açıkçası.
Kafede Despina’nın yaşında kızlı erkekli on-on
beş çocuk vardı. Masalara dağılmış olanlar ve ayakta duranlarla birlikte etraf
kalabalık sayılırdı. Bu etkinlik için kafenin kapatıldığı belli oluyordu.
Gözüm bu yaş grubundan büyük birilerini aradı.
Çok geçmeden kafenin en ucundaki masaya bakmam gerektiğini anlamıştım. Zira
Timur abi çoktan oraya yürümeye başlamıştı.
Masada Helen ablanın bahsettiği, Pelin’in
annesi olan, kadın ve onun yaşlarında bir adam vardı. Buraya sırtı dönük olan
zayıf uzun beden ise yüksek ihtimalle aranan kandı.
“Pelin’in abisi sen misin?” diyerek konuya
sıfır gecikmeyle giriş yaptığını duydum Timur abinin.
Masadakiler tepelerinde bir anda belirmemize
şok olmuş gibilerdi. Kadın rahatsız bir şekilde gözlerini kısmış, adam
ayaklanacak gibi olmuş ve üçüncüleri ise gerilerek başını kaldırmıştı.
“Benim,” dedi gevşek ağzını aça aça.
Avuçlarımın içi kaşınırken midemde de buruk
bir his belirmişti.
Timur abi onaylayan sözcüğü duyar duymaz
çocuğun sırtına tek eliyle yapışmış, tişörtünün ense kısmından tuttuğu gibi
kendisinin üçte birinden az yer kaplayan çocuğu yerinden kaldırmıştı.
“N’oluyor ulan?” diyerek ayaklanan adam belli
ki bu piçin babasıydı. “Bırak oğlumu.”
“Dışarı,” dedi Timur abi duvar gibi bir sesle.
“Dışarıya yürü, çoluk çocuğun önündeyiz diye birkaç saniye daha fazladan nefes
aldırıyorum sana.”
Kadının panikle susmadan konuşmasına ve adamın
Timur abinin koluna yapışıp onu durdurmak için harcadığı anlamsız çabasına
rağmen -kendi dertlerine dalan çocuklar sağ olsun- hızla kafenin dışına
çıkabildik.
Timur abi çocuğu yapay çimle örtülü alana öyle
ani fırlatmıştı ki çocuğun yerde sürüklenmeye fırsatı olmadan bilinci kapanacak
diye biraz dertlenmiştim.
“Kimsin lan sen?” dedi adam, çocuğunun yerdeki
haline öfkeyle baktıktan sonra Timur abiye doğru yürüyüp.
“Despina’nın babasıyım,” dedi Timur abi tek
nefeste. Göz ucuyla yerdeki salağa baktım. İsmi duyup az önce hafifçe yere itmek
yoluyla bile kemiklerini zedeleyen adamın o isimle alakasını öğrendiğine fazla
sevinmişti(!). Sevinçten titrer gibiydi.
“O kim?” dedi adam sinirle.
Kadın konuşmuştu sonrasında. “Pelin’in
arkadaşı,” dedi şaşkınca. “Burada o da, içeride.”
“Değil!” dedi Timur abi delirmiş gibi.
“İçeride değil, sizin sapık bir piç yetiştirmeniz nedeniyle kızım korkudan
titrer bir halde annesinin kollarında.”
Kadın geriye doğru adımladı. “Ne?” dedi
afallamış bir şekilde. İtiraz etmeye şimdiden başlamak, oğlunu korumak yerine
şaşırma tepkisi göstermesi bin eksinin yanında küçük bir yarım artıydı gerçi.
Oluşan derin sessizlik uzun sürmedi. Timur abi
yerde duran, kıçının üstünde korkuyla geriye doğru kaymış çocuğu çenesinden
yakalayıp ayağa kendi gücüyle diktiğinde çocuğun mide bulandıran acılı inleme sesi
geceye karışmıştı.
“Gözümün içine bak!” diye gürledi. “Korkunu
sikerim senin, bak bana.”
Kadının ağlamaya başladığını duydum, ona hiç
dönmedim. Ancak adam öne doğru atıldığında bir an için ona bakmak zorunda
hissetmiştim.
“Bırak,” dedi Timur abinin eline yapışıp. “Senin
yaşınla onunki bir mi? Bırak lan! Yanlış mı anladın doğru mu anladın bilmeden
ne yapıyorsun?”
Bu cümlelerin ve adamın tutuşunun Timur abide
etkili olma oranı yüzde sıfırdı.
“Yanlış anlaşılmış biri gibi bakıyor mu
oğlun?” dedi Timur abi sinir hastası gibi gülerken. “Yanlış anlaşılan adamın
böyle sesi kesilir mi?”
Çocuğun çenesinde hatıra kalacak bir
morarmanın çoktan yer ettiğinden emindim. Timur abinin parmaklarının izi oraya
kazınmıştı.
“Abi,” dedim omuzuna dokunup. “Doğru söylüyor
biraz.”
Timur abi hayretle bana döndü. Sırıttım.
“Bırak bi’, yaşını başını almış adamsın.”
Timur abi o an algıları öfkesiyle
kapandığından olacak ki beni pek anlamış görünmedi. Öfkesi bana da sıçramış
gibi bir an için çocuğu elinden bıraktı, bana dönüp ağzını açtı.
Benim hamlem ise yere düşmeden çocuğu
yakasından kavramaktan ibaretti.
“Ama biz bu sikikle yaşıtız bence.” dedikten
sonra burnunu hedef aldığım bir darbeyle kafamı yüzüne vurmuş ve oluk oluk
kanın boşalmaya başlamasını sağlamıştım.
“Baban bana yeni bir bahane üretene kadar
organlarından kaçını kullanılamaz hale getiririm lan sence?” dedim eliyle kanı
durdurmaya çalışan piçi sarsarken. Cevap bir saniye içinde gelmeyince iç
çektim. “Süre doldu, cevap yok. Ceza aldın.”
İkinci darbemi de aynı yere çarpıp burnunun
kırılmama ihtimalini ortadan kaldırmıştım.
Daha önce bu kadar kanlı canlı bir stres topum
olmamıştı. Sabaha kadar oynasam bıkmazdım.
---
Timur
Melek gibiydi. Gibisi fazlaydı, hayatıma
düşmüş kanatsız bir melekti.
Dizlerini kendisine doğru çekmiş, yan dönmüş
bir halde yatağın ortasında uzanıyordu. Üzerimdeki öfkenin en ağır kısmını
atabilmem için kendime verdiğim süre uzun olunca, yanına gitmeye cesaret
kazanabildiğimde Ahu çoktan uyuyakalmıştı.
Helen’e belki de bin kez aynı soruyu sormuştum.
Ahu uyumadan önce onunla konuşabilen tek kişi kendisiydi çünkü. Kolunu sıkmaktan başka bir şey yapmış mı demiştim
defalarca.
Aldığım hayır cevabı bir türlü bana
yetmiyordu. Ahu’nun Helen’e ‘yakınımda olmasından rahatsız oldum, gitmesini
isteyince gitmedi sonra da kolumu sıktı’ dediğini biliyordum. Yüzündeki
kemiklerin yerini yeniden düzenlemiş olmamıza rağmen o piç de benzer
konuşmuştu, bu kadar dayağa gerçekleri söylediği belliydi.
Yine de içim soğumamıştı.
Ahu şu an yanımdaydı. Kendi odasında değildi,
bizim odamızdaki geniş yatağın ortasında iki büklüm uzanıyordu.
Sağında kalan boşluğa oturduğumda yatağı fazla
sarsıp onu uyandırmaktan çekinerek oldukça yavaş hareket etmiştim. Yüzüm ona
dönük kalacak şekilde uzanarak yanağımı yastığa yasladığımda bakışlarım bir an
bile yüzünden ayrılmamıştı.
Alnına soluk bir baskıyla dudaklarımı
dokundurduğumda, normalde onu uyandırmayacağını bildiğim hafif baskıya rağmen
gözlerini kırpıştırarak araladı.
Gözlerini açtığında ilk gördüğü benim yüzümdü.
Beni algılaması, yanında olduğumu fark etmesi hiç uzun sürmedi. Dudakları tatlı
bir kıvrımla hareketlenirken bir kolunu kaldırıp bana uzattı. Yanımdan
sarkıttığı kolu sırtıma doğru düşerken kendi bedenini de bana doğru
sürüklemişti.
Sorduğum sorulara, aldığım cevaplara, o piçe
vurduğum darbelere rağmen rahatlayamayan içim bu sığınmayla birlikte yüklerinin
yarısını öyle ani geride bırakmıştı ki bir an nefesim düzensizleşmişti.
Gözlerini açtığında mavilerinin arasına sızan korkuyu
göreceğim sanarak öyle kasılmıştım ki beni görür görmez son birkaç saati
aklından silmiş gibi gülümsemesi beni afallatmıştı.
“Ahu’m,” dedim saçlarına dudaklarımı
bastırırken.
“Hım?” dedi uyuşuk bir mırıltıyla.
“İyisin babam..?” dedim sorar gibi.
“İyiyim,” dedi göğsümü kuş gibi başıyla
eşerlerken. Yerleşmek için harcadığı çabaya hiç müdahale etmedim. Yanağını bir
yere yasladıktan sonra tekrar konuştu. “Korkmuştum ama geçti.”
Bir şey söyleyemedim. Ben sustum, o devam
etti. “Siz gelene kadar çok korktum ama sonra bitti.”
“Bitti bebeğim,” dedim hem onu kendimi ikna
eder gibi.
Kalbine işlemeden, canı hatırasında kalacak
kadar çok yanmadan bitmişti.
Onda böyle bir iz kalsa, silecek gücüm olmasa…
Ömrümün sonuna kadar buna yanar, içime buzlar da bassam sular da döksem
yangınımı söndüremezdim.
Aklımın
hayalimin alamadığı bu acıyla baş edemezdim. Bu kadar güçlü değildim.
~
- Nisan, 2023
Despina
“Yorucu bir insansın,” dedim oturduğum
sandalyede sırtım dimdik bir konumdayken.
“Aynen,” dedi bir bacağını kırıp dizinin
üstüne atmışken. Tam karşısında ben de bacaklarımı çaprazlamış halde
oturuyordum. Üstümdeki açık mavi elbisenin bol etek uçları sandalyeye
yığılmıştı.
“Bana hazırlan dedin ve rastgele bir kafeye
getirip süs bebeği gibi oturttun,” dedim kaşlarım kalkık bir halde. “Eşek
şakası işini azaltalım Özgür Akdoğan ya.”
“Aa,” dedi abartılı bir şaşkınlıkla. “Sen daha
önemli bir şeyler yaparız gibi mi düşünmüştün?”
Göz devirip başımı sağa doğru hafifçe çevirdim
ve oraya bakmaya başladım. Özgür’ü göresim yoktu şu an.
Küskünlüğüm yüzünden uzanıp içmediğim,
Özgür’ün ben ağzımı açmayınca benim adıma sipariş verdiği soğuk kahvemin
buzları tamamen erimek üzereydi. Göz ucuyla baktığımda görmüş, ardından asık
bir suratla da olsa bardağımı alıp pipetini dudaklarıma yaklaştırmıştım.
Özgür’ün bu hareketime hiç ses çıkartmaması
ilginçti. Trip atışıma ara verdiğim için direkt çenesinin açılması gerekirdi
çünkü.
Bakışlarımı ona doğru çevirdiğimde hareketime
tepki vermemesinin nedenini de görmüştüm. Gözleri bende değildi, hatta masanın yakınlarında
da değildi.
Nereye daldığını görmek için omuzumun üstünden
geriye doğru merakla döndüm. Arkamda bir hareketlilik mi vardı?
Ben kafenin dışındaki alanda sigara kokusuna
boğulmak istemediğim için iç kısımdaki klimalı yerdeydik. Sigaraya karşı
nefretim oldukça yoğundu. Kokusundan bayılacak gibi oluyordum. Annem, babamın
tanıştıklarında çokça sigara içiyor olduğunu ama annemin hamile olduğunu
öğrendikten sonra direkt olarak bıraktığını söylemişti. İçmeye devam edip
kokusuna sigara kokusu karıştırsa her gün başının etini yerdim zaten. Erken
davranması iyi olmuştu.
Nisan ayının tatlı havasında benim gibi
takıntılı olmayan insanların çoğunluğu dış kısımda oturduğundan içeride sadece
birkaç masa doluydu.
Özgür’ün baktığı yerde de o dolu masalardan
biri vardı.
Masada tek kişi vardı. Önündeki laptopa
odaklanmış, ekrana dikkatle bakan kıvır kıvır saçlı bir kızdı. Benim yaşlarımda
görünüyordu.
“İşte sonra da dedim ki, baba ben evleneceğim!
O da kabul etti.”
Özgür sırtından iğne batırmışım gibi irkilerek
bana döndüğünde gözleri iri iri açılmıştı. “Ne?” dedi açık kalan ağzıyla.
Uzun uzun konuşmuşum da o beni dinlememiş gibi
davrandığım basit oyunumu yemesine sırıttım.
“Nereye bakıyorsun canım?” dedim başımı
omuzuma doğru sinir bozucu bir sevimlilikle eğerek.
“Ne evlenmesi kızım ne diyordun az önce?”
Ofladım. “İkinci cümlemde babam kabul etti
dedim, Özgür. Sence bunun gerçek olma ihtimali ne?”
Birkaç yudumu kalmış olan kahvesine uzanıp
boğazında bir şey varmış gibi hızlı hızlı içti. Bu sırada kollarımı göğsümde
kavuşturmuş bekliyordum.
“Saçma sapan şakalar yapmasana bana,” dedi
hayatını kaydırmışım gibi. “Niye?” dedim alayla. “Önce sen mi evleneceksin?”
Özgür’ün bakışları bana yanıt vermeden önce
yine arkama kayar gibi oldu. Kıvırcık kıza doğru bakıyor olduğunu düşündüğüm
için laf sokmaya hazırlanacağım sırada bir anda arkamdan uzanan el yanağım ve
çenem arasında bir yerde durdu.
İrkilerek tepinmek üzereydim ki elin sahibinin
sesi de kulaklarıma ulaşmıştı.
“Bu işi sıraya koyacaksak öncelik benim olmalı
diye düşünüyorum.”
Sesi ilk kelimesinden tanımıştım, tanıdığım
anda da gözlerim nefes bile almama fırsat olmadan dolmuştu. Sandalyeyi apar
topar geriye iterek kalktığımda arkamı döner dönmez kendimi resmen ona doğru
attım.
“Özgün abi,” dedim içli içli. Kollarımı tüm
gücümle gövdesine sarmış, ağırlığımı ona bırakmıştım. Beni tek koluyla dengede
tutup diğeriyle yanağımdan yakaladı. Boşta kalan yanağımı da kocaman bir
öpücükle doldurmuştu.
“Efendim güzelim?” dedi özlediğim sesiyle.
“Çok özledim,” dedim bunu ondan hiç saklamadan.
Özlemimin kaç aylık olduğunu saymamıştım.
Çocukluğumun erken yıllarını sürekli bir arada geçirdiğim abimi uzun süredir
sadece ayda yılda bir görüyor olmaktan o kadar usanmıştım ki…
“Ben de abicim,” dedi yanağımı bir kere daha
öperken. “Ben de çok özledim sizi.”
“Bir tek Despina’yı özlemiş gibi duruyorsun
buradan bakınca ama yedik hadi, tamam.”
Özgür’ün homurdanması yükselip kulağımıza
dolduğunda dolu gözlerime rağmen kıkırdadım. Gönülsüz de olsam kollarımı
abimden ayırıp biraz çekildim. Sandalyeme geri yerleşirken onun kardeşine doğru
ilerlemesini ve ikisinin koca bedenlerini birbirine çarpmasını izlemiştim.
“Burada olacağımızı nereden bil-…” diye devam
edip soru soracakken yanımdaki sandalyeye yerleşmekte olan abimi hedef almıştım
ama sorum bitmeden önce durumu fark ettiğim için susmuştum. Özgür’e döndüm
çatık kaşlarla. “Geleceğini zaten biliyordun…” dedim huysuzca.
Omuz silkti. “Biliyordum tabii, abine
süslendirdim seni. Buradan başka bir yere gideriz muhtemelen diye.”
“Ya…” dedim uzata uzata. Kafeye geldiğimizden
beri küs küs oturmam boşunaydı yani.
“Pişman oldun sanırım,” dedi Özgür havalı bir
tavırla. “Böyle huylarım vardır, evet.”
Yanıma oturmuş olan Özgün abimin koluna girip
omuzuna yanağımı yasladım. “Niye söylemediniz?” dedim sessiz sessiz.
“Sürpriz olsun diye, güzelim.”
“Bundan daha da iyi bir sürpriz yapmak ister
misin?” dedim omuzundan kalkmadan gözlerimi ona doğru dikip.
Kaşları havalandı. “Neymiş o?”
“Yarın sabah birlikte kahvaltı yapacağımızı
söyle n’olur,” dedim umutsuz olsam da.
Dudaklarını birbirine bastırarak birkaç saniye
sessiz kaldığında iç çektim. “Tamam,” dedim gözlerimi kapatıp açarak.
“Söyleyemiyorsun, anladım.”
Bizimle vakit geçirecekti. Eve gideceğimiz
saatte de annemi ve babamı görecek ve en iyi ihtimalle bir iki saat onlarla
oturup yine ortadan kaybolacaktı.
“Yüzünü düşürürsen külahları değişeceğiz ama,”
dedi yüzüme düşen saçlarımı geriye doğru alıp. Omuz silktim yattığım yerden.
“Biz külahları çoktan değiştik, senin haberin yok.”
yn: despina’nın “nasıl külah değiştirelim, dondurmamız
yok ki” diye sormadığı bir diyalog yazmak bayağı ilginçti açıkçası...
“Hadi ya, öyle mi olmuş?” dedi beni belimden
dürtüp huylandırırken. Gıdıklandığım için istemsizce kıkırdamış ve omuzundan
kalkmıştım. “Abi bi’ ciddi durur musun?”
“Yok, duramam.” dedi başını sallayıp. “Fark
ettim, evet.” dediğim sırada çaresizce Özgür’e döndüğümde onu yine bizim
arkamıza doğru bakarken görünce anlık olarak sabrım sınanmıştı.
“Dibin düştü, dibin!” dedim sinirle. “Ya gidip
insan gibi konuş ya da bakmayı kes, belki rahatsız ediyorsun kızı Özgür..?”
“Rahatsız mı ediyorum?” dedi çocuk gibi bana
dönüp.
Dudağımı sarkıttım. Salaktı ama tatlı bir
salaktı gerçekten. Daha önce birine uzun uzun bakakaldığını da hiç görmemiştim,
kızı gerçekten beğenmişti belli ki.
“Bilmiyorum ki,” dedim omuzlarımı kıpırdatıp.
“Kız seni fark etmemiş de olabilir, sen trene denk gelmiş bir öküzü
canlandırıyorsun şu an karşımda. Trenin durumdan haberi belki yoktur.”
“Laf arasında illaki bana hakaret edeceksin
değil mi canım kardeşim benim?” dedi dişlerinin arasından. “Sensin kızım öküz.”
Hayretle elimi kendime doğru kaldırdım. “Ben
mi öküzüm?” dedikten sonra Özgün abime baktım. “Abi ben öküz olabilir miyim?”
“Olsan olsan kedi olursun güzelim sen,” dedi
öncelikle abim. Beni bu şekilde avutmayı yeterli bulmuş olacak ki sonra hemen
sorusunu sordu. “Beni de aydınlatın, ne çeviriyorsunuz?”
Ağzımı açtım direkt. Özgür’ün arka masadaki
kıza dalıp gittiğini ballandıra ballandıra anlatacakken daha konuşmam bitmeden
Özgür oturduğu yerde rahatsızca toparlanınca kaşlarımı çatıp ona odaklandım.
“N’oluyor?”
“Kendini yorma boşuna,” dedi suratsız bir
halde.
Anlamamış bir şekilde ona baktım. Ardından
istemsizce arkama doğru bakınmıştım. Kızın oturduğu masada artık yalnız
olmadığını gördüğümde dudaklarımı birbirine bastırdım.
Karşısındaki sandalyede sadece sırtını
görebildiğim, sırtının büyüklüğü nedeniyle kızı görüş açımdan neredeyse yok
eden bir adam vardı. Buradan bakınca sarıya dönük kısa saçları ve koca bedeni
dışında bir şey görünmüyordu.
“Yani-…” diyerek Özgür’e döndüm aceleyle.
Sevgilisi olup olmadığından emin olamayacağımızı anlatacakken elini kaldırıp
durdurdu.
“Şapur şupur öptü kızı, kızın da yüzü aydınlandı.
Uzatmayalım hiç. Konuyu kapatalım, ayıp olacak.”
Bir şey diyememiştim. Abime döndüm. “O zaman
kalkalım mı buradan? Sen aç gibi duruyorsun, ben seni yeni keşfettiğimiz
pizzacıya götüreceğim.”
Abim aç mıydı değil miydi bilmiyordum ama
benim çabamı boşa çıkartmadı her zamanki gibi. “Götür bakalım, beğenmezsem kırk
yıl konuşurum ama.”
“Beğenmezsen hesaplar benden,” dedim
cömertliğimi elimi göğsüme vurarak gösterirken. Kaşları havalandı.
“Beğenirsem..?” dedi merakla.
“Özgür ödeyecekmiş,” dedim duraksamadan.
Ardından ayaklanıp masanın etrafından dolanarak Özgür’ün tepesine dikilmiştim.
“Ödersin değil mi? Beğeneceğinden eminim diye ben öderim beğenmezsen dedim,
param yok çünkü.”
“Yine babanın kartını mı patlattın Despina?”
derken aklını dağıtabildiğim için heveslenmiştim. Ayaklandığında hemen koluna
girdim. Kafenin çıkışına yöneldik hep birlikte. Aralarındaydım, Özgür’ün koluna
girmiştim ve abim de adımlarını bize uydurmuştu.
“Bu ay biraz fazla alışveriş yapmışım,” dedim
elimi havada sallayıp. “İnsanlık hali.”
“İnsanlık dışı bence,” dedi hayretle. “Batırdın
adamı. Evi Helen ablayla ben geçindiriyoruz, baban senin alışverişine anca
yetişiyor.”
“Canım babam,” dedim içli içli.
İkisi aynı anda benim ani içlenişime gülmeye
başlamışlardı. Onları keyiflendirdiğim için ben de on katı keyiflenerek
aralarında seke seke yürümeye devam ettim.
Dünyanın en şanslı kızı bendim. Aklım yerine
geldiği günden beri bundan bir gün bile şüphe duymamıştım. Doğduğum günden bu
yana sevgi çemberinde, kimi zaman boğulacak kadar çok sevgiyle büyümüştüm.
Çocukluğuma dair hatırladığım kötü anım yoktu.
Bunun nasıl istisnai bir his olduğunu kavrayabilmem için iyice büyümem gerekmişti.
Etraftaki insanların aileleri konusunda nasıl şanssızlıklar yaşadığını,
kayıplar verdiğini görmüş ve ellerimdeki şansı daha da sıkı tutmaya
başlamıştım.
Ailemin her bir parçasına bağlı ve delice
bağımlıydım. Onlarsız bir günün bile nasıl geçeceğini bilmeyen, dışarıdan
bakanların çok şımartılmış dediği kız çocuğu bendim. İyi ki bendim.
~
- Şubat, 2024
Despina
“Soğan da koy arasına, kuru kuru yeme onu.”
Henüz yutmadığım, küçük bir lavaşa sarılı
birkaç ciğer parçasını çiğnerken dedemin daha fazlasını tüketmem için olan
ısrarını dinliyordum.
“Baba nasıl istiyorsa yesin, bi’ bırak şu kızı
ve midesini artık.”
Amcama aşık bakışlar attım hemen. Ağzım
doluydu ama boş olsa da bunları dile getiremezdim, bana tercüman oluyordu.
Bakışlarımdan hislerimi anlayıp bana öpücük
attı. Ağzımdaki lokma azaldığı için olabildiğince gülümsedim ben de.
“Soğan midemi yakıyor, dede.” dedim yıllardır
dile getirdiğim gerçeği onunla bir kez daha paylaşarak. Beni her şeyi yemeye
alıştırmıştı ama soğan kırmızı çizgimdi. Dedemin çocukluğumdan beri bana her
şeyden tattırmasıyla ortalama bir hayvanın yemediğim yeri kalmamıştı bugüne dek
ve çoğunu da severek yiyordum ama çiğ soğan… Olmuyordu.
Dedem yüzünü buruşturdu. “Damarındaki kandan
utan biraz, soğan nasıl mideni yakabilir?”
“Baklava da ağır geliyor bazen,” dedim onu
sinirlendirmek için. “Bence ben Antepli değilim dede, bende Yunan geni yoğun
galiba.”
“Balım abartma istersen, boynu kızarmaya başlayacak
şimdi.”
Amcamın bana doğru eğilip fısıldamasına
kıkırdadım. Çaprazımda oturan halama baktım. O gayet mutluydu. Dedemin
sinirlenişini sevimli bulan iki kişilik küçük bir gruptuk. Halam ve benden
başka bu etkinliği seven yoktu.
“Şaka yapıyor baba,” dedi amcam dedeme doğru.
“Bir parça kebap at hemen ağzına, tansiyonun düştü bak.”
Dudaklarımı büktüm. Tabağımdaki yarım içli
köfteyi ısırmak için ağzıma yaklaştırırken hiç sesimi çıkartmamıştım.
Dedemin favori mekânındaydık. Burası dışında
hiçbir yerin etini beğenmediği için sık sık uğradığımız, ayda en az bir kez
geldiğimiz bir yerdi.
Kişiler artıp azalıyor; babam, annem, Özgür ve
denk gelirse Özgün abim masaya ekleniyor ancak sadece iki kişi hiç değişime
uğramıyordu: Dedem ve ben.
Dedem planı yapınca önce beni arıyor, ben her
seferinde onay verdiğimden kalan kimseye tarih uymasa da baş başa gelip yemek
yiyorduk. Midem patlayacak gibi olsa da çok sevdiğim bir rutindi bu.
Küçükken de en eğlendiğim yemekler burada
toplu yediğimiz yemekler olurdu, şimdi de burada karşılıklı oturup yemek yemeye
daha bir bayılıyordum.
Midem henüz etleri ve hamurları
sindirememişken masaya bir de tatlılar gelince baygınlık geçirecek gibi
olmuştum ama çayla midemde bir yol açacağına inanan dedemi kırmamak için bir
buçuk dilim de baklava yemek zorunda kalmıştım.
Yemeğin sonunda pantolon değil elbise giyiyor
olduğum için şükredecek kıvama gelmiştim. Pantolonun düğmesinin bu şişkinliğe
direnebileceğini sanmıyordum çünkü.
“Bize götürelim seni de kuzum,” dedi halam
restoranın dışına hep beraber çıktığımız sırada. “Yarın da hafta sonu, birlikte
kahvaltı yapardık.”
“Sözüm olsun hala,” dedim ona sırnaşıp. Kolumu
beline doğru sarmıştım. “Bu seferlik kaçayım.”
“Kaç, kaç.” diyen dedemdi. “Arkana bile
bakma.”
Elimi ağzıma kapattım. “Ayıp ya,” dedim.
“Duygusal baskı ustasısın, dede.”
“Ayıplayan da farklı olsa bari,” dedi amcam
dalga geçerek. “Hık demiş burnundan düşmüşsün, ikiniz de aynısınız.”
Hiç dertlenmedim. Dedeme koşturup sarıldım.
“Dede sana benziyormuşum,” dedim hevesle.
“Allah korumuş boncuğum,” dedi şakağımdan öpüp. “Ya bana değil de bu değişiklere
benzeseydin?”
Halamın serzenişleri ve amcamın dalgasını
devam ettirmesi bir süre daha sürdü.
Onlardan ayrılmak istemesem de buradan çıkınca
yapmam gereken bir işim olduğundan buna mecburdum.
Beni eve bıraktıklarında koştur koştur içeri
girmiş, üstüme daha rahat bir şeyler giyip anneme yakalanmadan evden çıkmayı
başarabilmiştim. İşten dönmesine vakit vardı, beni yakalama ihtimali düşüktü
ama kendime aksiyon yaratmayı seviyordum.
Binadan uzaklaşırken telefonumu çıkartıp
babamı aradım. Telefon ikinci çalışında hemen açılmıştı.
“Baba ben evden çıktım şimdi,” dedim hiç
uzatmadan.
“Bebeğim…” dediğinde ses tonundan bir sıkıntı
olduğunu anlamak zor değildi. Kaşlarım çatıldı. “Gidemeyeceğiz deme baba ya!” derken
sesim mutsuzdu. “Senin için dedemlerle de çok duramadım, hani işin erken
bitiyordu?”
“Gideceğiz, babam. Gideceğiz ama biraz
gecikmeli olacak sadece.”
“İyi,” dedim oflayarak. “Hediyeyi alamayıp
kutlamayı da geciktir de karın başının etini yesin, ertele sen böyle.”
Babamın derin bir nefes aldığını duyumsadım.
“Ben onun gönlünü alırım,” dedi rahatça.
“Ay,” dedim yalandan hayıflanarak. “Vıcık
vıcıksınız…”
Güldürmüştüm onu bu tepkimle.
Önümüzdeki hafta evlilik yıldönümleriydi.
Annemin babama hediyesinden haberim vardı, bu nedenle babamı da düzgün bir şey
almaya teşvik etmiştim. Çiçekle geçiştirilecek bir yıl olmayacaktı bu yıl.
Küçükken babamın ne iş yaptığını tam
çözemediğim için onun günü gününü tutmayan meşguliyetlerini de algılayamazdım.
Babamın lisanslı bir sporcu olduğunu, uluslararası şampiyonlukları olan bir
boksörün kızı olduğumu bayağı geç öğrenebilmiştim.
Bende ondan tek bir parça bile yoktu. Annemin
özenle sakladığı albümlerdeki fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla babam beni çoğu
kez kendi branşına teşvik etmeye çalışmıştı ancak ben değil elimi kaldırıp
yumruk atmak, on adım yürümekten bile sıkılıyordum.
Şimdi babamın neyle meşgul olduğunu
bildiğimden onu işinden alıkoyma konusunda hiç çekingen davranmıyordum.
Son birkaç yıldır kendisine ait olan, bir
kısmı eğitim alanına ayrılan bir kısmı ise gelenlerin bireysel çalışmalarını
yapabildiği bir spor merkezi vardı. Ben ‘gel’ dediğimde işini bırakıp
gelebiliyordu yani, onu tutan kimse yoktu.
“Halletmem gereken bir şeyler var, buraya gel.
Buradan birlikte geçelim gideceğimiz yere.”
“İşin uzun mu?” dedim kendimi garantiye almak
için. “Ben orada yarım saatten fazla durunca çok sıkılıyorum.” Babamı elinden
tutup çıkarmak için gidişlerim dışında pek uğradığım bir yer değildi.
“Değil uzun, gel hadi Ahu. Gören de kötü bir
yere çağırıyorum zannedecek.”
Dudaklarımı büktüm. Onayladıktan sonra
telefonu kapatmış ve yola koyulmuştum.
Hava buz gibiydi. Şubat ayından keyif aldığım
söylenemezdi. Yaz bebeğiydim ve sıcağı seviyordum. Nefes aldıkça burnumu yakan
soğuktan kaçmak için yürüme mesafemi kısaltabileceğim kadar kısalttığım bir güzergâhı
kullanmıştım.
Tesisin ana girişinden geçtikten sonra hızlı
adımlarla binaya koşturdum. Soğuktan ne kadar hızlı kurtulursam o kadar iyiydi.
Babamın, odasında mı yoksa alakasız bir yerde
mi olduğunu bilmediğim için risk almak yerine içeri girer girmez çantama doğru
başımı çevirip telefonuma uzanmıştım.
Telefon cüzdanımın altına girerek sıkıştığı ve
çantamın küçük ağzı nedeniyle çıkmamakta direttiği için sinirle homurdanarak
bir yandan adımlamaya başladım.
Bedenimi sertçe bir yere vurduğumda savrulmama
engel olan dirseğimin hemen altından kavrayan bir eldi.
Vurduğum yerin duvar olması olanaksızdı. İki
üç adımda duvara yanaşmış olamazdım, giriş kocaman bir alana sahipti. Ama bedenimdeki
anlık sızlamayı düşününce de karşımda duvar göreceğimden emin gibiydim.
Başımı afallayarak yavaşça biraz kaldırdığımda
görüş açımda bir süreliğine siyah dar bir tişörte sarılı geniş bir gövdeden
başka bir şey bulamamıştım.
Çarptığım yerin bir duvar olmadığı bu şekilde
kesinleştiğinde başımın hareketini hızlandırdım ve karşımdaki bedenin yüzünü
görmek için acele ettim.
“İyi misiniz?” dediği sırada kolumda hâlâ durmakta
olan eli, sanırım gelecek cevaptan emin olamadığındandı.
Başımı tamamen kaldırdığımda gözlerim bir anda
gözlerine tutundu.
Dudaklarımı iyi olduğumu söylemek, önüme
bakmadığım için kısa bir özür mırıldanmak için aralamak istedim. Olmadı.
Gözlerinde bir gariplik yoktu. Koyu bir mavi,
lacivert sanacağım kadar yoğun bir maviydi.
Hafızamda, daha önce böyle bir göz rengi
görmediğime dair kısa bir teyit seremonisi gerçekleşirken beni göğsümdeki
boşluktan vuran hissin derdi neydi bilmiyordum.
Tanıdık olan bir şey yoktu. Tanımıyordum bu
adamı.
Kaşları çatılır gibi oldu. “İyi misin?” diye
tekrarlarken bir sorun olduğunu düşündüğünden olsa gerek mesafeyi bir an için
kaldırıp sen diye hitap etmişti. “O kadar sert çarpmadın aslında.”
Gözlerimi kırpıştırdım. “Ben…” dedim kendime
gelmeye çalışarak. “Çok pardon, dalgındım.”
Geriye doğru adımladım telaşla. Kolumdaki eli
gevşeyerek düştüğünde parmaklarının az önce temas ettiği yerin uyuşur gibi
olduğunu sandım.
“Önemli değil,” dedi uzatmadan. Bakışları
yüzümde dolandı. “İyiyseniz sorun yok, ben de önüme bakmıyordum.”
Başımı alelacele salladım. Garip bir hisle
sarınmıştım, neye yoracağımı bilememiştim.
“İlk gününüz mü?” diye sordu gözlerini kısıp.
Bu soruyla birlikte yüzünde duran bakışlarımı bir an için aşağı kaydırmıştım.
Göğsünün kenarında duran küçük dikdörtgen bir parça vardı, koyu renkli kısmında
spor merkezinin adı yazılıydı.
Burada çalışıyordu.
Bakışlarımı çok az aşağıya kaydırdığımda ise
daha açık renkli kısma ince bir puntoyla yazılı ismini görmüştüm.
Pars... Adı Pars’tı.
İsmin de tanıdık olmadığını kesinleştirdiğimde
omuzlarımı gevşettim. “Hayır,” dedim başımı sallayarak. “Burası açıldığından
beri geliyorum ben.”
Yüzünde garip bir ifade oluştu. İstemsizce bedenime
anlık bir bakış attı.
Açıldığından beri geliyor olduğum bir yalan
değildi. Ne sıklıkla geldiğimi ve gelince ne yaptığımı dile getirmemiştim
sonuçta.
“Yakıştıramadınız…” dedim üzülmüş gibi sesimi
kısarak.
“Ben-…” dedi direkt konuşup. Duraksayıp devam
etti. “Öyle bir şey kastetmedim.”
Açıklama çabası yüzüme daha dikkatli
baktığında son buldu. Dalga geçtiğimi pek gizlememiştim çünkü.
İfadesi düz bir hal aldığında dudaklarımı
birbirine bastırdım. Kızdırmış mıydım?
“Ahu?” diyerek uzaktan doğup bulunduğum yere
kadar ulaşan sesi duyduğumda bedenimi yan çevirdim.
Babam sol taraftaki koridordan buraya doğru
adımlıyordu. Sadece bana bakmadığını, karşımda biri olduğunu çoktan gördüğünü
anlamam için adımlama hızına bakmam yeterli olmuştu.
Patronluğundan utanmasa koşar ve gelip beni
daha hızlı yakalardı muhtemelen.
Yanımıza vardığında dibimde durmuş, bir kolunu
sırtıma doğru sarmıştı. “Neredesin sen?”
“Buradayım baba,” dedim ayrıntılı açıklamamla.
Yandan ters bakışlar attı bana. Ardından
karşıya baktı.
“Bir sorun mu var?” diye sordu Pars’a doğru.
Bu ‘sorun varsa hemen söyle ben çözerim’ gibi değil de ‘sorun varsa belan da
ben olayım o zaman’ gibi bir soruydu. Ben çözümlemiştim ama Pars’ın babamı bu
denli tanıyor olduğunu sanmıyordum.
“Sorun yok Timur abi,” dedi Pars omuzlarını
hafifçe yukarı kaldırıp indirirken. Babam da azımsanamayacak kadar iri bir
adamdı ama karşımdaki adam beni boyut konusundaki ölçütüme yeni bir çizik
eklemeye itmişti. “Ahu Hanım’la burada karşılaştık, senin yanına geliyordu
sanırım.”
Yüzümde limon yemişim gibi bir ifade oluştu.
“Ne hanım?” dedi babam duvar gibi soğuk sesi
ve tavrıyla. “Ne hanımla karşılaştınız?”
Pars göz ucuyla bana baktı. Babamın
seslenişini yanlış duymadığından emindi bence ama tepkisini görünce aklı
karışmışa benziyordu.
“Ben kendimi tanıtmamıştım, baba.” dedim
aceleyle. “Sen seslenince Ahu olarak hitap etti doğal olarak, nefeslenir misin
sakince?”
Babam aklındaki ‘benim kendimi birine Ahu
olarak tanıtmış olma ihtimalimi’ defedebildiğinde biraz daha sakin görünüyordu.
“Despina adı,” dedi bir daha benzer bir risk
yaşamamak için.
Pars silik de olsa yüzünde duran şaşkınlıkla
başını anlamış gibi salladı. “Tamam,” dedi sadece.
“Ben çıkacağım birazdan, kapanışı sen
halledersin.” demişti babam hemen sonra.
“Hallederim Timur abi,” dedi Pars ikiletmeden.
Babam sırtımdaki eliyle beni geldiği yönün
aksine doğru çevirdiğinde ona direnmedim. Adımlamaya başlarken aklımda az önce
pençesinde kıvrandığım garip hisler vardı.
Birkaç adım sonra başımı omuzumun üstünden
geriye doğru çevirdiğimde arkada bıraktığım bedenin gitmiş olacağını
düşünmüştüm. Ya hiç göremeyecektim ya da belki bir ihtimal sırtıyla bakışırdım…
İki tahminim de doğru değildi.
Az önce durduğu yerden hiç kıpırdamamıştı.
Buraya bakmıyordu ama önüne dönük olduğu için yüzünü
görebilmiştim.
Yüzüne bakmak tıpkı dakikalar önce ilk kez
yaptığımda olduğu gibi içimi uyuşturmaya başladığında bakışlarım dudaklarına
takıldı. Dudak okuyabilmek gibi bir yeteneğim bildiğim kadarıyla yoktu ama denk
geldiğim o iki heceyi doğru algıladığımdan emindim.
Kendi kendine ‘Ahu’ diye mırıldandığından emindim.
İfadesi, benim yüzünü gördüğümde yaşadığım
sarsılmayla kaplıydı.
Gözleri bana
her ne yaptıysa, adım da ona aynısını yapmış gibi görünüyordu.
Babamın beni yakalamaması için oyalanmadan
bakışlarımı önüme çevirdiğimde gözlerimi peş peşe kırpıştırdım.
“Buraya geldiğim için mutlu oldun mu?” diye
sordum babama.
“Oldum tabii, bebeğim.” dedi babam hemen. Şakağımdan
öptü hafifçe eğilip.
“Çok güzel,” dedim mırıl mırıl. “Daha sık
geleyim o zaman artık.”
Burası hatırladığım kadar sıkıcı bir yer
değildi, bundan sonra sık sık uğrayabilir ve bence sıkılmadan etrafta gezinebilirdim.
“Ahu…” dedi babam sorgular bir sesle.
“Babam!” diye yıllardır görmemiş gibi boynuna
atladım. Salaktım. Bir saat önce telefonda çok sıkıcı dediğim yer için ‘artık
hep gelirim’ diyordum, babam kör değildi sonuçta.
“Ahu!” dedi bu kez dişlerinin arasından. Beni sarmaktan
kaçmamıştı tabii. Sıkı sıkı sarılmıştı ama sesi pek memnun değildi şu an.
“Seni çok seviyorum,” dedim nefes nefese. “Her
şeyden çok seviyorum, en sevdiğim babamsın.”
Beni resmen ittirdi göğsünden. Yüzüme bakabilmek
için başını eğdi hafif. “Kimlerle yarışıyorum da en sevdiğin babanım?”
Omuz silktim. “Anneme sorarsın orasını,”
dedikten sonra anlık öfkesiyle kararan gözlerinden faydalanıp koşmaya başladım.
“Şaka yaptım!” diye yakarsam da asla ikna olmamış,
beni yakaladığı anda zaten koşmaktan tükenen nefesimi beni deli gibi
gıdıklayarak iyice kesmişti. Nefes nefese kollarında çırpınırken yanaklarımı
ısırıp öpüyor, beni resmen yiyordu.
Beni serbest bıraktığında dünyayı buğulu ve
ters görüyor haldeydim. O kadar gülmüş ve çırpınmıştım ki beynim dönmüştü.
Düzelmem birkaç saniyeden kısa sürmüştü. Çünkü
alışkındım.
Gülmeye, başımın döneceği kadar çok kahkaha
atmaya, çırpınışlarımın mutluluktan olmasına aşinaydım.
Ömrümün sonuna kadar bu alışkanlığımı hatırlayacağım
binlerce anım olacaktı. Kötü anılarım hafızamda kalamayacak silik, iyi
olanların baskısıyla yok olacak kadar azdı.
Şanslıydım.
Şansın
yüzüne kocaman gülümsediği bir kız çocuğuydum.
~~~
Ben Düşten Farksız’ı
bitirdiğimi sanmışım ama aslında zihnimde hiç onlardan kopamamışım :’)
O kadar buruk
yazdım ki bölümü… Herkesi çok özlemişim evet ama özellikle Despina’yı yazmayı
her şeyden fazla özlemişim sanırım. Onun iç dünyasını asıl evrende de ayrı bir
hisle yazıyordum zaten, yine burada da onun anlatımından yazdığım bir iki sahne
bile göğsümü sıkıştırdı
Nasıl buldunuz bu
evrende olup bitenleri?
Uzun uzun okuduğumuz
asıl evrende tek bir hatalı yoktu, Despina dışında herkeste öyle ya da böyle
hata izleri vardı. Ama benim için suçlu sayısı birdi :) O suçlunun erkenden
veda ettiği evrende işler yolunda seyretmiş gördüğünüz gibi… Canan yok; o
varken kopuk kalan Mirza-Timur bağı var, Helen’in sevgisiz kalıp ölümü
sırtlanmadığı uzun bir hayatı var, Despina’nın kıkır kıkır büyüdüğü bir
çocukluğu var…
Bölümde irili
ufaklı bolca kontrast var diğer evrenle karşılaştırabileceğiniz, kaçını fark
edersiniz bilmiyorum ama umuyorum ki okurken keyif alarak okumuşsunuzdur
Sizi seviyorum
Diğer evrende pars, özgür ve despinayı sevgili sanmıştı bu evrende özgür var başrolde.
YanıtlaSilPars ve Mayıs bu evrende nasıl babası hala aynı adam mı acaba? Pars Timurla daha erken tanışmadıysa ne yaptı
YanıtlaSil