Sen Başkasın 16.Bölüm
16.BÖLÜM
İyi okumalar!
~~~
- 2 hafta sonra, 1
Aralık
“Yanakların kırmızı kırmızı oldu, Umay.
Üşüyorsun bak. Niye üşümüyorum diyorsun bana?”
Sinan bir elinden tutmakta olduğu Umay ile
aynı boya -ya da en azından ona yakın bir boya- gelebilmek için yere çöktüğünde
küçük kızın bakışları kendi yüzüne çevrilmişti.
Umay üzerine zorla giydirilmiş kalın bir
montla kolunu zor kaldıracak kadar sıkıca sarılmış haldeydi. Oflayıp puflamış
ancak Sinan’ın dışarı çıkması için başka türlü ikna olmaması sonucu montu
giymeyi ve bu hale gelmeyi kabul etmek zorunda kalmıştı.
“Kırmısı oymadım, Şinan.” dedi kaşlarını biraz
çatıp. Havanın gittikçe soğuması ve sonbaharın yerini kışa bırakması nedeniyle
bahçedeki çiçeklerin cansızlaşması örnek verebilmesine engel değildi. Ateş
normal şartlarda kış boyu daha az bakım gören çiçekler yerine, kışa dayanacak
bitkilerle süslü duran bahçeyi Umay için dört mevsim aynı görkemle ayakta
tutmaya kararlıydı. Her hafta bahçenin bakımı için birileri geliyor ve her
şeyle özenle ilgileniyorlardı.
Umay gördüğü kırmızı bir çiçeği Sinan’a işaret
etti hemen. “Kırmısı böyle oluyoy, ben böyle deyilim.” Sinan açıklamanın
tatlılığına gülse mi yoksa inadı beklediğinden daha sağlam çıkan Umay’ın
büyüdükçe geleceği hal için korkmaya mı başlasa bilemiyordu.
“Değilsin çiçeğim,” dedi Sinan çaresizce.
“Değilsin tabii.”
Hava buz da kesse Sinan, Umay’ın dışarı çıkma
tekliflerine karşı koyamıyordu. Süre kısalıyordu belki ama cevap hiç
değişmiyordu. Bunda önemli bir rolü de on gün kadar önce Esila’dan duyduğu
cümleler oynuyordu.
Doğduğundan
beri oynayabildiği oyuncaklar sadece çiçeklerdi. Onu oyalayabileceğim renkli ve
güzel tek şey çiçekler oldu. Hayatımızda güzel olan başka hiçbir şey yoktu.
Sinan, yine Umay’ın dışarı çıkmak istediği
ancak havanın fazlasıyla kötü olduğu bir gün dinlemişti bunları Esila’dan. O
günden beri de rastgele anlarda aklına düşüyordu bu cümleler.
Umay, Sinan’ın düşüncelerinden habersizdi
fakat biraz daha dışarıda vakit geçirebilmesine olanak sağladığı için mutluydu.
Dikkatini çeken, her gün görmesine rağmen sıkılmadığı ve bir şeyler anlatıp
sohbet ettiği çiçeklerle oyalanmaya devam etmişti dakikalarca.
Umay’ın dikkatini çiçeklerden ayırmasına sebep
olan, bahçeye sessizliği bölerek giriş yapan araç sesiydi. Umay arabanın
çıkarttığı sesi duyduğu anda dikkat kesilmiş ve döndüğü yerde artık onun için
tanıdık bir görünüme sahip olan tek aracı gördüğü gibi de yerinde heyecanla
kıpırdamaya başlamıştı.
“Babam!” diyerek arabaya özlemle baktığında
Sinan bu sahneyi izleyemediği için Ateş adına üzgündü. Dün gece yanında uyumuş
olmasına rağmen kahvaltıdan önce evden çıktı diye birkaç saat içinde böyle
özlemle dolan Umay’ın Ateş’i ne kadar mutlu edeceğini biliyordu.
Sinan elini tutmakta olduğu Umay’ı serbest
bıraktığında Umay heyecanı nedeniyle yalpalayarak da olsa arabanın olduğu yöne
doğru koşturmaya başlamıştı. Sinan gülümseyerek arkasından adımlarken arabanın
sürücü kapısından çoktan inmiş olan Ateş’in bakışları da kendisine varmak üzere
olan minik bedeni bulmuştu.
Umay babasının yanına vardığı anda tek bacağına
iki koluyla sarılıp yanağını da oraya yasladı. Ateş, Umay’ı kucağına almaya
birkaç saniye geç kaldığında bu sarılma şeklinin yaşanmasına her seferinde
eriyordu. Umay gücü yettiğince ona dolanıp yakınlaştığında dünyadaki kötüye
giden her şey bir an için duruyor ve iyi olana evriliyordu çünkü.
Kollarının altından kavradığı Umay’ı kucağına
aldığında üstündeki kalın montun içinde kaybolan haline gülmemek için yanak
içini ısırmıştı. Kapalı duran şapkası ve boynuna kadar çekili duran fermuar ile
Umay montu giymemiş de bizzat monta dönüşmüş gibiydi.
“Meyaba,” diyerek yüz yüze geldikleri anda
konuşan kızının yanağına dudaklarını bastırdı. “Merhaba bebeğim,” demişti ancak
dudaklarına temas eden tenin soğukluğu nedeniyle kaşları çatılır gibi olmuştu.
“Üşüdün mü sen?”
Umay sıkıntıyla başını sallayıp bıkkınca
babasının omuzuna yüzünü yasladı. Ateş onun sorulan sorudan pek memnun
kalmadığını net bir şekilde anlayabilmişti. Sinan’a doğru baktı. “Ne zamandır
dışarıdasınız?”
Sinan bileğindeki saate baktıktan sonra
yanıtladı. “Yirmi dakikadır.”
“Bugünlük bu kadar yeter o zaman. Biraz da
evde duralım, olur değil mi?”
Sinan’a sormuş gibi görünse de hedefinde Umay
vardı. Ancak Umay ne soruyu dinlemiş ne de üstüne alınmıştı. Sessizce babasının
omuzunda yatmayı sürdürmeyi tercih etmişti.
Ateş onun uysallığına karşı iç çekse de bir
şey söylemedi. Kucağından indirmediği Umay ile birlikte eve doğru yürümeye
başladı. Çiçekleri ve ait oldukları toprakları elleriyle bolca analiz
ettiğinden emin olduğu kızının dokunuşundan kaçmıyordu ancak eve girdikten
sonra üstündeki her şeyi -ve Umay’ın üstündeki her şeyi- yıkanmak üzere
çıkartma isteğiyle savaşabilmesi mümkün değildi.
Umay bu rutine alışkın olduğu için sessizce
babasının onu aklayıp paklamasını ve kendi üstünü de değiştirip işlerini
bitirmesini beklemişti. Bütün bunlar sona erdiğinde Umay yeniden babasının
kucağındaydı. Odasına uğradıklarında kucakladığı kuzusu da yanlarındaydı tabii.
“Biraz acıkmış olabilir misin, babacım?”
derken merdivenleri inmekteydi Ateş. Umay kısa bir süre düşündükten sonra
dudaklarını araladı. “Biras ama.”
Ateş bu cevabın ‘sevdiğim bir şeyi
yiyebilirim, sevmediğim bir şey gösterirsen açlığım kaybolur’ demek olduğunu
artık biliyordu. Bu nedenle onu dolu bir öğün yemek için zorlamak yerine mutfaktaki
yardımcılardan Umay’ın sevdiğini bildiği birkaç meyve hazırlamalarını
istemişti.
Dakikalar sonra artık salondalardı. Ateş bir
bacağına oturttuğu ve sırtını kendisine yasladığı Umay’ı tek koluyla
dengelerken diğer elinde onun uzanıp alabileceği şekilde meyve tabağını
tutuyordu. Umay içindeki suyu emdiği mandalina dilimlerinin dışını tabağa geri
bırakırken halinden memnundu.
Kısa bir süre sonra kalan meyveleri kuzuya
teklif etmeye başlayınca Ateş onun doyduğunu ve daha fazla yemeyeceğini
anlamış, tabağı masaya bırakıp iki koluyla Umay’a sarılmıştı. Çenesini
bebeğinin başının üstüne yaslamış halde dinlenirken Umay da onun sıcağının ve
kalbine sızan güvenin tadını çıkartmakla meşguldü.
“Annem ne zaman gelcek? Biy ki üç olmadı mı?”
Ateş hafifçe güldü. Umay’ın saçlarının
tepesine bir öpücük bıraktı. Umay’ın bir iki üç oldu mu sorusu ‘üç saat oldu
mu’ demekti aslında.
Üç saat, bir haftadır her gün Esila’nın evde
bulunmadığı üç saatlik süreyi temsil ediyordu. Esila daha önce yalnızca aklını
dinginleştirmek ve rahatlamak için uğradığı psikoloğu ile son bir haftadır
yeniden görüşmeye başlamıştı. Gidiş geliş yolu ve seans süresi toplandığında
Esila üç saat evde olmuyordu. Umay’a bir iki üç olunca geleceğim diyerek saatte
bir şeyler göstermişti ve Umay da her gün bu sayımı yapmaya çalışıyordu.
“Az kaldı,” dedi Ateş. Üç saat çoktan olmuştu.
Birazdan Esila’nın geleceğini biliyordu.
Esila’ya eşlik eden kişi olmayı isterdi. Ona
Doğan yerine kendisi eşlik etmek ve her anında yanında olmak isterdi elbette ancak
Esila istememişti. Tamamen tek başına hareket edebilecek kadar rahat
hissetmiyordu, ilk günlerdeki kadar olmasa da Esila hâlâ bir köşeden Kerem
çıkıp gelebilecekmiş gibi tedirgindi. Çünkü henüz onun yakalandığına dair bir
bilgi gelmemişti.
Doğan’ı seçmesi, Ateş’i ya da Sinan’ı tercih etmemesinin
sebebi ise kimse tarafından sorgulanamayacak kadar açıktı. Esila kendince
kırgınlıklarını sıralamış ve listede Doğan’ı daha aşağıya koyabildiği için
onunla yolculuk etmeyi ve seansı bitene kadar beklemesini istemişti.
Ateş’in ‘az kaldı’ söylemi Umay için pek bir
şey ifade etmiyordu. Az kaldı ne demekti? Az kaldıysa hemen şimdi Esila kapıdan
girmeliydi Umay’ın hesaplamalarına göre. Annesini görmüyor ve duymuyorsa nasıl
az kalmıştı?
“Şimdi mi gelicek? Ama gelmiyoy…”
Ateş tekrar Umay’ın saçlarını öptü. “Birazdan
gelecek, kızım.”
Umay’ın annesinin evden uzaklaşmasına normal
şekilde yaklaşabilmesi de ilk birkaç gün mümkün olmamıştı. Doğan’ın ona eşlik
etmesi ve mutlaka geri getireceğine söz vermesi, babasının da ara ara evden
gitmesi ve sonra mutlaka geri gelmesi gibi sebeplerle kalbi daha az endişe
taşıyordu belki ama yine de bir süre sonra özlemi ağır basıyor ve annesini
merak ediyordu.
Umay’ın sabırsız bekleyişi devam ediyorken
tıpkı Ateş’in tarif ettiği gibi az sonra ikisine kadar ulaşan adım sesleri
duyuldu.
Ateş’in bu adım seslerini herhangi birinin
adım sesleri ile karıştırma ihtimali yoktu. Gelenin Esila olduğundan emindi. Bu
nedenle Umay’ı ayaklandırmakta sakınca görmemişti.
“Annen geldi,” dediğinde Umay hemen sırtını
doğrultmuş ve kapıya doğru bakınmıştı. “Anne?” diyerek seslendiğinde koridordan
içeri taşan ses fazlasıyla nazikti.
“Efendim?”
Umay cevap geldikten sonra huzurla gülmüş ve
yeniden arkasına -babasının göğsüne- yaslanmıştı. Ateş onun bu tepkisizliğine
gülecek gibi oldu. “Umay?” dedi ne yapmaya çalıştığını anlamak için.
“Ney?”
“Annen cevap verdi sana, niye konuşmuyorsun?”
“Buyaya gelsin diye.”
Ateş aldığı cevabı yeterli bulunca dudaklarını
birbirine bastırdı. Günü kurtaran hep kızı oluyordu. Umay’ın hem annesini hem
de babasını olabildiğince fazla süre yanında görmek istemesi nedeniyle Ateş de
Esila’dan pek uzak kalmıyordu.
Umay’ın planı işlemiş, Esila sesin geldiği
odaya yani salona adımlamıştı bu sırada. İçeri girer girmez birbirleriyle
bütünleşmiş halde oturuyor olan Umay ve Ateş’i gördüğünde adımları bir an için
duraksamış ancak tamamen durmamıştı.
“Hoş geldin,” diyerek kısık sayılabilecek bir
sesle konuşan Ateş’i duyduğunda başını hafifçe eğer gibi yapmakla yetindi.
Selam alır gibi görünüyordu.
Esila’nın Ateş’e sesini hiç acımadan, bol
keseden duyurduğu son gün iki hafta öncesinde kalmıştı. O gece Esila susmadan
konuşmuş, sesini yükseltebilmiş ve içini biraz olsun dökmüştü. Sonrasında ise büyük
ölçüde sessizliğe gömülmüştü.
Bu, kaçak bir sessizlik de değildi üstelik.
Ateş’e en çok rahatsız hissettiren de buydu hatta. Esila sırf tavır aldığı için
susuyor gibi görünmüyordu. Sanki… Sanki söyleyeceği her şey bitmiş, söyleyeceği
hiçbir şey anlam ifade etmeyecekmiş gibi sessizdi.
“Meyaba,” diye mırıldanan Umay babasının
aksine annesinden bir parça gülümseme çalmıştı konuştuğu gibi. Esila ona
gülümsemiş, bununla yetinemeyip onlara doğru adımlamıştı. Koltuğun dibine kadar
geldikten sonra Umay’ın üzerine doğru eğilip alnına dudaklarını bastırdığında
Ateş öpücüğü teninde hisseden kendisiymiş gibi gözlerini kapattı.
“Sana da merhaba bebeğim,” demiş ve Umay’ın
alnına dökülen saçlarını yavaşça geriye doğru tarar gibi yapmıştı. Umay kısılan
gözleriyle annesinin dokunuşunu karşılarken dudaklarını tembelce kıvırdı. “Sen
de otuy.”
Esila onu kırmadan koltukta arta kalan boşluğa
usulca yerleşti. Herhangi bir şekilde Ateş’e temas etmemişti ve dolayısıyla
Ateş’in nefesini tutacak kadar kasıldığından habersizdi. Ateş, burnuna aynı
anda dolan iki ayrı kokunun ve etrafını saran huzurlu enerjinin etkisiyle
gevşeyip sıcağa maruz kalmış bir parça buz gibi erimeliydi aslında fakat durum
öyle karmaşıktı ki kendini kaskatı kesilmiş halde bulmuştu.
Esila odanın rastgele noktalarında bakışlarını
dolaştırıp oyalanırken birden sehpanın kenarında duran kutulara dikkat kesildi.
Kutuların sabah orada olmadığını biliyordu. Benzer görünen, sadece biri
diğerine kıyasla daha kısa duran iki kadife kutu vardı orada.
Ateş pürdikkat izlediği Esila’nın bir yerde
takılı kalan bakışlarını takip ettiğinde yaslandığı yerden hafifçe doğruldu.
Umay’ı tutmayı bırakmamış, onunla birlikte doğrulmuştu.
Üstünü değiştirmeden önce ceketinin cebinden
çıkarttığı, aşağı inerlerken Umay’ın dikkatini fazla çekmemesi için özen
gösterdiği ve başarılı olduğu iki kutunun Esila’nın göz hapsinde olduğunu
görmüştü.
Yan yana duran kutulara uzandıktan sonra
ikisini bir avucuna sığdırıp yeniden oturduğu konumda arkasına yaslandı.
Kutular bir kalem boyunda ve eni dar olacak şekilde lacivert kadife bir
görünüme sahiplerdi.
Esila böyle bir kutunun içinden ne çıkacağını
az çok kestirebilse de Umay kesinlikle merak doluydu ve kutuları fark ettiği
gibi de tüm mayışıklığını üstünden atmıştı.
“Bu ney?” diye mırıldanarak yerinde
kıpırdanmış, babasının kendisine sarılı olmayan elindeki kutulara temkinli bir
şekilde parmağını uzatmıştı. “Dokunabiliyim mi?”
“Dokunabilirsin,” dedi Ateş. “İstediğin gibi
dokun.”
Diğerine kıyasla daha kısa görünen kutuyu
Umay’a yakınlaştırdı. “Bu senin, bebeğim.”
Umay gözlerini kırpıştırarak başını geriye
atmış ve babasına bakmaya çalışmıştı hemen. “Benim?”
“Evet, babam. Senin.”
Umay bunun açılabilir olduğundan bihaber halde
kadife kutuyu iki eliyle kavrayıp göğsüne bastırdı. Kendisine ait olanın
yalnızca bu kutu olduğunu düşünmesine rağmen dünyalar önüne serilmiş gibi
gülümsemişti.
“Şeşekküy edeyim.”
Ateş diğer kutuyu koltukta Esila ile arasında
kalan -varlığına lanetler ettiği- boşluğa bıraktıktan sonra tamamen Umay’a
odaklandı. Gözleri parıldayan, eşsiz irisleri kendisine hevesle bakan kızını
gördüğünde dudakları buruk bir şekilde kıvrıldı. Umay’ın şakağına ve alnına
küçük öpücükler bıraktıktan sonra kucakladığı kutuyu işaret etti. “Açalım mı
kutuyu? İçindekini görmedin daha.”
Umay şaşkınca kutusuna baktı. “Açılıyoy mu?”
“Açılıyor tabii,” dedi Ateş ona yardım
edebilmek için kutuyu düz bir konuma getirip. Kutunun kapağını Umay’ın
parmaklarına zarar vermeden araladığında kutunun içindeki beyaz kumaşın üstünde
duran asıl hediye ortaya çıkmıştı.
Umay parıldayan, farklı renklerde görünen
eşyanın ne olduğunu anlayamasa da görüntüsünü yeterince hayran olunası
bulmuştu. “Ay!” diye cıvıldaması bundandı.
Ateş gülümseyerek yüzünü birkaç saniyeliğine
Umay’ın saçlarında sakladı. Bu tepkiyi her an görüp duyabilmek için her saat
başı yeni bir hediye ile eve gelebilir ve asla bıkmazdı.
Kutuda Umay’ın koluna uygun olacak uzunlukta
bir bileklik vardı. Bileklik boyunca küçücük, iyice yakından bakıldığında
görünebilecek renkli çiçekler bulunuyordu. Uzaktan bakıldığında renkli
taşlardan ibaret görünen bileklik aslında tam tur çiçeklerle kaplanmıştı.
“Beğendin mi?” diye sordu Ateş her ne kadar
Umay’ın ilk tepkisi bunu yeterince açık etse de.
“Hı hı,” diye başını salladı Umay hemen. “Ama
bu ney bilmiyoyum ki baba.”
Ateş bilekliği kutudan çıkartıp kutuyu
kapattıktan sonra kenara bıraktı. Umay’ın küçük bileklerini parmaklarıyla
okşadı. “Duygu’nun burasındakileri hatırlıyor musun?”
Umay’ın çok düşünmesine gerek yoktu. Duygu’nun
bir dolu şakırtıya sebep olan takılarını hatırlıyordu. Ne olduklarını
anlayamamıştı ama görüntülerini çok sevmişti.
“Hatıylıyoyum.”
“Bu da senin bilekliğin,” dedi Ateş elindeki
bilekliği nazik bir şekilde Umay’ın koluna takarken.
Umay, Duygu’nun bilekliklerini görüp seveli
hayli zaman geçmişti. Ateş bu kadar gecikmeden hemen o anda bir bileklik alıp
Umay’a hediye edebilirdi. Ancak bu, böyle basitçe halledilecek bir konu değildi
ona göre.
Ateş, her zerresini eşsiz bulduğu kızı için
onun kadar eşsiz bir hediye istemişti. Tasarımını kendi yaptığı, özenle işlenen
ve bir başkasının asla sahip olamayacağı benzersizlikte bir bileklik hediye
etmek istemişti.
Umay eli havada, bileği yüzüne çevrili şekilde
parıldayan bilekliğini izliyordu. En az bileklik kadar parlak halde olan
gözlerini annesine çevirdiğinde onu dudakları kıvrılmış halde izleyen Esila’yı
görmüştü.
“Bak, benim.” dedi Umay annesine bileğini
gösterirken.
“Gördüm annecim,” diye mırıldandı Esila. “Çok
yakıştı. Çok güzel oldu.”
“Çok güsel oldu.” Umay başını sallayıp
annesini onaylarken bir yandan da kıkırdıyordu. Elini sallayınca bilekliğin de
sallanması hoşuna gitmişti.
Umay bileğindeki yeniliğe dikkat kesilmişken
Esila bu anı fırsat bilerek fısıldadı. “İlk hediyesi,” dedi kendi kendine
konuşur gibi.
Ateş buna sevinmesi gerekiyormuş gibi
hissedememişti. Üç koca yıl boyunca kızının hediye nedir bilmemesini ve hiçbir
hediyeye sahip olamamasını kutlayacak değildi.
“Bazı ilklere artık telafi edemeyeceğim kadar
geç kaldım ama telafi edebileceklerim için her şeyi yapacağım.”
Esila bilekliği ile oynayan Umay’ı biraz daha
izledikten sonra bakışlarını kaldırıp Ateş’in yüzüne çevirdi. “Bu rastgele
satın alınmış bir bileklik değil, değil mi?”
Ateş başını ağırca iki yana salladı. Bu cevap
Esila’nın bilekliğin Ateş’in zihninin ürünü olduğunu anlamasına yetmişti.
“İlk hediyesi babasının ona özel tasarladığı
bir hediye oldu, bunun anlamını bilebilecek yaşa geldiğinde öncesini hiç
düşünmeyecek bile bence.”
Ateş bir şey söyleyemedi. Tek yaptığı biraz
önce aralarındaki boşluğa bıraktığı diğer kutuyu kavrayıp Esila’nın kucağına
bırakmak oldu.
“Umay bundan öncesini belki hatırlamayacak ama
sen hep hatırlayacaksın, biliyorum. Seni hayal kırıklığına uğrattığımı da
biliyorum. Bilmemeyi istediğim çok fazla şey biliyorum artık, elimden zamanı
geriye almak gelmediği için sadece bu andan sonra hata yapmama sözü
verebiliyorum sana.”
Esila kutuyu aralamak için aceleci değildi
ancak uzun süre de bekleyemedi. Ne göreceğini merak etmişti.
Kutunun içinde Umay’ın bilekliğine benzeyen
ama onunla aynı olmadığı belli olan bir kolye vardı. Çiçeklerin dizilimi
farklıydı, renkleri değişiyordu ama aslında tasarımları oldukça benzerdi. Tasarımcısı aynıydı çünkü.
“Takmak zorunda değilsin. Sadece… Bir kenarda
dursun, bir gün gelir ve yeniden biz gibi
hissedersen belki takmak istersin.”
Esila sessiz kaldı. Kutuyu kapattıktan sonra
kadife yüzeye parmağıyla hafifçe dokunup bakışlarını da parmağının çizdiği yola
çevirdi.
Umay’ın bilekliği ile ilgili sorduğu ilginç
soruları ve keyifle kolunu sallayıp çıkarttığı şıkırtılı sesler dışında
sessizlik pek bölünmedi.
Geç kavuşan çekirdek ailelerinin rutini de son
bir iki haftadır tamamen böyleydi zaten. Umay konuştuğunda herkes gülümsüyor,
Umay sessizleştiğinde ise üstlerine hep soluk bir gölge düşüyordu.
~
- Esila
Aldığım nefeslerin her an sonu gelecekmiş gibi
hissetmediğim bir evde yeniden uyanmaya başlayalı üç hafta geride kalmıştı. Üç
hafta önceki Pazar sabahı uzun zaman sonra bu dört duvar arasında uyandığım ilk
sabahtı. Şimdi üzerinden üç koca hafta geçmişti.
Her şey güllük gülistanlık mıydı peki? Hayır,
değildi.
Hiçbir yer ya da zaman geçirdiğim yıllarda
olduğu kadar kötü hissettiremezdi ama tamamıyla iyi hissediyorum da diyemezdim.
Kızıma kavuşmuştum. Kızımla birlikte, kavuşmak
için gün saydığım ve o günler yığılıp yıllara dönse de vazgeçemediğim kişilere
de kavuşmuştum. Artık yanlarındaydım. Ama tüm bunlara rağmen taşlar yerlerine
düzgünce yerleşmiş gibi değildi.
Geçen hafta istisnasız her gün görüştüğüm ve
bundan sonra da günaşırı görüşecek olduğum psikoloğuma göre aklım nerede
olduğumu kavrayamayacak kadar bulanıktı. Tanıdık bir evde ve tanıdık kişilerle
olmam bir şeye yaramıyordu çünkü yıllar boyunca aklım bambaşka bir yere alışmak
zorunda bırakılmıştı.
Ne yapmam gerektiğini sorduğumda, nasıl
iyileşeceğimi öğrenmek istediğimde ise tek bir cevap almıştım: Rutinlerine geri dönmelisin.
Kulağa zor gelmiyordu. Rutinlerime dönebilmek,
onları yeniden hayatıma kabul etmek zor olmamalıydı. Fakat gerçekler öyle
değildi.
Karşımda açık duran bilgisayar ekranı
dakikalardır bomboştu. Ateş’in çalışma odası olarak kullandığı odaya
kapandığımdan beri hiçbir şeye dokunmamış, masaüstündeki her detayı ezberlemem
gerekliymiş gibi izlemekle yetinmiştim.
Üç haftanın sonunda kendimde internet
üzerinden kendi adımı aratacak ve yokluğumda neler düşünüldüğünü görecek
cesareti topladığımı düşünmüştüm. Bu, rutine dönmenin ilk adımıydı benim için.
Döneceğim yeri hatırlamalıydım önce.
Arama motoruna adımı ve soyadımı yazıp çıkacak
olan sonuçlar bana fiziken zarar verecekmiş gibi arkama yaslandım. Ekranda
arama sonuçları sıralanmaya başlamışken ilk çıkan haberlerin Umay ile ilgili
olmasına şaşırmamıştım.
Ateş Karmen’in küçük bir kızı olduğu haberi
yayıldığında elbette haberlerin yarısı beni de anmıştı. Birbiri ardına dizilen
senaryolar, ihtimaller ve gerçekle yakından uzaktan ilgisi olmayan çarpıcı
dedikodular eşliğinde birkaç sayfada gezindiğimde bana dair genel izlenimin
tıpkı Ateş’in izlenimi gibi olduğunu öğrenmiştim.
Kaçıp gittiğim düşünülüyordu.
Kimi sayfalara göre bunun nedeni Ateş’ti, kimi
sayfalara göre ise kötü olan bendim ve her şeyi terk edip gitmiştim. Başka bir
hayatım olduğu, farklı bir ülkeye kaçtığım, suça karıştığım gibi uçuk
ihtimaller de gözüme takılmıştı.
Haberleri tek tek inceleyip her birinde bir
süre oyalanarak zamanı tükettiğimde elim artık daha aşağı gitmekten
vazgeçecekken gözüme başka bir haber takıldı. ‘Karmen’in ışığı mı sönüyor?’ başlıklı bir haberdi.
İki sene önce paylaşılmıştı. Rastgele bir
haber sayfasına aitti.
İçeriği uzun değildi. Birkaç cümleden ibaret
bir haberdi.
Esila
Yıldırım’ın marka yüzü olmasıyla birlikte hızlı bir yükseliş yaşayan marka aynı
hızla ün kaybediyor. Ünlü mankenin hiçbir açıklama olmaksızın ortadan
kayboluşunun üzerinden zaman geçti ancak markanın yeni bir işbirliği yok. Ateş
Karmen’in konuyla ilgili açıklama yapmaması da markanın sarsılmakta olduğunu
gösteriyor.
İstemsizce çattığım kaşlarım ve ekrana
yakınlaştırdığım yüzüm ile haberin sonuna geldiğimde aceleyle tekrar arama
kısmına dönmüş ve bu kez adımı değil, Karmen’i sorgulamıştım. Markaya dair son
yıllarda yaşanan her şeyi görmek için hızla tarama yapmaya başladığımda
gördüklerim ile dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.
Markanın son defilesini arattığımda bu kış
sezonunun defilesini bulmalıydım. Ateş’in sezon sezon ilerlettiği
koleksiyonları ve aksatmadığı defileleri devam etmiş olmalıydı. Karmen’in son
defilesi nasıl benim podyumda bulunduğum son defile olabilirdi?
Üç yıldan uzun süredir tek bir defile bile
yapılmamıştı. Bir ay kadar önceye planlanan bir defile var olduğu ama onun da
iptal edildiği yazıyordu ekranda. İptal sebebini anlayabilmek için çabaladığımda
önüme yine dedikodulardan ibaret haberler düşmüştü.
Göz gezdirdiğim haberler arasında kaybolurken
üst üste gördüğüm bir isim dikkatimi çekmişti. Jülide Altun.
Eğer haberlerin neredeyse hepsi bir yalanı
yazmadılarsa, iptal olan defileye baş manken olarak çıkacak kişi oydu. Yıllar
sonra Karmen’in yapacağı ve gördüğüm kadarıyla marka ismini toparlamaya
çalışacağı defilenin ışığı o olacaktı.
Hafızamı zorlasam da bu isim tanıdık
gelmemişti. Ben varken ünü var olan bir isim olmadığından emindim. Son birkaç
yılda parlayan biri olmalıydı.
Yeni bir sayfa açıp bu kez bu ismi yazdım.
Merak etmiştim. Nasıl göründüğünü, eğer iptal edilmeseydi podyumda nasıl
görüneceğini merak etmiştim.
İsmini arattığım anda önüme düşen
fotoğraflarda göz gezdirmem mümkün olmamıştı. İlk fotoğrafa bakmam ve
donakalmam peş peşeydi çünkü.
Parmaklarımla sıkıca masaya tutunup sandalyeyi
apar topar geriye iterken yerimden kalktığım sırada yalpaladım. Düşecek gibi
olmuş ancak umursamamıştım. Umursayamayacak kadar paniktim.
Odanın kapısını titreyen ellerimle açıp
koridora fırladığımda nereye gitmem gerektiğini dahi şaşırmış haldeydim.
Merdivenleri inerken uyuşmuş gibi hissediyordum.
Aşağıya indiğimde beni bu halde görmesini
istemediğim Umay’ın Sinan ile birlikte halen dışarıda olmasını dileyerek salona
adımladım. İçeride Doğan ve Ateş’i gördüğüm için dileğimin yerine geldiğini
anlamıştım.
Beni ilk gören Doğan oldu. Kapıya dönük
oturuyordu. Titrediğimi ve yüz ifademi algıladığında kaşları çatılarak
doğruldu. “Esila?” dediğinde Ateş de aniden kapıya dönmüştü. Beni doğru düzgün
incelemeye gerek duymadan hızla ayaklandı.
“İyi misin?” derken çoktan yanımda bitmişti.
Yüzümü avuçları arasına aldı. Gözlerimin içine bakarken elleri birden buz
kesmişti.
“Jülide Altun kim?” dedim zar zor fısıldayıp.
Sorumla hem Ateş’i hem Doğan’ı germiştim,
hissediyordum.
“Nereden çıktı bu isim şimdi?”
“Kim?” diye tekrarladım bastıra bastıra. Ateş
başparmakları ile yanaklarımı okşarken benim ayakta titrediğimi fark ederek en
yakınımızdaki koltuğa oturmamıza öncülük etti. Birbirimize dönük halde oturup
kaldığımızda tekrar sormama gerek kalmadan Doğan konuştu.
“Yeni yıldızı parlayan bir model, aniden ünlendi.
Ateş Bey ikna olmamakta diretse de markanın tamamen batmaması için bu tarz bir
isme ihtiyacımız vardı.”
Başımı itiraz eder gibi iki yana salladım,
yani sallamayı denedim aslında. Ateş’in sıkıca yüzümü kavrayan avuçları
arasında zar zor hareket edebilmiştim.
“Ayça
o!” dedim yakınarak. “O eve gelip giden, Kerem’in etrafında gördüğüm tek
insandı.”
Ateş’in elleri yüzümden kayarak düştü.
İkimizin arasında kalan elleri hareketsizdi. “Ne?” diyebildi sessizce.
“Fotoğraflarını gördüm,” dedim nefesim
kesilmiş bir halde. “İsmini arattığımda fotoğraflarını gördüm, tanıdım.
Ayça’ydı adı. Sık sık gelip gitti oraya. Belki yüz kez yardım dilendim ondan,
belki bin kez beni olmasa da en azından Umay’ı kurtarmasını ve sana ulaşmasını
istedim ama yapmadı!”
Yalvarmıştım ona.
Kerem benim yalvarmamla sadece daha çok
öfkeleniyordu ve beni dinlediği de yoktu ama Ayça’nın bir şekilde acıyıp bana
yardım edeceğini ummuştum. Etmemişti. Tek vasfı ben Kerem tarafından evden
uzaklaşmaya ve başka bir yere götürülmeye sürüklendiğimde Umay ile kalmaktı.
Kerem ile nasıl bir bağlantısı olduğunu da bilmiyordum.
Ateş bir elini boynuna atıp orayı ovmaya
başladı. Gerildiğinde boynundaki kronik ağrıları baş gösterirdi, yine öyle
olmuştu belli ki.
“Bul şu kadını Doğan,” diyerek ona doğru baktı
Ateş. “O herifin nerede olduğunu biliyor olmalı. Bilmiyorsa da öğrenecek.”
“O adamla bağlantısı varsa Esila’nın şu an
bizimle olduğunu da biliyordur. Ortadan kaybolmuş olabilir.”
“Cehennemin dibine de kaybolsa ikisini de
bulacağız, Doğan. İster kolay yollarla ister en zor yolla. İstediğin yoldan
başlayabilirsin.”
Doğan başka bir şey söylemeden ayaklandığında
onun sessizce salondan çıkmasını izlemiş ve salonda yalnız kaldığımızda usulca
başımı Ateş’e çevirmiştim.
Bir eli ensesinden boynuna doğru sertçe
bastırmakla meşguldü, diğeri ise dizinin üstünde serbestçe duruyordu.
Kendi ellerimi kucağımda birbirlerine yaslayıp
birleştirmişken parmak uçlarım karıncalanmaya başlamıştı.
“Ateş,” diye kısıkça mırıldanırken ona ne
söylemeye niyetlendiğimden haberim yoktu. Sadece seslenmek ve donuklaşan
bakışlarının odağı olup bakışlarında bir kırılma yaratabilmek istemiştim.
“Söyle bebeğim,” deyişi refleks gibiydi.
Birkaç yıl önceki halime sorulsa kimseyle paylaşmayacağıma dair yeminler
edebileceğim seslenişi şimdilerde büyük bir hevesle kızım ile paylaşıyordum.
Ateş ona ‘bebeğim’ dedikçe bana böyle seslendiği anlardan daha heyecanlı bir
hale bürünüyordum hatta.
İkimizden bir parçayı her şeyiymiş gibi
sahiplenmesi ve o parçaya tıpkı benim gibi içinin gitmesi hayallerimin çok büyük
bir kısmını kaplıyordu. Hayallerin gerçeğe dönüşü çoğu masalda bizimki kadar
trajik değildi belki ama bir şekilde başarmıştık.
“İşime dönmeliyim,” dediğimde iki kelimeden
ibaret cümlemle Ateş’i donakalmaya itmiştim.
Dudakları şaşkınlıkla biraz aralı kaldığında
bakışları dikkatle benim yüzümde geziniyordu. “Onları ben bu evde saklı
dururken bulamayız ama göz önünde olursam…”
Göz önünde olursam tıpkı daha önce olduğu gibi
Kerem bir şekilde beni izleyecekti, emindim. An kollamaya başlayacaktı,
istemese de hata yapacaktı. Bu kez varlığından haberdardım. Yıllar önceki her
şeyden habersiz kadın değildim. Hem kendimi gösterip hem de kendimi
koruyabilirdim.
Ateş itiraz eder gibi başını salladığında
dudaklarını aralamasına izin vermeden parmaklarımı dudaklarının üstüne
bastırdım. “Kapana kısılmışlık hissini yeterince yaşadım, o evden kaçtığım
halde aynı hisle sarılı kalmak istemiyorum. Bu ev de bana hapishane gibi
hissettirsin istemiyorum, Ateş.”
Hem rutinime dönmek hem de Kerem’i saklandığı
delikten çıkmaya teşvik etmek aynı hamleyle gerçekleşebilirdi. Bu kadar erken
atmam gereken bir adım olup olmadığından emin değildim ama yeniden doğuşumun
üçüncü haftasında bu riski almaya karar vermiştim.
Ateş konuşmak için ısrarcı olmak yerine
dudaklarında duran parmaklarımı incitmekten korkar gibi usulca öptüğünde baştan
ayağa titremiştim. “Ne istersen o,” diye fısıldadı güçlü bir şekilde. “Sana
karşı çıkmayacağım, sadece seni her şeyim pahasına koruyacağım. Koruyamadığım
zamanların telafisi olsun diye değil, bir kez daha zarar görmeni
engelleyemezsem ben de yaşayamam diye Esila.”
Gözlerimi sıkıca kapattım. Sesi zihnimde peş
peşe yankılanıp aynı cümleleri tekrar tekrar duymama neden olurken kalbim göğüs
kafesimi delip dışarı çıkacak gibi çırpınıyordu.
Kulağıma ritimsiz ve hızlı adım sesleri dolana
dek gözlerimi geri açmadım. Ateş de hareketsizce durmayı sürdürdü.
İçeriye dolan seslerin kaynağı, evin en yoğun
ses kaynağıydı. Umay’dı.
Umay’ın sessiz kalmak zorunda olmasına,
Kerem’in gözüne batmaması için onu hep durgun olmaya alıştırmama kızgın ve
kırgındım. Buraya geldikten sonra onun özgürleşen halini görmek bana bazı
kâbustan farksız anıları unutturmaya başlamıştı.
Umay sesini yükseltiyor, istemediği şeylere
itiraz ediyor ve nadiren de olsa şımarmaya başlıyordu. Sinan ile bağrışıyor,
Doğan tadını sevmediği bir şey yemesini söylerse kaçmaya çalışıyor ve Ateş’in
karşısındayken nazlı bir bebeğe dönüşüyordu.
Yeni bir Umay ile tanışıyor olmaya ve o
Umay’ın sağlıklı bir bebek olarak büyüyor olmasına minnettardım. Er ya da geç
olması tamamen önemsiz değildi ama en azından bunca yıllık umudun sonu
karanlığa çıkmamıştı. Buna tutunabilmek zorundaydım.
Umay salona girer girmez adımlarını
hızlandırmıştı. Ona doğru bakmıyor olsam da adım seslerinden bunu
anlayabilmiştim.
“Heykes buydaymış,” diyerek bize doğru
koşturdu. “Ben niden geymedim?”
Kendi dilinde ‘beni neden çağırmadınız’ diye
soruyor olmasına titrek bir nefes alarak gülümsedim.
Umay yanımıza vardığında bana değil babasına tutundu ve kucaklanmayı bekledi. Kalbimde en
ufak bir kıskançlık bile filizlenmedi. Umay’ın ben tam yanında beklesem de babasına
tutunabiliyor olması öyle büyük bir nimetti ki beni yok saysa bile gıkım
çıkmaz, sessizce onları izlerdim.
Ateş az önce ağrıyla boynunu tutan bir
başkasıymış gibi hiç duraksamadan Umay’ı sıkıca kavrayıp kucakladıktan sonra
kendisine doğru yasladı. Umay artık alışkın olduğu yerde, Ateş’in göğsünde yer
edindikten sonra babasının omuzuna yaslanmış halde bakışlarını benim üzerime
çevirdi. “Ben şişekleye bakıyoydum ama… Ama siz beni bekyemedinis.”
Kaşlarım anlamazlıkla büküldü. “Ne için beklemedik?”
“Biylikte sayılmak için.”
“Sarılmıyorduk sensiz bebeğim,” dedim yanağını
nazik bir şekilde okşarken. “Oturuyorduk burada sadece.”
Ateş, Umay’ı sırtından sarmaya devam ederek koltukta
yavaşça geriye doğru kaydı. Sırtı koltuğa yaslı olacak şekilde oturur hale
geldiğinde ben de bedenimi tamamen onlara çevirmiş, yan oturmaktaydım.
“O zaman şimdi sayılalım.”
Omuzlarım onu duyduğum anda düşerken bana zıt
şekilde Ateş’in kasıldığını fark etmiştim.
“Babana sarılman bittiğinde benimle de
sarılabilirsin annecim. Buradayım.”
Umay yüzünü Ateş’in omuzundan kaldırıp avuçlarını
onun göğsüne yaslayarak doğruldu. Ateş’in bana yakın olan bacağını koltuk
bellediği için biraz kıpırdasa bana değecek kadar yakınımdaydı. “Biylikte
sayılmak anne,” dedi beni aydınlatmak ister gibi. “Anlamıyoysun mu?”
Ben dudaklarımı yeniden aralayamadan Umay
başını tam karşısına, onu sessizce izlemekte olan babasına çevirdi. “Sen
anladın mı baba? Biylikte olunca heykes oluy, öyye demiştin.”
‘Birlikte’ sözcüğü Umay’ın kelime haznesine
Ateş ile birlikte katılmıştı anlaşılan.
“Öyle demiştim, kızım.” dedi Ateş sakince.
Umay’ın sarı buklelerini alnından geriye doğru tarayıp parmaklarına dolarken
dikkatle gözlerini süzüyordu. Umay’ın gözleri beni kendisine yıllardır hayran
bırakmaktaydı ve Ateş’i çok iyi bilen yanım onun da Umay’ın gözlerindeki
renklerden etkilendiğini fısıldıyordu.
Ateş çizdiklerinde de, aklına düşen parçalarda
da eşi benzeri olmayan ama birlikte mükemmel görünen birleşimler arardı. Umay’ın
gözleri onun kaleminden çıkmış gibi uyumsuz bir uyuma sahipti ve Ateş’in buna
eridiğini çok iyi biliyordum. Duymam gerekmiyordu.
“Anneme de söyleyebiliysin mi o zaman?”
Ateş kaçamak bir bakışla yüzüme döndüğünde
tepkisizdim. Tepkisizliğim ona ne anlattı bilmiyorum ama Ateş, Umay’ı diğer bacağına
doğru çekip benden uzak olan omuzuna ve göğsünün o yanına doğru yasladığında
bana yakın olan koca bir alan boşa çıkmıştı.
Bu bir davetti.
Sesli olarak sormamıştı. Hayır dersem Umay’ın
gözünde buna engel olan taraf benmişim gibi görünecekti. Bunun yerine sadece
bir yer açmış ve ne yapacağımın kararını bana bırakmıştı. Olur da kıpırdamazsam
Umay’a bir beyaz yalan uyduracağından ya da konuyu değiştireceğinden her nedense emindim.
Sesini bu sıralar zihnimde çok duyduğum
psikoloğumun ısrarı yine aklımda yankılandı. Kontrol etmeden, kendin olarak hareket etmeyi dene. Özgür olduğunu
kendine böyle hatırlatmalısın.
Yükümün tamamını bıraksam paramparça olacakmış
gibi hissettiğim omuza ağır ağır yaklaşıp yanağımı yaslarken korkuyla doluydum.
Korkum bunun kötü sonuçlanacağına dair değildi, korkum bir daha buradan
ayrılmak istememe ihtimalimeydi.
Bana dönük olacak şekilde Ateş’in diğer
omuzuna yanağı yaslı duran Umay ile aramızda bir ayna varmış gibi birbirimizi
taklit ediyorduk. Kolumu uzatıp Umay’ın sırtına doladığımda dudakları tatlı bir
keyifle kıvrıldı. İstediğine kavuşmuştu.
Üç gündür bileğinde olan, babasının bileğine
taktığı günden beri hiçbir koşulda çıkartmamıza izin vermediği bilekliğin
takılı olduğu elini kaldırıp bana tutunduğunda küçük bir şıkırtı çıkartmıştı.
İnce bileğinde sallanan taşları gördüğümde onun gibi ben de dudaklarımı
kıvırdım.
Ateş’in nefes bile almamaya çalıştığını,
hareketsiz kalmak için kendisini sıktığını hissediyordum. Bu sanırım hareket
ederse bu anın birden toz olup uçacağını düşünmesindendi. Onu anlıyordum, keza
ben de gözümü kapatıp açsam kendimi bir başka anın içinde bulacakmışım gibi
endişe duyuyordum.
Ateş, Umay’ın saçlarının üstüne sesi kulağıma
dolacak kadar derin bir öpücük bıraktığında Umay kısıkça kıkırdadı. Yanaklarına
tırmanmaya başlayan kızarıklık, öpücüğün etkisiydi.
Gözlerim bir an üstüme ağır gelen huzurla
kısıldığında derin bir nefes aldım. Nefesi aynı şekilde geri bırakacakken az
önce Umay’ın saçlarına karışan dudakların benim başımın üstüne dokunmasıyla
birlikte donmuştum.
Umay’a giden öpücük kadar derin değildi ancak
saçlarımın üzerinde Ateş’in dudaklarının baskısını hissetmedim diyemezdim. Usulca
saç tellerime dokunan, alacağı son nefesmiş gibi oradan soluklanan dudaklarını
elbette hissetmiştim.
Yanağımı omuzundan çekmedim. Hiçbir tepki
vermeden, yıllarca bu öpücüğe hasret yaşamamışım gibi öylece durdum.
Dakikalar boyunca da durmaya devam ettim.
Önce Umay uykuya yenik düşmüştü. Sonraki
yenilgi ise Ateş’e aitti. Geceleri pek uyuyamadığını, sabah da Umay uyandığında
çoğunlukla uyanıyor olduğunu bildiğim için böyle bir anda uyuyakalmasına
şaşırmamıştım.
İkisinin düzenli nefesleri birbirine karışıp
kulağıma doluyorken bir an bile sıkılmadım. Kıpırdamaya gerek duymadım. Biraz daha
sonra ise artık kalkmam gerektiğini düşünmüş ve Ateş’in irkilmesine izin
vermeyecek şekilde doğrulmuştum.
Ağır çekimde kalkışım son bulduğunda ikisi de
uykularına hiç ara vermeden devam ediyorlardı. Koltuğun diğer ucunda duran, ben
geri geldikten birkaç gün sonra ortaya çıkan ince peluş örtüye uzandım.
Koltukta uzandığımda, burada uyukladığımda
üşüyen tek isim bendim. Bu örtü de benim salonda tuttuğum örtüydü. İlk geldiğim
günlerde yokluğunu fark edemeyecek kadar dalgındım. Örtü yeniden ortaya
çıktığında eksikliği anca gözüme çarpabilmişti.
Ev ben farkına bile varmadan yeniden benim
dokunuşlarımla kaplıymış gibi bir hal alıyordu ve belki de beni şimdilik
avutabilecek tek şey buydu.
Dudakları öne büzülmüş halde Ateş’in omuzunda
uyuyan Umay’ı ve onu sıkıca sarmış halde başı koltuğun arka kısmındayken uyuyan
Ateş’i kaplayacak şekilde örtüyü üzerlerine bıraktıktan sonra birkaç saniye
ayakta kalıp onları izlemiş, en sonunda da sessiz adımlarla salondan dışarı
çıkmıştım.
Salonun yüksek ve geniş kanatlı kapısını aynı
sessizlikte kapatıp dışarıdaki seslere maruz kalmalarına engel olduktan sonra mutfağa
ilerledim.
Evdeki yardımcılar Pazar günleri işlerini
genellikle erkenden bitirip akşama kalmadan çıkıyorlardı. Bugün de öyle olduğu
için mutfağa girdiğimde yalnız olacağımı düşünmüştüm.
Mutfağın diğer ucundaki masada, kolu masaya ve
yüzü de eline yaslı şekilde oturan bir Sinan bulmayı beklediğim söylenemezdi.
İçeri girdiğimi hissettiğinde avucuna gömülü
duran başını kaldırdı. Bakışlarımız kesiştiğinde başımı hafifçe selam verir gibi
kıpırdatmaktan başka bir şey yapmadım. Ardından buraya geliş nedenime, içmeye
karar verdiğim bitki çayının yapımına odaklanmıştım.
Kimseyi cezalandırma niyetim yoktu ama içimden
gelenler onlar açısından bakılınca sanırım ceza gibi görünüyorlardı.
Çayım hazır olduğunda seçtiğim büyük fincanı
kulpundan kavramış, diğer elimle de destek olarak tutuşumu sağlamlaştırmıştım. Kapıya
doğru dönecek gibi olduğumda kulağıma Sinan’ın sesi doldu.
“Burada içemez misin?”
Adımlarımın duraklamasına ve olduğum yerde
kalmama neden olan sesine karşı birkaç saniye sessiz kaldım.
“Görmeye bile tahammül edemiyorum dersen de
hak veririm sana ama iyi biri değilim ve senin iyi biri oluşundan faydalanıp
kendimi acındırmaktan çekinmiyorum.”
Omuzlarımı düşürdüm. “Acınacak halde olan sen
misin? Bana pek öyle gelmiyor, Sinan.”
Böyle bir şey söylememi beklemediği anlık
olarak kasılan yüzünden belli olmuştu.
Rutinlerine
geri dönmelisin repliği aklımda yine dönmeye
başladığında adımlarımı Sinan’ın oturduğu masaya yönelttim.
Elimdeki bardağı masaya bıraktıktan sonra tam
karşısında duran sandalyeyi çekip usulca yerleştim. “Çayımı burada içebilirim.
Peki sen bunun hiçbir şeyi düzeltmeyeceğini kabullenebilir misin?”
Sinan’ı lal eden bu sorumdu. Onu susturmak, bu
evdeki herhangi birini susturmaya kıyasla en zor olandı fakat elimdeki garip
güç herkesi bastırmaya yetiyor, hepsini sessizliğe gömebiliyordu.
Güç, kırgınlığımdı. Onların pişmanlıklarıyla
besleniyor ve akıl almayacak kadar büyüyordu.
Sinan sertçe yutkundu. Konuşmayacağından emin
olduğum için ben dudaklarımı araladım yine. “Eğer… Eğer araya yıllar girmeseydi
ve karşında oturan o zamanki Esila olsaydı, şu an ona ne anlatıyor olurdun?”
Bu hileli bir soruydu. Neden sorduğumu
anlayabilmeliydi. Bunu anlayamayacağı kadar uzaksak bir daha eskisi kadar yakın
olmamız da mümkün değildi, biliyordum.
Dudaklarını birbirine bastırdı. Gözlerini birkaç
kez kapatıp açtı ve en sonunda dilinden bir şeyler dökülmeye başladı.
Sinan’dan isteğim, az önceki sorumla
kastettiğim aramızdaki sır dolu ilişkiye geri dönmekti. Onun bana Ateş’ten
sırlar taşımasına, Ateş’in benden sakladığı yaraların sesi olmasına alışkındım.
Aynısını Ateş’e de yaptığından, beni de ona anlatıyor olduğundan haberdardım.
Ateş de aynı şekilde kendi sırlarının bana sızdığını bilirdi. Bu, Sinan
elçiliğinde devam eden karşılıklı bir haber ağıydı.
“Babasını aradı. O eve girebilmemiz için,” diye
mırıldandığında parmaklarımın ucuyla dokunuyor olduğum çay fincanını devirecek
gibi olmuş, buz kesmiştim.
O eve
girebilmemiz için… Kuruduklarını hissettiğim
dudaklarımı zar zor araladım. “Benim için..?” diye fısıldadım.
Gözlerini onaylar gibi yavaşça kapatıp açtı.
Ateş Karmen’e yaptıramayacağınız birçok şey
vardı. İstemediği hiçbir şeye zorlanamazdı. İsteyen taraf ben olduğumda ise
işler tersine dönerdi. Erdem beni bu nedenle büyücü ilan etmişti hatta.
Ne istersem olurdu. İstediklerim Ateş’in her
türlü sınırını işgal edebilirdi ve asla bu bir sorun haline gelmezdi.
Tek bir
istisna vardı. O istisnayı Ateş’e babasıyla bir kez olsun
konuşsa içinden yük kalkabileceğini dile getirdiğimde öğrenmiştim. Ateş’ten her
şeyi isteyebilirdim ama babasıyla konuşmasını isteyemezdim. Onu aramaya mecbur
kalamazdı, ona ulaşmaya çalışmazdı.
Yalvarsam dahi beni bile dinlemeyeceği konuda benim
için gözü kapalı hareket edip öylece babasını aramıştı.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder