Düşten Farksız - Özel Bölüm

 ÖZEL BÖLÜM



Özel bölümle, sözünü verdiğim paralel evren bölümüyle geldim. Gelişimi de Despina’nın doğum gününe denk getirmek istedim

Umarım severek eşlik edersiniz

İyi okumalar!

 

 

~~~

 

- Bu bölüm tamamlanmış olan kurgunun akışından tamamen ayrı şekilde yazılmıştır. Az sonra şahit olacağınız zaman dilimlerinin, Düşten Farksız’ın daha önce okuduğunuz kısımlarıyla bağlantısı yoktur -

 

 

- Nisan, 2004

Helen

 

 

“Kötü bir şey oldu,” derken aklımda kopan fırtınayı dillendirmiştim. Elimde değildi, zihnimdeki mekanizma son aylarda olumsuz olana öyle çok odaklıydı ki boş kaldığım her an başka bir karanlığa savruluyordum.

Abartılı ve sesli bir şekilde ağlıyormuş gibi ellerini yüzüne kapatan, yanımdaki koltukta öne doğru bükülen Cemre’ye baktım şaşkınca.

“Cemre?” derken sesime de şaşkınlığım yansımıştı.

Biraz doğruldu, ellerini tam olarak yüzünden çekmedi ama parmaklarını gözlerini görebileceğim kadar aralamıştı. “Gerçekten kötü bir şey olduğuna inanıyorsan benim ağlamama neden şaşırdın mesela yenge?”

Salonun duvarlarına çarpıp dağılan gülüş sesi bana ait değildi. Emre gülüyordu. Göz ucuyla ona doğru baktığımda durumdan büyük bir keyif aldığını görmüştüm.

İkisinin de beni ciddiye almaması kontrol edemediğim bir şekilde dudağımın titremeye başlamasına neden olduğunda alt dudağımı ağzımın içine doğru çekerek kendimi durdurmayı denedim.

İkizlerin genelde birbirinden alaycı ve yine birbirinden rahat olan tavırları yüzümü fark ettikleri anda dağıldı.

Emre ayaklandı önce. “Yenge ağlama n’olur, abim görürse beni ikiye böler. Gelecek şimdi.”

Cemre ise oturduğu koltuktan benim oturduğum yere doğru kayarken gözümle seçemeyeceğim kadar hızlıydı. “Ay sen bizi yanlış anladın, bazen Türkçen yetmiyor ya hani. Ondan hep. Ağlama ya.”

Peş peşe konuşup durdukları için ikisinin arasında gidip gelen bakışlarımla birlikte dikkatim dağılmıştı.

“Anlıyorum ben her şeyi,” dedim burnumu çekerken. Annemden kalan Türkçem, Timur’la birlikte tahmin edemeyeceğim kadar çok gelişmişti. Nadiren aklım karışıyordu.

“Anlıyorsun tabii,” dedi Cemre bu sefer hemen. Şu an ağlamamam için ne dersem destekleyecekti zaten, kesindi.

İtiraz etmek için araladığım dudaklarım, anahtar sesi içeriye dolduğunda öylece kaldı. Oturduğum yerden olabildiğince hızlı şekilde kalktığımda hedefimde kapı vardı.

Kapıya vardığımda anahtarın sahibinin işi de çoktan bitmişti. Kapı açıktı. Kapının ardında da sadece birkaç saat göremediğim için zihnimin bana felaket senaryolarıyla işkence ettiği isim vardı.

Kendimi hemen göğsüne doğru bıraktım. Kolları ona her uzandığımda olduğu gibi aralanmış, bedenimi çepeçevre sarmıştı.

“Helen?” derken sesi sorguyla doluydu. Yüzümü göğsünde bir yere gömmüş, çenesinin baskısını saçlarımın üstünde hissederken o yokken saatlerdir kastığım vücudum gevşemişti.

“Hoş geldin,” dedim hiçbir şey olmamış gibi. “Hoş buldum güzelim,” dedi sırtımı okşarken. “İyi misin sen?”

“İyiyim.” Yüzüm kapalı olduğu için sesim biraz boğuk çıkmıştı.

“Bizim deliler mi üzdü seni?”

Timur’un sesi olmadığını anında ayırt ettiğim sesle birlikte panikle yüzümü göğsünden kaldırdım. Kolunun kenarından arkasına doğru baktığımda sesin sahibini görmüş ve gözlerimi kırpıştırmıştım.

“Mirza amca,” dedim çekingen bir sesle.

“Buyurun, benim.” dedi rahatça.

O ne kadar rahatsa ben o kadar çekiniyordum ve ben ne kadar çekingenleşirsem o da o kadar keyifleniyor gibiydi. Sonsuz bir döngünün içindeydik.

Tanıştığımız anda başlayan bir döngüydü. Timur elimden tutup beni onun yanına götürdüğünden beri aynı durumdaydık.

Timur’un hafifçe sarsılan göğsünden anladığım kadarıyla o da gülmek üzereydi, hatta sessiz sessiz gülmeye başlamış da olabilirdi. Başımı kaldırıp ona bakmak yerine Mirza amcaya doğru bakmaya devam ettim.

“Merhaba,” dedim az önce sadece adını söylediğimi düşününce.

“Merhaba,” dedi başını sallayarak. “Tekrar soruyorum, benimkiler mi darlattı seni?”

İkizlerden bahsediyordu. Başımı iki yana oynattım olumsuz anlamda. “Yok,” dedim hemen. “Onlar hiçbir şey yapmadı. Kendi kendine şey oluyor.”

Mirza amcanın bakışları bir an için aşağıya doğru kaydı. Baktığı yerin neresi olduğunu anladığımda saklanacak yer arar gibi Timur’a yapıştım.

Yanımızdan geçip içeriye doğru adımlarken son anda konuşmuştu. “Canan’dan alışkınım, karnındaki iletiyordur sana o kötü düşünceleri.”

Koridorda Timur’la yalnız kaldığımızda başımı yavaşça kaldırıp yüzüne doğru baktım. Ne göreceğimi biliyordum aslında.

Mirza amca ne zaman her şey aynıymış gibi konuşsa, Timur böyle kalakalıyordu.

Babasının yas tutma şeklini garipsediğini, hatta bir zamanlar buna öfke duyduğunu biliyordum. Öfkesini yenmişti ama şaşkınlığını yenemiyordu.

Tanışamadığım ancak tanışabilmeyi umduğum Canan Hanım öleli dört yıl oluyordu.

Timur’un anlattıklarına göre o dönem hiçbiri için kolay değildi. Babasıyla aralarında olmadığına inandığı bağın annesinin ölümünden sonra görünür hale geldiğini söylemişti. Devam edebilmelerine olanak sağlayan da buydu.

 


-yn: paralel evrenin diğer evrenden nasıl ayrıldığını anlamış olduk sanırım :)

bu evrende Canan erkenden herkesin hayatından çıkmış, Helen ile hiç tanışmamış ve aslında yokluğuyla Mirza ile Timur arasındaki ipin sapasağlam bağlanmasına sebep olmuş…

 

 

“Nasıl annem hiç ölmemiş gibi konuşabiliyor?” dedi Timur alnını alnıma doğru dayarken sessizce. “Sanki her an dönecekmiş gibi onu anarken neden hiç üzülmüyor?”

Bilmiyorum der gibi dudağımı büktüm. Bir elimi kaldırıp yanağına dokundurmuş, sakallarının üstünü okşamıştım.

“Ben…” dedi zar zor. “Seni kaybettiğim bir hayat düşünemiyorum, birkaç dakikalığına zihnimde bile canlandıramıyorum Helen. Yapamıyorum, Yunan kızı. Babam nasıl yaşıyor?”

Derin bir nefes almaya çalıştım. Gözlerimi gözlerinden hiç ayırmadan ona bakıyordum. “Bunu konuşmayabilir miyiz?” dedim tıkanmış gibi.

Gözlerim yanmaya başlamıştı. Aklımda bin farklı kötü son oluşup bana saldırıyordu.

Timur birden kendine gelmiş gibi gözlerini hafifçe irileştirdi. “Tamam,” dedi hızla. “Tamam güzelim.”

Sırtıma bastırdığı avucuyla beni yeniden göğsüne çektiğinde diğer elinin de sırtımda ya da en azından ensemde dolanacağını düşünürdüm. Bir süre önce ezberlediğim hareketi buydu çünkü. Ama boşta kalan eli bahsettiğim yerlere hiç uğramadı bile.

Sarıldığımızda aramızda bir köprü görevi üstlenen, her aynaya bakışımda büyüdüğünü sanarak hayretle izlediğim karnıma doğru değdi parmakları.

Şişkin karnımı usulca okşarken dokunduğu yeri sanki ben anlamıyormuşum gibi içeriden de bir darbe almıştım.

Boğuk bir ses çıkarttım. Canım öyle çok yandığından değildi fakat karnımdaki ani hareketlere bir türlü alışamıyordum. Bu gidişle karnımdaki şiş inene dek de alışamayacaktım zaten.

Timur da benim içeriden hissettiğim baskıyı avucunda hissetmiş olacak ki keyifli gülüşü kulağıma doldu.

Baba-kız en büyük eğlenceleri bendim. Biri vuruyor, diğeri gülüyordu. Kızımız doğmadan babasının boksla uğraştığını anlamış ve erkenden çalışmalara başlamış gibiydi.

“Yavaş bebeğim,” dedi Timur gülüşü sonlandığında. Bana ayıp olmasın diyeydi sanırım. Karnımı okşamış, kızından yavaş olmasını rica etmişti.

“Vurma demiyorsun da yavaş diyorsun Timur,” dedim alıngan bir sesle.

“Annesine çektiyse yapma etme desem de dinlemez diye düşünüyorum,” dedi göz kırparken.

“İkinizle de konuşmuyorum,” dedim surat asarken.

“Biz birbirimizle konuşuruz o zaman,” dedi hiç oyalanmadan. Kaşlarımı çattım. Geriye doğru adımlayıp karnımı iki elimle kapatabildiğim kadar kapattım. Onun elini ittirmeye hiç uğraşmamıştım çünkü bileğini kırsam da elini karnımdan çekmezdi, emindim.

“Duymuyor seni, kulaklarını kapattım.”

Timur benim mızmızlığıma gülerken ben de derin düşüncelere dalmıştım.

Henüz bebeğimiz karnımın içindeyken bu haldelerse kollarımızın arasına geldiğinde ben nasıl direnecektim?

Bu savaşı nasıl kazanacaktım?

 

 

~

 

 

- Temmuz, 2005

Helen

 

 

“Sen bu bacak kadar boyunla elbiseler mi giydin? Süslendin de mi geldin? Yiyeceğim gerçekten tek lokmada bu kızı ben.”

Suratı ekşimiş bir şekilde kucağında olduğu kişiyi süzen Despina’nın iltifatlardan pek etkilendiğini söyleyemezdim.

“Ağlayacak gibi bakıyor bu kız, annesi.” diyerek sitemle bana döndüğünde Aslı’ya üzgünce baktım.

“Bana da öyle geldi Aslı,” dedim kucağıma gelmek için acıklı bakışlar atan kızıma uzanırken. Kollarının altından kavradığım bedenini omuzuma doğru yatırdığımda nefes nefese bana tutundu.

Despina omuzumda kendisini sakinleştirmeye çalışırken odaya hızla girip peşinden rüzgârını da getiren doğum günü çocuğunu gördüğümde gülümsedim.

“Anne!” diyerek Aslı’ya doğru koşmuştu direkt.

“Efendim annecim?”

Aslı, Özgür’ün alnına dökülen saçlarını geriye doğru atıp nemlenen tenini silerken Özgür panik içindeydi.

“Abim pastamı kafama atacakmış.”

Kıkırdayışımı saklamak için Despina’nın bebek buklelerinin arasına yüzümü kapattım.

“Pastanı üfledin ve kestik ya annecim, neyi atacakmış kafana?”

“Bilmiyorum,” dedi Özgür sorgular bir sesle. “Bunu düşünmemiştim.”

Abisinin onu kandırıp korkuttuğunu ve birkaç dilimi kalmış pastanın kafasına fırlatılamayacağını anlayınca geldiği hızla odadan çıkacak oldu. Son anda geriye dönmüş, odada annesi dışında iki kişi daha olduğumuzu hatırlamış gibi önümde durmuştu.

Yatakta oturuyor olduğum için benimle konuşmaya başlamadan önce yatağa tırmanıp yerleşti hemen. “Helen abla?” dedi benimle konuşuyor olmasına rağmen sık sık kucağımdaki bebeğe bakarken.

“Efendim canım?”

“Bebek konuşmayı öğrendi mi artık?”

Ben Despina’yı emzirmek için odaya geçmeden önce de yaklaşık dört kez ayrı ayrı zamanlarda bu soruyu sormuştu. Despina doğduğundan beri Özgür’ün en büyük merakı buydu hatta.

Başımı iki yana salladım. “Biraz daha büyümesi gerekiyor, sabretmemiz lazım.”

Özgür ofladı. Altı yaş sabretmeyi sevmek için uygun bir yaş değildi zaten.

O sırada Despina konuşamasa da iletişim kurabildiğini kanıtlamak ister gibi can sıkıntısıyla mızmızlanmaya başladı. Giriş kısmı birkaç saniyeden ibaretti. Sıkıldığı anda önce küçük bir uyarı yapıyor ve hemen ardından kıyameti kopartıyordu.

Despina çığlık atar gibi ağlamaya başladığında odada buna alışkın olan tek kişi bendim, Aslı şaşkınca sesin kaynağını süzmüş ve Özgür de panikle kulaklarını iki eliyle kapatmıştı.

Özgür paldır küldür yataktan indikten sonra elleri kulaklarından ayrılmadan bana baktı. “Çok bağırıyor!” dedi kulakları kapalı olduğu için kendisi de bağırarak. Odadan kaçışını gülerek izlemiştim.

Aslı ile bakıştığımızda ikimiz de dayanamayıp Özgür’e gülmüş, kendisiyle ilgilenmek yerine gülüyor olduğumuz için Despina’dan daha sert çığlık cezası almıştık.

Salona geri döndüğümüzde Despina yarı sızlanır haline kısa bir mola vermiş oldu. Hedefi belliydi çünkü.

“Gözleri aydınlandı çocuğun, tipe bakar mısın Aslı?”

Fatih abi karısına Despina’yı işaret ederken ben öne doğru adımlamış ve içeri geçmeden önce oturduğum yere geçmiştim. Timur’un sağındaki boşluğa denk gelen yerime yerleştiğimde Despina kucağımda çırpındı panikle.

“Ba-ba,” diyerek tükürükler eşliğinde kendisini yana doğru devirmeye çalışınca direnemeyeceğimi bildiğimden onu ileriye uzattım.

Tüm bunları dudaklarındaki sakin gülümsemeyle izleyen Timur, kızımızı kucakladığı anda gülüşünü büyütmüş ve bedenini göğsüne yüzüstü bir şekilde yatırmıştı.

Despina elleri babasının göğsünde, çenesi de oraya yaslı halde sırıttı. Anlamsız birkaç hece mırıldanıp kendince oyun oynamaya başladığında kollarımı göğsümde birleştirmiş ve arkama yaslanmıştım.

Açken en sevdiği ebeveyni bir yarım saatliğine ben oluyordum ama günün kalan yirmi üç buçuk saatinde favorisi belliydi. Bazen uyurken dahi yokluğunu hissediyor, babasını göremediği dakikalarda dünya başımıza yıkılmış gibi deliriyordu.

Karşılıklı bir bağımlılıktı, ikisi de birbirinden asla ayrılamıyorlardı.

Kalbimde bir nebze de olsa kıskançlık hissedemiyor, sadece bu hallerine içimden şükürler etmekle yetinebiliyordum.

Ben babamla bir savaş vermiş, o savaşta yenilip her şeyden kaçmıştım. Kaçtığım yerde yoluma çıkan adam ise Timur olmuştu.

Kızımın onun adına herkesle savaşıp hiç yenilgi almayacak olan babası...

 

 

~

 

 

- Ekim, 2007

Timur

 

 

Gecenin bir yarısı, nedenini bilmediğim bir güdü ile gözlerim aniden aralandığında ilk yaptığım soluma doğru dönerek odanın boğuk karanlığında zar zor seçilen bedeni kontrol etmek oldu.

Helen elleri yanağının altında, bana dönük bir şekilde derin bir uykudaydı. Düzenli nefesler alarak odayı huzurlu bir sesle dolduruyordu.

Başımı hafifçe kıpırdatarak dudaklarımı onu uyandırmayacağını bildiğim bir sertlikle dudaklarına bastırdım. Öpüşüm değil uykusunu, nefeslerinin düzenini bile bölmemişti.

Beline doğru inen örtüyü biraz daha yukarı çekip omuzlarını kapatırken kendi bedenimi örtünün altından kurtarıp yatakta doğruldum.

Kuruduğunu ve bu kuruluğun bir yanmaya dönüştüğünü hissettiğim içimi ferahlatabilmek adına yataktan kalkıp sessiz adımlarla odadan çıktım. Mutfağa girdiğimde gecenin bir yarısı herhangi bir şeyi düşürüp evi ayağa kaldırma riskini almadım ve uzanıp ışığı açtım.

Işık açıldığında tezgâhtaki sürahiye doğru adım atacakken aynı anda kulağıma dolan iç çekiş ve göz ucuyla gördüğüm hareketlilik beni dondurmuştu.

“Ahu?” dedim hayret eder gibi.

Mutfak tezgâhının altındaki dolaplardan birinin dibinde kollarını kendine sarmış oturuyordu.

Titreyen dudakları ve şaşkın bakışlarıyla yerde boynunu geriye kırabildiği kadar kırıp bana baktı. Yanaklarına birden bastıran yağmur damlaları gibi dökülmeye başlayan yaşları gördüğümde başıma keskin bir sızı saplandı.

Hızla yanına varıp onu yerden kaldırdım. Kollarının altından kavradığım bedenini göğsüme çektiğimde saklanmasına izin vermeden avucumu ensesine yaslayarak yüzünü yüzüme doğru tuttum.

“Ahu’m,” dedim sakin çıkmasına olağanüstü bir çaba gösterdiğim sesimle. “İyi misin babacım, ne yapıyorsun sen burada?”

Kızarık dudakları, yanaklarından boynuna doğru inerken yolunu kaybeden yaşlar yüzünden ıslanmıştı. Dudaklarını aralayıp yüzüme bakındığında ensesindeki elimi oynatıp başparmağımı saç diplerine sürttüm. “Söyle bebeğim,” dedim cesaretlenmesi için. “Yatağından niye kalktın?”

“Su içcektim,” dedi kırık bir sesle. “Ama- ama… Su bitmiş.”

Su bitmemişti fakat mutfakta tek başına uzanabileceği bir yerde su yoktu. Helen’in, Ahu’nun odasında onun ulaşabileceği bir köşede bıraktığı pipetli, biberona benzer bardağı vardı. Susadığında oradan su içiyordu.

“Odanda su yok muydu, babacım? Senin suyun orada değil mi?”

“Bilmiyoyum,” diyerek içli içli nefeslendiğinde gözlerimi bir iki saniye kapalı tuttum. Geri açtığımda göğsümdeki ağırlık geçmiş değildi ama durup da kendime böyle bir zaman tanıyamazdım.

Ahu’nun ağlaması, sesinin kırgın çıkması ve buna benzer hiçbir şeye dayanıklılığım yoktu. Dünyadaki en basit konu için dertlendiğinde bile bende deprem yaratıyordu. Helen’in bunun normal bir durum olduğuna inanmam için çabalamasına rağmen huyumdan dönemiyordum.

Başını omuzuma doğru yaslamak için yönlendirdiğimde bir an bile direnmedi. Yanağını omuzuma bırakıp boynuma bakar şekilde yattığında poposunun altından destek verdiğim kolumu daha çok sıkılaştırdım.

Yanağımı saçlarına doğru yaslayarak onunla birlikte tezgâha doğru adımladım. Rahatça yudumlayabileceği bir başka bardağına yeterince su koyduktan sonra bardağı dudaklarına doğru uzattım. “İç suyunu, Ahu. Al babacım.”

Başını kaldırıp sudan sadece bir yudum aldı, ardından yine omuzuma bıraktı ağırlığını.

Derdinin su olmadığını fısıldayan içimdeki sese hak veriyordum. Uykusunu bölen başka bir şeydi. Odadan çıkmış, sonra aklına su gelince mutfağa gelmiş olabilirdi belki. Sadece susadığı için uyanıp odada su bulamasa hedefi bizim yanımız olurdu. Su vermemiz için bizi uyandırırdı.

“Ahu’m,” dedim mutfaktan ışığı kapatıp çıkarken. Saçlarına burnumu daldırıp bebek kokusunu soluyordum bir yandan da.

Odasına ya da odamıza gitmedim. Salona girip en yakındaki koltuğa oturur oturmaz bedenini de iyice sarıp kucağıma yerleştirmiştim.

“Güzel kızım,” derken sırtını usulca sıvazlıyor, normalden biraz hızlı attığını hissettiğim kalp atışlarını düzene bindirmeye çalışıyordum. “Güzelim,” dediğimde dudaklarını büzüp bana bakması ve ‘güselim’ diye tekrarlaması gerekiyordu. Küsme numarası yapan Ahu bile buna dayanamaz ve beni tekrarlardı çünkü.

Sessiz kaldı. Gittikçe telaşım artıyor, durumu çözümleyemediğim için aklım karışıyordu.

Kötü bir rüya görmüş olabilirdi. Uyurken tedirgin mi uyumuştu, diye düşündüm. Cevap hayırdı. Ben uyutmuştum. En sevdiği uydurma masalımı anlatmış, masalın sonunu tatlı bir düşten farksız olacak şekilde tamamlamıştım. Üzüleceği hiçbir şey yoktu.

“Odanda bir şeyden mi korktun?” dedim sakince. “Neden odandan çıktın babacım?”

Burnunu çekti peş peşe. Ağladığı için akmaya başlayan burnunu tişörtümün omuz kısmında kurulamasına sesimi çıkartmadım.

“Koyktum,” dedi doğru tuşa bastığım için konuşmaya başlamaya karar vererek. Başını omuzumdan kaldırıp yüzüme bakındı. Sırtını okşamayı bırakmadan dikkatle onu dinledim.

“Neden korktun?”

“Bilmiyoyum,” derken bilmemesinden darlanmış gibi mızmızlanarak birkaç damla daha yaş döktü.

Nefeslendim. Islak yanaklarını sırayla koklaya koklaya öptüm. “Ben yanındayım,” dedim gözlerimi gözlerinden hiç çekmeden. “Baban burada, korkacak bir şey yok.”

Gözlerimin içine biraz daha baktı. Bir şey mi arıyordu yoksa minik aklı bir yere mi dalmıştı bilmiyordum.

“Bebeğim benim,” dedim ıslanıp parlamaya başlayan mavi irislerine bakarken. “Babasının bebeği…”

Gözlerini kırpıştırdı. Avuçlarını göğsüme dayayıp yüzünü de birden boynumun ortasına doğru kapattı. Mırıldanışını zar zor duymuştum o yüzünü kapatmadan önce.

“Babasının bebeki,” diye tekrarlamıştı fısır fısır.

Göğsüme sığınmasının, tatlı sesinin kulaklarıma dolmasının ve aslında başlı başına varlığının bende yarattıklarını tarif edemiyordum. Öyle eşsizdi ki dilimden bunu anlatacak bir şeyler dökemiyor, içimde kendi kendime bile ne hissettiğimi açıklayamıyordum.

Yüzümü aşağıya doğru eğip saçlarının içine sakladıktan sonra burada alacağım nefesler kotalıymış gibi dikkatle soluklandım. Bazen ondaki huzuru tatma hakkım bitecek ve ondan kopacakmışım gibi sıkışmış hissediyordum.

Bunun oluru yoktu. Kollarımdan onu alabilecek, onu benden biraz olsun uzağa götürebilecek bir kuvvet yoktu, olamazdı.

Birkaç saat göremediğimde özlemiyle gözümün önünü göremez hale geliyordum. Her baba böyle mi hissederdi ya da doğru olan böyle hissetmek miydi bilmiyordum; gerçi bu işin tek bir doğrusu olduğunu da zannetmiyordum.

Benim doğrum buydu.

Ne kadar yakınımdaysa, içim o kadar rahattı. Kollarım etrafına sarılıyken güvende olduğundan emindim ve güvende olmadığı bir senaryoya da zerre tahammülüm yoktu.

Varoluş amacım birkaç yıl önce hayatıma girmiş gibiydi. Güvenle yaslanacağı dağ olmayı, koştur koştur gelip göğsümde soluklanmasını, ağladığında gözlerinin beni aramasını öyle çok benimsemiştim ki hayatım bunlar olmadan süremez, devam edemezdi sanki.

Ahu’nun olduğu yerde uykuya yenik düştüğünü nefes seslerinden ve göğsümden kayar gibi olan parmaklarından anladığımda hiç kıpırdamadım. “Ben var olduğum sürece sana korkmak yasak,” dedim sessizce. “Büyüsen de, değişsen de… Aklının bir köşesi hep ‘korkmayacağım çünkü babam benimle’ diyecek sana. Bunu ezberlemeni sağlayacağım Ahu’m.”

Onu sakinleştirmek için göğsümde uyuttuğum ilk gece değildi, son gece olmasının da imkânı yoktu. Kaçmaya çalışsa da kaçmasına fırsat vermeyeceğim bir kafesteydi. Hep orada kalacaktı.

 

 

~

 

 

- Ağustos, 2014

Timur

 

 

Özgür’ün omuzuna doğru sarıp sarkıttığım kolumu hiç oynatmadan, diğer elimi kaldırıp kapıyı anahtarla açtım. İleriye doğru ittiğim kapı duvara kadar varamadan küçük bir el kapıya sıkı sıkıya yapışıp tutmuştu.

“Baba!” diyerek gözlerini aça aça konuşan Ahu’ya karşılık vereceğim sırada onun dikkati yanımda duran kişi ile birlikte hızla dağılmıştı.

Ahu kollarını kendi boyutunca yapabileceği en geniş aralıkta açıp Özgür’ün beline doğru sarıldığında aralarındaki boy farkı barizdi. Özgür onun çabasını kırmadan kolunu sırtına doğru kapattı.

“Bugün de bizde kalacaksın değil mi Özgür? Benim odamda uyuyabilirsin yine, ben annemle uyuyabiliyorum çünkü. Yatağım senin olabilir tamam mı?”

Ahu peş peşe bir şeyler sıralamaya başladığında müdahale gecikirse nerede durması gerektiğini unutabiliyordu. Ben alışkın ve memnundum, sesi kulağıma ninni gibiydi ama ona yüz buruşturup kızdıracak olan Özgür’ün bakış açısı farklıydı benden.

Yani kısa bir süre öncesine kadar bu böyleydi. Özgür aralarındaki beş yaşlık farka aldırmadan Ahu ile küçük çocuğa dönüşmeye bayıldığından ne zaman bir araya gelseler dört duvarın tepemize yıkılacağını hissederdik.

“Ahu,” dedim Özgür’ün cevap vermeye niyetlenmediği kızıma seslenirken. “Bir haberim var sana babacım.”

“Güzel haber mi?” diyerek heyecanla bana döndü. Özgür’e sarılmayı bırakmamıştı ama. Normalde üstüne atlaması, tepinmeleri gerekirdi fakat küçük kalbiyle etrafta olup bitenleri ona anlatmasak da bir şeyler seziyordu, belliydi.

Herkes durgun diye sorun çıkarmak yerine sessiz sessiz bizi normal davranmaya itmeyi deniyordu kendi yöntemleriyle.

“Özgür bundan sonra hep bizimle kalacak, bu evde hep beraber yaşayacağız.”

Birkaç gün önce Helen ile birlikte ona Fatih amcasının ve Aslı teyzesinin çok uzak bir yere gitmeleri gerektiğinden bahsetmiştik. Onları sormaması, özellikle Özgür varken bunu yapmaması için aklımıza gelen beyaz yalan bu olmuştu.

“Abi,” dedi Özgür bana doğru dönüp. Bu sesi biliyordum. Günlerdir duyuyordum ama dinlemiyordum, dinleyemezdim.

Özgün başını alıp giderken ona engel olamamıştım. On dokuz yaşındaydı ve reşit oluşu elimi kolumu bağlamıştı. Nerede aramam gerektiğini bile bulamıyordum. Arada telefonumu açıyor, iyiyim abi dedikten sonra kapatıyordu. Onunla tek iletişimim buydu.

Özgür’ün bu şekilde elimden sıyrılmasına ise ölsem izin veremezdim. Fatih’in emanetlerinden en azından birine sahip çıkabilmek zorundaydım.

“Efendim abim?” dedim başımı sallarken. “Ahu’ya sen mi verecektin bu haberi? Hep birlikte kalacağız ya işte.”

Ahu heyecanla çığlık atıp yerinde seke seke holde koşturmaya başladığında göz ucuyla ona baktım. Düşmüyordu, dengesi sağlamdı.

Bakışlarımı kızımdan çekip sağıma, kolumu omuzundan indirmediğim Özgür’e baktığımda ise onu buruk bir ifadeyle Ahu’ya bakarken görmüştüm.

Bel altı vurmaksa bel altı vurmaktı, hileyse hileydi… Özgür’ü bu çatının altında tutmak için Ahu’yu kullanmam güçlü bir hamleydi.

Bu sevinç gösterisinin üstüne, Ahu’nun arkasından ağlaya ağlaya helak olup ona günlerce küseceğini bilirken Özgür’ü kapıdan çıkarken görmeyecektim. Gitmeyecekti, biliyordum.

Bizi kolay zamanların beklediğini söyleyemezdim. Annesini kaybetmiş bir çocuk olmama rağmen kendimi tam olarak Özgür’ün yerine koyup onun acısını hissedemiyordum, aynı anda anne ve babadan koparılmak ne demek tahmin edemiyordum.

Ama tüm varlığımla yanında olacaktım. Tüm varlığım bu evin diğer iki üyesini de kapsadığından ve Özgür, Helen’e de Ahu’ya da kıyamadığından, işimi garantiye aldığım da söylenebilirdi.

Rastgele bir Ağustos akşamı ailemize bir üye daha eklenmiş, çok kısa bir süre sonra da ailenin diğer fertlerinden farksız hale gelmişti.

 

 

~

 

 

- Ocak, 2017

Özgür

 

 

“Saçım bozuluyor!” diyerek yeri göğü inleten Despina’yı gayet net duyuyor olmam, onu anlıyor olduğumu göstermiyordu.

Bedenini sağa sola savurarak sarsarken dudaklarından çıkan hiçbir itiraz bana yeterli gelmiyordu.

“Baba!” diyerek imdat çığlığını biraz değiştirdiğinde sırıttım. “Evde değil,” dedim keyifle hatırlatarak.

“Annem?” dedi umutsuzca. Başımı ağır çekimde salladım. İçeriye doğru kulak verdiğimde banyodan buraya kadar gelen su sesi sabitti. “Duşta,” dedim Helen ablanın bir süre daha orada kalmasını temenni ederek.

Despina benimle baş başa olduğunu kabullendiğinde kollarımın arasında çırpınmaya bir an için ara verdi. Gözlerini iri iri açıp yüzüme diktiğinde gözlerimi kaçırmaya çalışsam da geç kalmıştım.

“Abi…” dedi az önce tiz sesiyle kulak zarımda delik açan bir başkasıymış gibi tatlı tatlı.

Kendimi bildim bileli Despina için ‘Özgür’düm. Dili açılana kadar bir süre ‘Ösgüy’ de olmuştum ama benim açımdan değişen pek bir şey yoktu.

Bu tavra, onu bırakmam ve koltukta evire çevire bedenini sarsmamam için yalandan büründüğünü biliyordum. Çok iyi biliyordum hem de. Ama göğsümün bir kısmı ‘abi’ olduğumu sesli olarak duyar duymaz kabarıyor ve gözlerimi gerçeklere kör ediyordu.

“Bir daha söyle bakayım,” dedim kulağımı ağzına doğru yaklaştırıp.

Kıkır kıkır güldü. “Abim!” diyerek abarta abarta tekrarladığında yanaklarından peş peşe öptüm. Islak ıslak öptüğüm için sinirle yanaklarını ovuşturacağı anın gelmesini bekledim ama kıkırdamaya devam ediyordu.

Yıllar geçtikçe Despina’nın şeytan tüyüne sahip olduğundan tamamen emin olmaya başlamıştım. Daha küçükken onun sevimliliğini ve kimsenin kendisine kıyamayışını yaşına veriyordum ancak büyüyor ve asla bu özelliğini yitirmiyordu. Şeytan tüylüydü işte.

“Gözüm görmesin,” dedim kollarımı etrafından çözüp onu serbest bırakırken. “Bir daha yalvarsan da bırakmam, konuyu açmıyorsun.”

Koltuktan bir hışımla kalktı. Ayaklandıktan hemen sonra bana bakarken kaşlarını çatmıştı. “Açıyorum.” dedi bastıra bastıra.

“Açmıyorsun.”

“Açıyorum.” Bir ayağını yere vurup direttiğinde kollarım göğsümde kavuşmuş bir şekilde koltukta otururken onu izliyordum.

“Kızım sizin yaşınız kaç başınız kaç? Akşam dışarıda arkadaşımın doğum gününü kutlayacağız falan ne oluyor?”

“Yaşımız on üç,” dedi önemli ve bilmediğim bir detaydan bahseder gibi. “Ayrıca yeterince kalabalık olacağız zaten. Pelin böyle kutlamak istiyormuş.”

“Gitsin az ötede istesin, abicim.”

Ofladı. Uzun uzun, nefesi bitene kadar ofladı. Hiç kıpırdamadım. Yenik düşmeyecektim. Direncim yüksekti.

Helen ablayı iki göz süzmeyle kandıracaktı, kendisine kızamıyor olmasından faydalanıyordu. Beni de babasına geçmeden önce bir basamak olarak kullanacaktı. Kurnaz bir tilkiydi.

Ertesi akşam karşımda Despina yerine Timur abi duruyor hale geldiğinde kulağıma dolanlar öğlen duyduklarımdan çok daha şaşırtıcıydı.

“Despina nerede?” demiştim eve girip salona geçer geçmez. Babası ve annesi buradaydı, bu saatlerde onların dibinde çenesi düşmüş şekilde konuşuyor olması gerekirdi. Ben bütün gün eve uğramamıştım ancak bir günde evin tüm dengelerinin değişmesi olanaksızdı.

“Arkadaşının doğum günü kutlamasında,” dedi Timur abi kolunun altındaki karısını hiç sarsmadan. Sarsmadan diyordum çünkü bence bunu söylerken Timur Akdoğan’ın stresten tüm bedeni kasılıyor olmalıydı.

Helen ablaya doğru baktım. “Abla…” dedim hayretle. “Despina hapladı mı kocanı?” Gülecek gibi oldu soruma. “Hayır, canım.” dedi alışkın olduğum sakin sesiyle. “Pelin doğum gününü tek kutlayacağını düşünüyor ama annesi de orada olacakmış zaten. Ben konuştum onunla.”

“İyiymiş,” dedim omuz silkerken. “Gelince bir tur dalga geçerim o zaman bağımsızlığını ilan ettiğini düşünen kızınızla.”

“Oğlum sen on sekiz misin yoksa on yaşında takılı mı kaldın? Hayır kendin büyümüyorsun, Ahu’yu da sabitledin. Sen on, o beş yaşında kaldınız.”

Timur abinin söylenmelerini ninniymiş gibi dinlerken koltuğa çökmüş ve yerleşmiştim. Bu evdeki rutinlerin her biri benim için nimetti, hiçbiri beni yormaz ve asla ama asla bıktıramazdı. Buna Timur abinin söylenmeleri, Helen ablanın hepimizi dahil ettiği aile etkinlikleri ve Despina’nın çığlıkları tamamıyla dahildi.

Bir saat kadar sonra elimdeki çay bardağının kaçıncı olduğunu saymayı unutmuş, televizyondaki gereksiz kaotik yarışma programının ritmine kapılmışken beni bu döngüden kurtaran telefon sesi oldu.

Ortadaki sehpada duran telefon çalıyordu. Timur abinin telefonuydu. Ekrandaki ismi gördüğümde telefonu ona uzatmaya hiç yeltenmedim, telefona daha yakın olma avantajımı kullanıp aramayı ben yanıtladım.

Telefonu kulağıma yaslamadan önce de Timur abiye bakıp, “Ahu’n arıyor,” demeyi ihmal etmemiştim. Ekranda tam olarak yazan buydu çünkü. Ahu’m diye kaydetmişti.

Telefonu açtığımda dudaklarımı da aralayıp adını mırıldanacaktım ki kendi sesimden önce kulağım telefonun diğer ucundan gelen sık nefes sesiyle kaşlarım çatılarak duraksadım.

“Baba,” dediğini duymuştum Despina’nın. Bu gayet normaldi. Babasını aramıştı, telefon açılır açılmaz baba demesi en normaliydi. Ancak sesindeki titreme normal değildi.

“Despina?” dedim hızla. “Ne oluyor?”

Benim sorumla birlikte Timur abinin ayağa kalkması ve yanıma gelmesi göz açıp kapayana kadar gerçekleşmişti.

“Abi,” dedi sessizce. O bunu yaparken Timur abi telefonu kulağımdan alıp hızla hoparlörü açmıştı. Sesi artık herkesçe duyulabilirdi. Helen ablaya bakmamaya özen gösterdim, onda göreceğim paniğin yoğun olacağını biliyordum. Yeterince alarmdaydım.

Dün onu kollarımda sıkıştırırken yaptığı gibi şımarıkça, oyuncu bir tavırla ‘abi’ demesini bu ses tonuna bin kez tercih ederdim.

“Ahu!” dedi Timur abi direkt. “Bir şeyin mi var babam? İyisin, iyisin değil mi?”

Despina’nın burnunu çektiğini duyduğumda gözlerimi birkaç saniyeliğine kapattım.

“Baba yanıma gelebilir misiniz?” dedi Despina bu kez. “Erken dönmek istiyorum ben.”

“Gelebilir misiniz ne demek bebeğim, senin için gelemeyeceğim hiçbir yer yok benim. Ama bana ne olduğunu söyler misin? Hadi babasının güzel bebeği.”

Timur abi ayağa kalkıp elindeki telefonla birlikte salonun çıkışına yöneldiğinde arkasından hiç durmadan adımladım. Adımlarım yanımdan gelen Helen ablayla denk düştüğünde ona bakmama yeminimi de bozmam gerekmişti.

İç çekerek kolumu omuzuna doğru attım. Gözleri direkt dolu dolu olmuştu. “Çok mu kötü bir şey olmuştur, Özgür?” dedi fısıltıyla. “Çok hevesle gitti, sesi böyle… Böyle kırık niye çıkıyor şimdi?”

“Kavga etmişlerdir,” dedim aklıma ilk geleni söyleyip. Timur abi telefonu hoparlörden çıkartıp kulağına yasladığı için Despina’yı artık duyamıyordum. Cevap vermediği için aynı soruyu sormaya devam ediyordu zaten.

“Etmez,” dedi Helen abla bana bildiğim şeyi söylerken. “Etmez, küser kendi kendine. Bu da sesini bu hale getirmezdi, kızgın kızgın arardı.”

Arabaya binip yola koyulduğumuzda şoförlüğü kimseye bırakmayan Timur Akdoğan’ın hız sınırının üstlerinde gezinişinin ardından geniş bahçeli bir kafenin önünde durmuştuk. Yol boyunca Timur abi telefonu kapattırmamıştı kızına ama ondan doğru düzgün bir açıklama da duyamamıştık.

Ne zaman geleceğimizi sorup durdukça üçümüzü de daha fazla korkutmuştu.

Arabadan ilk inen ben oldum. Ne yöne gitmem gerektiğini çok düşünmeme gerek kalmamıştı çünkü Despina telefonda geldiğimizi söylediğimiz için zaten arabaya doğru adımlamaya çoktan başlamıştı.

Hızlı adımlarla yürüdüğünde ilk gideceği yerin Timur abinin kolları olduğunu düşündüm. Öyle olmadı.

Annesini gözü görür görmez ona sığınıp sıkı sıkıya sarılmıştı.

Helen abla bir elini başının arkasına, diğerini sırtına koyarak onu sardığında sırasıyla bize doğru baktı. Ardından hemen Despina’nın yüzünü görmek ister gibi başını eğdi. “Canım,” dedi usulca. “Buradayım annecim, buradayız güzel kızım.”

Despina bir süre hiç ses çıkartmadı. Onun bu sessizliğini sürdüreceğini düşünerek bir şey yapmasını diler gibi Timur abiye döneceğim sırada kısık, zar zor kulağıma dolan sesini duydum.

“Anne eve gidelim,” demişti titreyen sesiyle.

“Gideceğiz annem, evimize gideceğiz tabii ki. Güvende hissetmiyor musun burada? Neden eve hemen gitmeliyiz?”

“Babamla abim var,” dediğini duydum Despina’nın. “Burası da güvenli artık.”

Omuzlarım gerildi. Göz ucuyla Timur abiye baktığımda onun benden daha beter göründüğünü anlamıştım.

“Artık..?” diye tekrarladı Timur abi. “Biz gelmeden önce ne oldu, Ahu? Bir şey mi korkuttu seni?”

Helen ablanın sağında ben vardım, solunda da Timur abi duruyordu. Despina yüzünü sakladığı için onu göremiyorduk ama.

Timur abinin soruları yanıtsız kalınca Helen abla araya girecek gibi oldu ama kocasının sabrı sanıyorum ki tükenmişti. Despina’nın başının arkasından destek verip başını kendisine doğru çevirdi mümkün olduğunca hızlı şekilde.

“Ahu,” dedi yalvarır gibi. “Kötü şeyler düşünmek istemiyorum babam, konuşur musun benimle? Lütfen.”

Despina annesine doğru döndü. “Anne,” dedi boğuk bir sesle. “Tanımadığımız, istemediğimiz kişiler bize yaklaşmamalı. Öyle söylemiştin.”

Helen ablanın renginin attığını akşamın karanlığına rağmen gördüm. Ses çıkarabilmesi birkaç saniyeden fazla zamanını aldı.

Ben zaten donmuştum. Timur abiye ise hiç bakamıyordum.

“E-vet,” dedi Helen abla zorla. “Evet, birtanem. Öyle çünkü, doğru.”

Kısa bir sessizlik oldu. Ardından Helen abla tekrar konuştu. Timur abinin suskunluğu sanıyorum ki ağzını açarsa öfkeyle gürleyeceğini bilmesindendi. Despina’nın konuşmasını bölüp onu susturmaktan kaçıyordu.

“Pelin’in abisi de bunu biliyordur değil mi? Neden gitmesini istediğimde gitmedi? Yanımda durmasını sevmedim, yakın durmak istemeyip gitmeye çalıştım. Ama… Ama anlamadı. Kolumu acıttı.”

Ve bingo. Despina’dan yeterince detay gelmiş, isim de cisim de belli olmuştu. Timur abinin rüzgar gibi kafenin içine fırlaması da bunun sonucuydu.

Kolunun ne ölçüde acıdığı ya da başka herhangi bir kısmı duymaya gerek yoktu. Despina’nın canı acımıştı, istemediği bir duruma maruz kalmıştı. Bitmişti, yeterliydi.

Helen abla onun gidişini gördüğü gibi gözlerini açarak bana bakındı. “Özgür…” diyebildi. Elimi kaldırdım. “Bende,” dedim güven verir gibi. “Arabaya geçin siz abla, üşümesin Despina.”

Timur abinin arkasından ona yetişirken az önce yalan söylemiş olduğum Helen abladan içimden peş peşe özürler dilemiştim.

‘Bende’ derken Timur abiye hakim olacak gibi tonlamıştım ama böyle bir planım yoktu açıkçası.

Kafede Despina’nın yaşında kızlı erkekli on-on beş çocuk vardı. Masalara dağılmış olanlar ve ayakta duranlarla birlikte etraf kalabalık sayılırdı. Bu etkinlik için kafenin kapatıldığı belli oluyordu.

Gözüm bu yaş grubundan büyük birilerini aradı. Çok geçmeden kafenin en ucundaki masaya bakmam gerektiğini anlamıştım. Zira Timur abi çoktan oraya yürümeye başlamıştı.

Masada Helen ablanın bahsettiği, Pelin’in annesi olan, kadın ve onun yaşlarında bir adam vardı. Buraya sırtı dönük olan zayıf uzun beden ise yüksek ihtimalle aranan kandı.

“Pelin’in abisi sen misin?” diyerek konuya sıfır gecikmeyle giriş yaptığını duydum Timur abinin.

Masadakiler tepelerinde bir anda belirmemize şok olmuş gibilerdi. Kadın rahatsız bir şekilde gözlerini kısmış, adam ayaklanacak gibi olmuş ve üçüncüleri ise gerilerek başını kaldırmıştı.

“Benim,” dedi gevşek ağzını aça aça.

Avuçlarımın içi kaşınırken midemde de buruk bir his belirmişti.

Timur abi onaylayan sözcüğü duyar duymaz çocuğun sırtına tek eliyle yapışmış, tişörtünün ense kısmından tuttuğu gibi kendisinin üçte birinden az yer kaplayan çocuğu yerinden kaldırmıştı.

“N’oluyor ulan?” diyerek ayaklanan adam belli ki bu piçin babasıydı. “Bırak oğlumu.”

“Dışarı,” dedi Timur abi duvar gibi bir sesle. “Dışarıya yürü, çoluk çocuğun önündeyiz diye birkaç saniye daha fazladan nefes aldırıyorum sana.”

Kadının panikle susmadan konuşmasına ve adamın Timur abinin koluna yapışıp onu durdurmak için harcadığı anlamsız çabasına rağmen -kendi dertlerine dalan çocuklar sağ olsun- hızla kafenin dışına çıkabildik.

Timur abi çocuğu yapay çimle örtülü alana öyle ani fırlatmıştı ki çocuğun yerde sürüklenmeye fırsatı olmadan bilinci kapanacak diye biraz dertlenmiştim.

“Kimsin lan sen?” dedi adam, çocuğunun yerdeki haline öfkeyle baktıktan sonra Timur abiye doğru yürüyüp.

“Despina’nın babasıyım,” dedi Timur abi tek nefeste. Göz ucuyla yerdeki salağa baktım. İsmi duyup az önce hafifçe yere itmek yoluyla bile kemiklerini zedeleyen adamın o isimle alakasını öğrendiğine fazla sevinmişti(!). Sevinçten titrer gibiydi.

“O kim?” dedi adam sinirle.

Kadın konuşmuştu sonrasında. “Pelin’in arkadaşı,” dedi şaşkınca. “Burada o da, içeride.”

“Değil!” dedi Timur abi delirmiş gibi. “İçeride değil, sizin sapık bir piç yetiştirmeniz nedeniyle kızım korkudan titrer bir halde annesinin kollarında.”

Kadın geriye doğru adımladı. “Ne?” dedi afallamış bir şekilde. İtiraz etmeye şimdiden başlamak, oğlunu korumak yerine şaşırma tepkisi göstermesi bin eksinin yanında küçük bir yarım artıydı gerçi.

Oluşan derin sessizlik uzun sürmedi. Timur abi yerde duran, kıçının üstünde korkuyla geriye doğru kaymış çocuğu çenesinden yakalayıp ayağa kendi gücüyle diktiğinde çocuğun mide bulandıran acılı inleme sesi geceye karışmıştı.

“Gözümün içine bak!” diye gürledi. “Korkunu sikerim senin, bak bana.”

Kadının ağlamaya başladığını duydum, ona hiç dönmedim. Ancak adam öne doğru atıldığında bir an için ona bakmak zorunda hissetmiştim.

“Bırak,” dedi Timur abinin eline yapışıp. “Senin yaşınla onunki bir mi? Bırak lan! Yanlış mı anladın doğru mu anladın bilmeden ne yapıyorsun?”

Bu cümlelerin ve adamın tutuşunun Timur abide etkili olma oranı yüzde sıfırdı.

“Yanlış anlaşılmış biri gibi bakıyor mu oğlun?” dedi Timur abi sinir hastası gibi gülerken. “Yanlış anlaşılan adamın böyle sesi kesilir mi?”

Çocuğun çenesinde hatıra kalacak bir morarmanın çoktan yer ettiğinden emindim. Timur abinin parmaklarının izi oraya kazınmıştı.

“Abi,” dedim omuzuna dokunup. “Doğru söylüyor biraz.”

Timur abi hayretle bana döndü. Sırıttım. “Bırak bi’, yaşını başını almış adamsın.”

Timur abi o an algıları öfkesiyle kapandığından olacak ki beni pek anlamış görünmedi. Öfkesi bana da sıçramış gibi bir an için çocuğu elinden bıraktı, bana dönüp ağzını açtı.

Benim hamlem ise yere düşmeden çocuğu yakasından kavramaktan ibaretti.

“Ama biz bu sikikle yaşıtız bence.” dedikten sonra burnunu hedef aldığım bir darbeyle kafamı yüzüne vurmuş ve oluk oluk kanın boşalmaya başlamasını sağlamıştım.

“Baban bana yeni bir bahane üretene kadar organlarından kaçını kullanılamaz hale getiririm lan sence?” dedim eliyle kanı durdurmaya çalışan piçi sarsarken. Cevap bir saniye içinde gelmeyince iç çektim. “Süre doldu, cevap yok. Ceza aldın.”

İkinci darbemi de aynı yere çarpıp burnunun kırılmama ihtimalini ortadan kaldırmıştım.

Daha önce bu kadar kanlı canlı bir stres topum olmamıştı. Sabaha kadar oynasam bıkmazdım.

 

---

 

Timur

 

 

Melek gibiydi. Gibisi fazlaydı, hayatıma düşmüş kanatsız bir melekti.

Dizlerini kendisine doğru çekmiş, yan dönmüş bir halde yatağın ortasında uzanıyordu. Üzerimdeki öfkenin en ağır kısmını atabilmem için kendime verdiğim süre uzun olunca, yanına gitmeye cesaret kazanabildiğimde Ahu çoktan uyuyakalmıştı.

Helen’e belki de bin kez aynı soruyu sormuştum. Ahu uyumadan önce onunla konuşabilen tek kişi kendisiydi çünkü. Kolunu sıkmaktan başka bir şey yapmış mı demiştim defalarca.

Aldığım hayır cevabı bir türlü bana yetmiyordu. Ahu’nun Helen’e ‘yakınımda olmasından rahatsız oldum, gitmesini isteyince gitmedi sonra da kolumu sıktı’ dediğini biliyordum. Yüzündeki kemiklerin yerini yeniden düzenlemiş olmamıza rağmen o piç de benzer konuşmuştu, bu kadar dayağa gerçekleri söylediği belliydi.

Yine de içim soğumamıştı.

Ahu şu an yanımdaydı. Kendi odasında değildi, bizim odamızdaki geniş yatağın ortasında iki büklüm uzanıyordu.

Sağında kalan boşluğa oturduğumda yatağı fazla sarsıp onu uyandırmaktan çekinerek oldukça yavaş hareket etmiştim. Yüzüm ona dönük kalacak şekilde uzanarak yanağımı yastığa yasladığımda bakışlarım bir an bile yüzünden ayrılmamıştı.

Alnına soluk bir baskıyla dudaklarımı dokundurduğumda, normalde onu uyandırmayacağını bildiğim hafif baskıya rağmen gözlerini kırpıştırarak araladı.

Gözlerini açtığında ilk gördüğü benim yüzümdü. Beni algılaması, yanında olduğumu fark etmesi hiç uzun sürmedi. Dudakları tatlı bir kıvrımla hareketlenirken bir kolunu kaldırıp bana uzattı. Yanımdan sarkıttığı kolu sırtıma doğru düşerken kendi bedenini de bana doğru sürüklemişti.

Sorduğum sorulara, aldığım cevaplara, o piçe vurduğum darbelere rağmen rahatlayamayan içim bu sığınmayla birlikte yüklerinin yarısını öyle ani geride bırakmıştı ki bir an nefesim düzensizleşmişti.

Gözlerini açtığında mavilerinin arasına sızan korkuyu göreceğim sanarak öyle kasılmıştım ki beni görür görmez son birkaç saati aklından silmiş gibi gülümsemesi beni afallatmıştı.

“Ahu’m,” dedim saçlarına dudaklarımı bastırırken.

“Hım?” dedi uyuşuk bir mırıltıyla.

“İyisin babam..?” dedim sorar gibi.

“İyiyim,” dedi göğsümü kuş gibi başıyla eşerlerken. Yerleşmek için harcadığı çabaya hiç müdahale etmedim. Yanağını bir yere yasladıktan sonra tekrar konuştu. “Korkmuştum ama geçti.”

Bir şey söyleyemedim. Ben sustum, o devam etti. “Siz gelene kadar çok korktum ama sonra bitti.”

“Bitti bebeğim,” dedim hem onu kendimi ikna eder gibi.

Kalbine işlemeden, canı hatırasında kalacak kadar çok yanmadan bitmişti.

Onda böyle bir iz kalsa, silecek gücüm olmasa… Ömrümün sonuna kadar buna yanar, içime buzlar da bassam sular da döksem yangınımı söndüremezdim.

Aklımın hayalimin alamadığı bu acıyla baş edemezdim. Bu kadar güçlü değildim.

 

 

~

 

 

- Nisan, 2023

Despina

 

 

“Yorucu bir insansın,” dedim oturduğum sandalyede sırtım dimdik bir konumdayken.

“Aynen,” dedi bir bacağını kırıp dizinin üstüne atmışken. Tam karşısında ben de bacaklarımı çaprazlamış halde oturuyordum. Üstümdeki açık mavi elbisenin bol etek uçları sandalyeye yığılmıştı.

“Bana hazırlan dedin ve rastgele bir kafeye getirip süs bebeği gibi oturttun,” dedim kaşlarım kalkık bir halde. “Eşek şakası işini azaltalım Özgür Akdoğan ya.”

“Aa,” dedi abartılı bir şaşkınlıkla. “Sen daha önemli bir şeyler yaparız gibi mi düşünmüştün?”

Göz devirip başımı sağa doğru hafifçe çevirdim ve oraya bakmaya başladım. Özgür’ü göresim yoktu şu an.

Küskünlüğüm yüzünden uzanıp içmediğim, Özgür’ün ben ağzımı açmayınca benim adıma sipariş verdiği soğuk kahvemin buzları tamamen erimek üzereydi. Göz ucuyla baktığımda görmüş, ardından asık bir suratla da olsa bardağımı alıp pipetini dudaklarıma yaklaştırmıştım.

Özgür’ün bu hareketime hiç ses çıkartmaması ilginçti. Trip atışıma ara verdiğim için direkt çenesinin açılması gerekirdi çünkü.

Bakışlarımı ona doğru çevirdiğimde hareketime tepki vermemesinin nedenini de görmüştüm. Gözleri bende değildi, hatta masanın yakınlarında da değildi.

Nereye daldığını görmek için omuzumun üstünden geriye doğru merakla döndüm. Arkamda bir hareketlilik mi vardı?

Ben kafenin dışındaki alanda sigara kokusuna boğulmak istemediğim için iç kısımdaki klimalı yerdeydik. Sigaraya karşı nefretim oldukça yoğundu. Kokusundan bayılacak gibi oluyordum. Annem, babamın tanıştıklarında çokça sigara içiyor olduğunu ama annemin hamile olduğunu öğrendikten sonra direkt olarak bıraktığını söylemişti. İçmeye devam edip kokusuna sigara kokusu karıştırsa her gün başının etini yerdim zaten. Erken davranması iyi olmuştu.

Nisan ayının tatlı havasında benim gibi takıntılı olmayan insanların çoğunluğu dış kısımda oturduğundan içeride sadece birkaç masa doluydu.

Özgür’ün baktığı yerde de o dolu masalardan biri vardı.

Masada tek kişi vardı. Önündeki laptopa odaklanmış, ekrana dikkatle bakan kıvır kıvır saçlı bir kızdı. Benim yaşlarımda görünüyordu.

“İşte sonra da dedim ki, baba ben evleneceğim! O da kabul etti.”

Özgür sırtından iğne batırmışım gibi irkilerek bana döndüğünde gözleri iri iri açılmıştı. “Ne?” dedi açık kalan ağzıyla.

Uzun uzun konuşmuşum da o beni dinlememiş gibi davrandığım basit oyunumu yemesine sırıttım.

“Nereye bakıyorsun canım?” dedim başımı omuzuma doğru sinir bozucu bir sevimlilikle eğerek.

“Ne evlenmesi kızım ne diyordun az önce?”

Ofladım. “İkinci cümlemde babam kabul etti dedim, Özgür. Sence bunun gerçek olma ihtimali ne?”

Birkaç yudumu kalmış olan kahvesine uzanıp boğazında bir şey varmış gibi hızlı hızlı içti. Bu sırada kollarımı göğsümde kavuşturmuş bekliyordum.

“Saçma sapan şakalar yapmasana bana,” dedi hayatını kaydırmışım gibi. “Niye?” dedim alayla. “Önce sen mi evleneceksin?”

Özgür’ün bakışları bana yanıt vermeden önce yine arkama kayar gibi oldu. Kıvırcık kıza doğru bakıyor olduğunu düşündüğüm için laf sokmaya hazırlanacağım sırada bir anda arkamdan uzanan el yanağım ve çenem arasında bir yerde durdu.

İrkilerek tepinmek üzereydim ki elin sahibinin sesi de kulaklarıma ulaşmıştı.

“Bu işi sıraya koyacaksak öncelik benim olmalı diye düşünüyorum.”

Sesi ilk kelimesinden tanımıştım, tanıdığım anda da gözlerim nefes bile almama fırsat olmadan dolmuştu. Sandalyeyi apar topar geriye iterek kalktığımda arkamı döner dönmez kendimi resmen ona doğru attım.

“Özgün abi,” dedim içli içli. Kollarımı tüm gücümle gövdesine sarmış, ağırlığımı ona bırakmıştım. Beni tek koluyla dengede tutup diğeriyle yanağımdan yakaladı. Boşta kalan yanağımı da kocaman bir öpücükle doldurmuştu.

“Efendim güzelim?” dedi özlediğim sesiyle. “Çok özledim,” dedim bunu ondan hiç saklamadan.

Özlemimin kaç aylık olduğunu saymamıştım. Çocukluğumun erken yıllarını sürekli bir arada geçirdiğim abimi uzun süredir sadece ayda yılda bir görüyor olmaktan o kadar usanmıştım ki…

“Ben de abicim,” dedi yanağımı bir kere daha öperken. “Ben de çok özledim sizi.”

“Bir tek Despina’yı özlemiş gibi duruyorsun buradan bakınca ama yedik hadi, tamam.”

Özgür’ün homurdanması yükselip kulağımıza dolduğunda dolu gözlerime rağmen kıkırdadım. Gönülsüz de olsam kollarımı abimden ayırıp biraz çekildim. Sandalyeme geri yerleşirken onun kardeşine doğru ilerlemesini ve ikisinin koca bedenlerini birbirine çarpmasını izlemiştim.

“Burada olacağımızı nereden bil-…” diye devam edip soru soracakken yanımdaki sandalyeye yerleşmekte olan abimi hedef almıştım ama sorum bitmeden önce durumu fark ettiğim için susmuştum. Özgür’e döndüm çatık kaşlarla. “Geleceğini zaten biliyordun…” dedim huysuzca.

Omuz silkti. “Biliyordum tabii, abine süslendirdim seni. Buradan başka bir yere gideriz muhtemelen diye.”

“Ya…” dedim uzata uzata. Kafeye geldiğimizden beri küs küs oturmam boşunaydı yani.

“Pişman oldun sanırım,” dedi Özgür havalı bir tavırla. “Böyle huylarım vardır, evet.”

Yanıma oturmuş olan Özgün abimin koluna girip omuzuna yanağımı yasladım. “Niye söylemediniz?” dedim sessiz sessiz.

“Sürpriz olsun diye, güzelim.”

“Bundan daha da iyi bir sürpriz yapmak ister misin?” dedim omuzundan kalkmadan gözlerimi ona doğru dikip.

Kaşları havalandı. “Neymiş o?”

“Yarın sabah birlikte kahvaltı yapacağımızı söyle n’olur,” dedim umutsuz olsam da.

Dudaklarını birbirine bastırarak birkaç saniye sessiz kaldığında iç çektim. “Tamam,” dedim gözlerimi kapatıp açarak. “Söyleyemiyorsun, anladım.”

Bizimle vakit geçirecekti. Eve gideceğimiz saatte de annemi ve babamı görecek ve en iyi ihtimalle bir iki saat onlarla oturup yine ortadan kaybolacaktı.

“Yüzünü düşürürsen külahları değişeceğiz ama,” dedi yüzüme düşen saçlarımı geriye doğru alıp. Omuz silktim yattığım yerden. “Biz külahları çoktan değiştik, senin haberin yok.”

 


yn: despina’nın “nasıl külah değiştirelim, dondurmamız yok ki” diye sormadığı bir diyalog yazmak bayağı ilginçti açıkçası...

 


“Hadi ya, öyle mi olmuş?” dedi beni belimden dürtüp huylandırırken. Gıdıklandığım için istemsizce kıkırdamış ve omuzundan kalkmıştım. “Abi bi’ ciddi durur musun?”

“Yok, duramam.” dedi başını sallayıp. “Fark ettim, evet.” dediğim sırada çaresizce Özgür’e döndüğümde onu yine bizim arkamıza doğru bakarken görünce anlık olarak sabrım sınanmıştı.

“Dibin düştü, dibin!” dedim sinirle. “Ya gidip insan gibi konuş ya da bakmayı kes, belki rahatsız ediyorsun kızı Özgür..?”

“Rahatsız mı ediyorum?” dedi çocuk gibi bana dönüp.

Dudağımı sarkıttım. Salaktı ama tatlı bir salaktı gerçekten. Daha önce birine uzun uzun bakakaldığını da hiç görmemiştim, kızı gerçekten beğenmişti belli ki.

“Bilmiyorum ki,” dedim omuzlarımı kıpırdatıp. “Kız seni fark etmemiş de olabilir, sen trene denk gelmiş bir öküzü canlandırıyorsun şu an karşımda. Trenin durumdan haberi belki yoktur.”

“Laf arasında illaki bana hakaret edeceksin değil mi canım kardeşim benim?” dedi dişlerinin arasından. “Sensin kızım öküz.”

Hayretle elimi kendime doğru kaldırdım. “Ben mi öküzüm?” dedikten sonra Özgün abime baktım. “Abi ben öküz olabilir miyim?”

“Olsan olsan kedi olursun güzelim sen,” dedi öncelikle abim. Beni bu şekilde avutmayı yeterli bulmuş olacak ki sonra hemen sorusunu sordu. “Beni de aydınlatın, ne çeviriyorsunuz?”

Ağzımı açtım direkt. Özgür’ün arka masadaki kıza dalıp gittiğini ballandıra ballandıra anlatacakken daha konuşmam bitmeden Özgür oturduğu yerde rahatsızca toparlanınca kaşlarımı çatıp ona odaklandım.

“N’oluyor?”

“Kendini yorma boşuna,” dedi suratsız bir halde.

Anlamamış bir şekilde ona baktım. Ardından istemsizce arkama doğru bakınmıştım. Kızın oturduğu masada artık yalnız olmadığını gördüğümde dudaklarımı birbirine bastırdım.

Karşısındaki sandalyede sadece sırtını görebildiğim, sırtının büyüklüğü nedeniyle kızı görüş açımdan neredeyse yok eden bir adam vardı. Buradan bakınca sarıya dönük kısa saçları ve koca bedeni dışında bir şey görünmüyordu.

“Yani-…” diyerek Özgür’e döndüm aceleyle. Sevgilisi olup olmadığından emin olamayacağımızı anlatacakken elini kaldırıp durdurdu.

“Şapur şupur öptü kızı, kızın da yüzü aydınlandı. Uzatmayalım hiç. Konuyu kapatalım, ayıp olacak.”

Bir şey diyememiştim. Abime döndüm. “O zaman kalkalım mı buradan? Sen aç gibi duruyorsun, ben seni yeni keşfettiğimiz pizzacıya götüreceğim.”

Abim aç mıydı değil miydi bilmiyordum ama benim çabamı boşa çıkartmadı her zamanki gibi. “Götür bakalım, beğenmezsem kırk yıl konuşurum ama.”

“Beğenmezsen hesaplar benden,” dedim cömertliğimi elimi göğsüme vurarak gösterirken. Kaşları havalandı. “Beğenirsem..?” dedi merakla.

“Özgür ödeyecekmiş,” dedim duraksamadan. Ardından ayaklanıp masanın etrafından dolanarak Özgür’ün tepesine dikilmiştim. “Ödersin değil mi? Beğeneceğinden eminim diye ben öderim beğenmezsen dedim, param yok çünkü.”

“Yine babanın kartını mı patlattın Despina?” derken aklını dağıtabildiğim için heveslenmiştim. Ayaklandığında hemen koluna girdim. Kafenin çıkışına yöneldik hep birlikte. Aralarındaydım, Özgür’ün koluna girmiştim ve abim de adımlarını bize uydurmuştu.

“Bu ay biraz fazla alışveriş yapmışım,” dedim elimi havada sallayıp. “İnsanlık hali.”

“İnsanlık dışı bence,” dedi hayretle. “Batırdın adamı. Evi Helen ablayla ben geçindiriyoruz, baban senin alışverişine anca yetişiyor.”

“Canım babam,” dedim içli içli.

İkisi aynı anda benim ani içlenişime gülmeye başlamışlardı. Onları keyiflendirdiğim için ben de on katı keyiflenerek aralarında seke seke yürümeye devam ettim.

Dünyanın en şanslı kızı bendim. Aklım yerine geldiği günden beri bundan bir gün bile şüphe duymamıştım. Doğduğum günden bu yana sevgi çemberinde, kimi zaman boğulacak kadar çok sevgiyle büyümüştüm.

Çocukluğuma dair hatırladığım kötü anım yoktu. Bunun nasıl istisnai bir his olduğunu kavrayabilmem için iyice büyümem gerekmişti. Etraftaki insanların aileleri konusunda nasıl şanssızlıklar yaşadığını, kayıplar verdiğini görmüş ve ellerimdeki şansı daha da sıkı tutmaya başlamıştım.

Ailemin her bir parçasına bağlı ve delice bağımlıydım. Onlarsız bir günün bile nasıl geçeceğini bilmeyen, dışarıdan bakanların çok şımartılmış dediği kız çocuğu bendim. İyi ki bendim.

 

 

~

 


- Şubat, 2024

Despina

 

 

“Soğan da koy arasına, kuru kuru yeme onu.”

Henüz yutmadığım, küçük bir lavaşa sarılı birkaç ciğer parçasını çiğnerken dedemin daha fazlasını tüketmem için olan ısrarını dinliyordum.

“Baba nasıl istiyorsa yesin, bi’ bırak şu kızı ve midesini artık.”

Amcama aşık bakışlar attım hemen. Ağzım doluydu ama boş olsa da bunları dile getiremezdim, bana tercüman oluyordu.

Bakışlarımdan hislerimi anlayıp bana öpücük attı. Ağzımdaki lokma azaldığı için olabildiğince gülümsedim ben de.

“Soğan midemi yakıyor, dede.” dedim yıllardır dile getirdiğim gerçeği onunla bir kez daha paylaşarak. Beni her şeyi yemeye alıştırmıştı ama soğan kırmızı çizgimdi. Dedemin çocukluğumdan beri bana her şeyden tattırmasıyla ortalama bir hayvanın yemediğim yeri kalmamıştı bugüne dek ve çoğunu da severek yiyordum ama çiğ soğan… Olmuyordu.

Dedem yüzünü buruşturdu. “Damarındaki kandan utan biraz, soğan nasıl mideni yakabilir?”

“Baklava da ağır geliyor bazen,” dedim onu sinirlendirmek için. “Bence ben Antepli değilim dede, bende Yunan geni yoğun galiba.”

“Balım abartma istersen, boynu kızarmaya başlayacak şimdi.”

Amcamın bana doğru eğilip fısıldamasına kıkırdadım. Çaprazımda oturan halama baktım. O gayet mutluydu. Dedemin sinirlenişini sevimli bulan iki kişilik küçük bir gruptuk. Halam ve benden başka bu etkinliği seven yoktu.

“Şaka yapıyor baba,” dedi amcam dedeme doğru. “Bir parça kebap at hemen ağzına, tansiyonun düştü bak.”

Dudaklarımı büktüm. Tabağımdaki yarım içli köfteyi ısırmak için ağzıma yaklaştırırken hiç sesimi çıkartmamıştım.

Dedemin favori mekânındaydık. Burası dışında hiçbir yerin etini beğenmediği için sık sık uğradığımız, ayda en az bir kez geldiğimiz bir yerdi.

Kişiler artıp azalıyor; babam, annem, Özgür ve denk gelirse Özgün abim masaya ekleniyor ancak sadece iki kişi hiç değişime uğramıyordu: Dedem ve ben.

Dedem planı yapınca önce beni arıyor, ben her seferinde onay verdiğimden kalan kimseye tarih uymasa da baş başa gelip yemek yiyorduk. Midem patlayacak gibi olsa da çok sevdiğim bir rutindi bu.

Küçükken de en eğlendiğim yemekler burada toplu yediğimiz yemekler olurdu, şimdi de burada karşılıklı oturup yemek yemeye daha bir bayılıyordum.

Midem henüz etleri ve hamurları sindirememişken masaya bir de tatlılar gelince baygınlık geçirecek gibi olmuştum ama çayla midemde bir yol açacağına inanan dedemi kırmamak için bir buçuk dilim de baklava yemek zorunda kalmıştım.

Yemeğin sonunda pantolon değil elbise giyiyor olduğum için şükredecek kıvama gelmiştim. Pantolonun düğmesinin bu şişkinliğe direnebileceğini sanmıyordum çünkü.

“Bize götürelim seni de kuzum,” dedi halam restoranın dışına hep beraber çıktığımız sırada. “Yarın da hafta sonu, birlikte kahvaltı yapardık.”

“Sözüm olsun hala,” dedim ona sırnaşıp. Kolumu beline doğru sarmıştım. “Bu seferlik kaçayım.”

“Kaç, kaç.” diyen dedemdi. “Arkana bile bakma.”

Elimi ağzıma kapattım. “Ayıp ya,” dedim. “Duygusal baskı ustasısın, dede.”

“Ayıplayan da farklı olsa bari,” dedi amcam dalga geçerek. “Hık demiş burnundan düşmüşsün, ikiniz de aynısınız.”

Hiç dertlenmedim. Dedeme koşturup sarıldım. “Dede sana benziyormuşum,” dedim hevesle.

“Allah korumuş boncuğum,” dedi şakağımdan öpüp. “Ya bana değil de bu değişiklere benzeseydin?”

Halamın serzenişleri ve amcamın dalgasını devam ettirmesi bir süre daha sürdü.

Onlardan ayrılmak istemesem de buradan çıkınca yapmam gereken bir işim olduğundan buna mecburdum.

Beni eve bıraktıklarında koştur koştur içeri girmiş, üstüme daha rahat bir şeyler giyip anneme yakalanmadan evden çıkmayı başarabilmiştim. İşten dönmesine vakit vardı, beni yakalama ihtimali düşüktü ama kendime aksiyon yaratmayı seviyordum.

Binadan uzaklaşırken telefonumu çıkartıp babamı aradım. Telefon ikinci çalışında hemen açılmıştı.

“Baba ben evden çıktım şimdi,” dedim hiç uzatmadan.

“Bebeğim…” dediğinde ses tonundan bir sıkıntı olduğunu anlamak zor değildi. Kaşlarım çatıldı. “Gidemeyeceğiz deme baba ya!” derken sesim mutsuzdu. “Senin için dedemlerle de çok duramadım, hani işin erken bitiyordu?”

“Gideceğiz, babam. Gideceğiz ama biraz gecikmeli olacak sadece.”

“İyi,” dedim oflayarak. “Hediyeyi alamayıp kutlamayı da geciktir de karın başının etini yesin, ertele sen böyle.”

Babamın derin bir nefes aldığını duyumsadım. “Ben onun gönlünü alırım,” dedi rahatça.

“Ay,” dedim yalandan hayıflanarak. “Vıcık vıcıksınız…”

Güldürmüştüm onu bu tepkimle.

Önümüzdeki hafta evlilik yıldönümleriydi. Annemin babama hediyesinden haberim vardı, bu nedenle babamı da düzgün bir şey almaya teşvik etmiştim. Çiçekle geçiştirilecek bir yıl olmayacaktı bu yıl.

Küçükken babamın ne iş yaptığını tam çözemediğim için onun günü gününü tutmayan meşguliyetlerini de algılayamazdım. Babamın lisanslı bir sporcu olduğunu, uluslararası şampiyonlukları olan bir boksörün kızı olduğumu bayağı geç öğrenebilmiştim.

Bende ondan tek bir parça bile yoktu. Annemin özenle sakladığı albümlerdeki fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla babam beni çoğu kez kendi branşına teşvik etmeye çalışmıştı ancak ben değil elimi kaldırıp yumruk atmak, on adım yürümekten bile sıkılıyordum.

Şimdi babamın neyle meşgul olduğunu bildiğimden onu işinden alıkoyma konusunda hiç çekingen davranmıyordum.

Son birkaç yıldır kendisine ait olan, bir kısmı eğitim alanına ayrılan bir kısmı ise gelenlerin bireysel çalışmalarını yapabildiği bir spor merkezi vardı. Ben ‘gel’ dediğimde işini bırakıp gelebiliyordu yani, onu tutan kimse yoktu.

“Halletmem gereken bir şeyler var, buraya gel. Buradan birlikte geçelim gideceğimiz yere.”

“İşin uzun mu?” dedim kendimi garantiye almak için. “Ben orada yarım saatten fazla durunca çok sıkılıyorum.” Babamı elinden tutup çıkarmak için gidişlerim dışında pek uğradığım bir yer değildi.

“Değil uzun, gel hadi Ahu. Gören de kötü bir yere çağırıyorum zannedecek.”

Dudaklarımı büktüm. Onayladıktan sonra telefonu kapatmış ve yola koyulmuştum.

Hava buz gibiydi. Şubat ayından keyif aldığım söylenemezdi. Yaz bebeğiydim ve sıcağı seviyordum. Nefes aldıkça burnumu yakan soğuktan kaçmak için yürüme mesafemi kısaltabileceğim kadar kısalttığım bir güzergâhı kullanmıştım.

Tesisin ana girişinden geçtikten sonra hızlı adımlarla binaya koşturdum. Soğuktan ne kadar hızlı kurtulursam o kadar iyiydi.

Babamın, odasında mı yoksa alakasız bir yerde mi olduğunu bilmediğim için risk almak yerine içeri girer girmez çantama doğru başımı çevirip telefonuma uzanmıştım.

Telefon cüzdanımın altına girerek sıkıştığı ve çantamın küçük ağzı nedeniyle çıkmamakta direttiği için sinirle homurdanarak bir yandan adımlamaya başladım.

Bedenimi sertçe bir yere vurduğumda savrulmama engel olan dirseğimin hemen altından kavrayan bir eldi.

Vurduğum yerin duvar olması olanaksızdı. İki üç adımda duvara yanaşmış olamazdım, giriş kocaman bir alana sahipti. Ama bedenimdeki anlık sızlamayı düşününce de karşımda duvar göreceğimden emin gibiydim.

Başımı afallayarak yavaşça biraz kaldırdığımda görüş açımda bir süreliğine siyah dar bir tişörte sarılı geniş bir gövdeden başka bir şey bulamamıştım.

Çarptığım yerin bir duvar olmadığı bu şekilde kesinleştiğinde başımın hareketini hızlandırdım ve karşımdaki bedenin yüzünü görmek için acele ettim.

“İyi misiniz?” dediği sırada kolumda hâlâ durmakta olan eli, sanırım gelecek cevaptan emin olamadığındandı.

Başımı tamamen kaldırdığımda gözlerim bir anda gözlerine tutundu.

Dudaklarımı iyi olduğumu söylemek, önüme bakmadığım için kısa bir özür mırıldanmak için aralamak istedim. Olmadı.

Gözlerinde bir gariplik yoktu. Koyu bir mavi, lacivert sanacağım kadar yoğun bir maviydi.

Hafızamda, daha önce böyle bir göz rengi görmediğime dair kısa bir teyit seremonisi gerçekleşirken beni göğsümdeki boşluktan vuran hissin derdi neydi bilmiyordum.

Tanıdık olan bir şey yoktu. Tanımıyordum bu adamı.

Kaşları çatılır gibi oldu. “İyi misin?” diye tekrarlarken bir sorun olduğunu düşündüğünden olsa gerek mesafeyi bir an için kaldırıp sen diye hitap etmişti. “O kadar sert çarpmadın aslında.”

Gözlerimi kırpıştırdım. “Ben…” dedim kendime gelmeye çalışarak. “Çok pardon, dalgındım.”

Geriye doğru adımladım telaşla. Kolumdaki eli gevşeyerek düştüğünde parmaklarının az önce temas ettiği yerin uyuşur gibi olduğunu sandım.

“Önemli değil,” dedi uzatmadan. Bakışları yüzümde dolandı. “İyiyseniz sorun yok, ben de önüme bakmıyordum.”

Başımı alelacele salladım. Garip bir hisle sarınmıştım, neye yoracağımı bilememiştim.

“İlk gününüz mü?” diye sordu gözlerini kısıp. Bu soruyla birlikte yüzünde duran bakışlarımı bir an için aşağı kaydırmıştım. Göğsünün kenarında duran küçük dikdörtgen bir parça vardı, koyu renkli kısmında spor merkezinin adı yazılıydı.

Burada çalışıyordu.

Bakışlarımı çok az aşağıya kaydırdığımda ise daha açık renkli kısma ince bir puntoyla yazılı ismini görmüştüm.

Pars... Adı Pars’tı.

İsmin de tanıdık olmadığını kesinleştirdiğimde omuzlarımı gevşettim. “Hayır,” dedim başımı sallayarak. “Burası açıldığından beri geliyorum ben.”

Yüzünde garip bir ifade oluştu. İstemsizce bedenime anlık bir bakış attı.

Açıldığından beri geliyor olduğum bir yalan değildi. Ne sıklıkla geldiğimi ve gelince ne yaptığımı dile getirmemiştim sonuçta.

“Yakıştıramadınız…” dedim üzülmüş gibi sesimi kısarak.

“Ben-…” dedi direkt konuşup. Duraksayıp devam etti. “Öyle bir şey kastetmedim.”

Açıklama çabası yüzüme daha dikkatli baktığında son buldu. Dalga geçtiğimi pek gizlememiştim çünkü.

İfadesi düz bir hal aldığında dudaklarımı birbirine bastırdım. Kızdırmış mıydım?

“Ahu?” diyerek uzaktan doğup bulunduğum yere kadar ulaşan sesi duyduğumda bedenimi yan çevirdim.

Babam sol taraftaki koridordan buraya doğru adımlıyordu. Sadece bana bakmadığını, karşımda biri olduğunu çoktan gördüğünü anlamam için adımlama hızına bakmam yeterli olmuştu.

Patronluğundan utanmasa koşar ve gelip beni daha hızlı yakalardı muhtemelen.

Yanımıza vardığında dibimde durmuş, bir kolunu sırtıma doğru sarmıştı. “Neredesin sen?”

“Buradayım baba,” dedim ayrıntılı açıklamamla.

Yandan ters bakışlar attı bana. Ardından karşıya baktı.

“Bir sorun mu var?” diye sordu Pars’a doğru. Bu ‘sorun varsa hemen söyle ben çözerim’ gibi değil de ‘sorun varsa belan da ben olayım o zaman’ gibi bir soruydu. Ben çözümlemiştim ama Pars’ın babamı bu denli tanıyor olduğunu sanmıyordum.

“Sorun yok Timur abi,” dedi Pars omuzlarını hafifçe yukarı kaldırıp indirirken. Babam da azımsanamayacak kadar iri bir adamdı ama karşımdaki adam beni boyut konusundaki ölçütüme yeni bir çizik eklemeye itmişti. “Ahu Hanım’la burada karşılaştık, senin yanına geliyordu sanırım.”

Yüzümde limon yemişim gibi bir ifade oluştu.

“Ne hanım?” dedi babam duvar gibi soğuk sesi ve tavrıyla. “Ne hanımla karşılaştınız?”

Pars göz ucuyla bana baktı. Babamın seslenişini yanlış duymadığından emindi bence ama tepkisini görünce aklı karışmışa benziyordu.

“Ben kendimi tanıtmamıştım, baba.” dedim aceleyle. “Sen seslenince Ahu olarak hitap etti doğal olarak, nefeslenir misin sakince?”

Babam aklındaki ‘benim kendimi birine Ahu olarak tanıtmış olma ihtimalimi’ defedebildiğinde biraz daha sakin görünüyordu.

“Despina adı,” dedi bir daha benzer bir risk yaşamamak için.

Pars silik de olsa yüzünde duran şaşkınlıkla başını anlamış gibi salladı. “Tamam,” dedi sadece.

“Ben çıkacağım birazdan, kapanışı sen halledersin.” demişti babam hemen sonra.

“Hallederim Timur abi,” dedi Pars ikiletmeden.

Babam sırtımdaki eliyle beni geldiği yönün aksine doğru çevirdiğinde ona direnmedim. Adımlamaya başlarken aklımda az önce pençesinde kıvrandığım garip hisler vardı.

Birkaç adım sonra başımı omuzumun üstünden geriye doğru çevirdiğimde arkada bıraktığım bedenin gitmiş olacağını düşünmüştüm. Ya hiç göremeyecektim ya da belki bir ihtimal sırtıyla bakışırdım…

İki tahminim de doğru değildi.

Az önce durduğu yerden hiç kıpırdamamıştı.

Buraya bakmıyordu ama önüne dönük olduğu için yüzünü görebilmiştim.

Yüzüne bakmak tıpkı dakikalar önce ilk kez yaptığımda olduğu gibi içimi uyuşturmaya başladığında bakışlarım dudaklarına takıldı. Dudak okuyabilmek gibi bir yeteneğim bildiğim kadarıyla yoktu ama denk geldiğim o iki heceyi doğru algıladığımdan emindim.

Kendi kendine ‘Ahu’ diye mırıldandığından emindim.

İfadesi, benim yüzünü gördüğümde yaşadığım sarsılmayla kaplıydı.

Gözleri bana her ne yaptıysa, adım da ona aynısını yapmış gibi görünüyordu.

Babamın beni yakalamaması için oyalanmadan bakışlarımı önüme çevirdiğimde gözlerimi peş peşe kırpıştırdım.

“Buraya geldiğim için mutlu oldun mu?” diye sordum babama.

“Oldum tabii, bebeğim.” dedi babam hemen. Şakağımdan öptü hafifçe eğilip.

“Çok güzel,” dedim mırıl mırıl. “Daha sık geleyim o zaman artık.”

Burası hatırladığım kadar sıkıcı bir yer değildi, bundan sonra sık sık uğrayabilir ve bence sıkılmadan etrafta gezinebilirdim.

“Ahu…” dedi babam sorgular bir sesle.

“Babam!” diye yıllardır görmemiş gibi boynuna atladım. Salaktım. Bir saat önce telefonda çok sıkıcı dediğim yer için ‘artık hep gelirim’ diyordum, babam kör değildi sonuçta.

“Ahu!” dedi bu kez dişlerinin arasından. Beni sarmaktan kaçmamıştı tabii. Sıkı sıkı sarılmıştı ama sesi pek memnun değildi şu an.

“Seni çok seviyorum,” dedim nefes nefese. “Her şeyden çok seviyorum, en sevdiğim babamsın.”

Beni resmen ittirdi göğsünden. Yüzüme bakabilmek için başını eğdi hafif. “Kimlerle yarışıyorum da en sevdiğin babanım?”

Omuz silktim. “Anneme sorarsın orasını,” dedikten sonra anlık öfkesiyle kararan gözlerinden faydalanıp koşmaya başladım.

“Şaka yaptım!” diye yakarsam da asla ikna olmamış, beni yakaladığı anda zaten koşmaktan tükenen nefesimi beni deli gibi gıdıklayarak iyice kesmişti. Nefes nefese kollarında çırpınırken yanaklarımı ısırıp öpüyor, beni resmen yiyordu.

Beni serbest bıraktığında dünyayı buğulu ve ters görüyor haldeydim. O kadar gülmüş ve çırpınmıştım ki beynim dönmüştü.

Düzelmem birkaç saniyeden kısa sürmüştü. Çünkü alışkındım.

Gülmeye, başımın döneceği kadar çok kahkaha atmaya, çırpınışlarımın mutluluktan olmasına aşinaydım.

Ömrümün sonuna kadar bu alışkanlığımı hatırlayacağım binlerce anım olacaktı. Kötü anılarım hafızamda kalamayacak silik, iyi olanların baskısıyla yok olacak kadar azdı.

Şanslıydım.

Şansın yüzüne kocaman gülümsediği bir kız çocuğuydum.

 

 

~~~

 


Ben Düşten Farksız’ı bitirdiğimi sanmışım ama aslında zihnimde hiç onlardan kopamamışım :’)

O kadar buruk yazdım ki bölümü… Herkesi çok özlemişim evet ama özellikle Despina’yı yazmayı her şeyden fazla özlemişim sanırım. Onun iç dünyasını asıl evrende de ayrı bir hisle yazıyordum zaten, yine burada da onun anlatımından yazdığım bir iki sahne bile göğsümü sıkıştırdı

Nasıl buldunuz bu evrende olup bitenleri?

Uzun uzun okuduğumuz asıl evrende tek bir hatalı yoktu, Despina dışında herkeste öyle ya da böyle hata izleri vardı. Ama benim için suçlu sayısı birdi :) O suçlunun erkenden veda ettiği evrende işler yolunda seyretmiş gördüğünüz gibi… Canan yok; o varken kopuk kalan Mirza-Timur bağı var, Helen’in sevgisiz kalıp ölümü sırtlanmadığı uzun bir hayatı var, Despina’nın kıkır kıkır büyüdüğü bir çocukluğu var…

Bölümde irili ufaklı bolca kontrast var diğer evrenle karşılaştırabileceğiniz, kaçını fark edersiniz bilmiyorum ama umuyorum ki okurken keyif alarak okumuşsunuzdur

Sizi seviyorum


Yorumlar

  1. Diğer evrende pars, özgür ve despinayı sevgili sanmıştı bu evrende özgür var başrolde.

    YanıtlaSil
  2. Pars ve Mayıs bu evrende nasıl babası hala aynı adam mı acaba? Pars Timurla daha erken tanışmadıysa ne yaptı

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm