Düşten Farksız 27.Bölüm
27.BÖLÜM
“Uyudu
mu?”
Islak
saçlarını elindeki havluyla kurulamaya çalıştığı sırada salona adımlayan Özgür,
gözüne takılan görüntü yüzünden kısık sesle konuşmuştu.
“Uyudu.
Direnmeye çalıştı aslında ama on günlük duş aldın herhalde, direnemedi uykuya.”
Timur
televizyonun karşısındaki geniş koltukta, uca yakın kısımda oturuyordu. Başı
babasının omuzunda, bacakları da koltuğun diğer tarafında kalacak şekilde
uzanan Despina ise kısa süre önce daldığı uykusunda rüyalar alemine kucak
açmıştı.
“Uyandıralım,
bana bir şeyler anlatacaktı. Meraktan uyuyamam.” Özgür çaprazlarında kalan
koltuğa otururken konuşmuştu. Timur boş bakışlar atmakla yetindi.
“Geç
gelip, gelir gelmez de banyoya atmasaydın kendini o zaman.”
Despina,
babasıyla birlikte gittiği spor salonunda yaşananları Özgür’e anlatmak için
hevesli bir halde akşamı ve aslında geceyi de bekleyerek geçirmişti. Mayıs ile
birlikte olduğunu düşündüğünden babasının ‘arayalım da gelsin’ tekliflerine
karşı çıkmış ve sabretmişti.
Özgür
eve geldiğinde saat on biri çoktan geçmişti, kapı çalmadan önceki son yarım
saati Despina uyuyarak geçirmişti. Uyuduğunun farkında olmasa da dakikalarca
koltukta sızmış haldeydi. Özgür geldiğinde uyanmıştı ancak bu sefer de duşa
gireceğim diyerek banyoya kaçınca yine beklemesi gerekmişti. Uykudan zor
ayıldığı için bu kısa bekleyiş uykuya yeniden çekilmesine yol açmıştı.
“Temiz
temiz dinleyecektim abi.”
Timur
Özgür’ün saçmalamasını dinliyorken sadece kulaklarını ona ayırmıştı. Kolları
omuzundaki bedene sarılı, burnu saçlarına yaslı ve bakışları da olabildiği
kadar yüzündeyken duyularını adil olarak bölüştürdüğü söylenemezdi.
“Boş
boş konuşma, yarın dinlersin. Zaten önemli bir şey olmadı.” dedi Timur
geçiştirir gibi. Saatlerdir kızının masum masum beklemesi hoşuna gitmemişti
Uyurken intikamını az da olsa alabilirdi şimdi. “Pars, Doruk’un burnunu kırdı
dersi ona bıraktığım sırada. Onu anlatacaktı herhalde.”
Özgür
gözlerini iri iri açmış, hareketsizce Timur’a bakıyordu. Duyduklarını içinden
tekrarlayıp acaba yanlış mı anladım diye kendini sorgularken bir süre sessiz
kalmıştı.
Timur,
Özgür’ü getirdiği halden memnun olsa da az önce andığı olayı yeniden zihninde
canlandırmaktan rahatsızdı. Kulakları Pars tarafından kapanan Despina duymamış
olsa da, kendisi duymuştu Doruk’un söylediklerini. Pars hafifleterek, ayrıntıya
girmeden söylemişti ancak bu bile Timur’un delirmesi için yetmiş hatta
artmıştı.
‘Arkadaşına
Despina yanında olsa ona neler yapabileceğini anlatıyordu, sikik düşüncelerini
açık açık anlatıyordu. Alkış mı tutsaydım abi?’
Pars’ın
söylediklerinin ardından onu ve kızını dışarıya yollamış, Doruk’un Pars
tarafından kırılmanın eşiğine getirilmiş burnuna eşlik etmesi için yeni
kırıkları olmasına yardımcı olmuştu.
Bir
noktada aslında karşısında Doruk’u değil, Nikolos’u görüyormuş gibi hınçla
dolduğundan sakinleşmesi fazlasıyla uzun sürmüştü. Doruk’un iğrençliği sözde
kalmıştı, herhangi bir hamle ile kızına yaklaşabilmesi mümkün değildi.
Etrafında kendisiyle başlayan ve sonu gelmeyen etten bir duvar örülüydü artık.
Ama diğer konu için aynı şeyi söylemek mümkün değildi.
Timur’un
geç kalmış hissedişi bu konuyu öğrenmesiyle başlamamıştı, ancak bu konuyu
öğrenişinden sonra bin kat artmış ve boğuculaşmıştı.
“Ne
yaptı, ne yaptı?”
Özgür
kontrolsüzce sesini yükselttiğinde Despina irkilerek gözlerini araladı. Onun
hareketlenmesiyle birlikte Timur’un da odağı değişmiş, düzgünce doğrulabilmesi
için kızına yardım etmeye girişmişti.
“N’oluyor?”
diye şaşkınca mırıldanırken bakışları önce babasına ardından da sesin kaynağı
olan Özgür’e çevrilmişti.
“Bir
şey olmuyor bebeğim, Özgür sesini kısmayı unuttu sadece.”
“Ya
bi’ susun. Konumuz benim sesim mi şu an, ne demek Pars Doruk’un burnunu kırdı?
Anlatsanıza doğru düzgün!”
Özgür
söylenmeye başlarken Despina kaşları çatık halde babasına döndü. “Ben
anlatacaktım!” diye sızlandığında Timur yanağının içini ısırarak gülüşünü
bastırmıştı. Böyle anlarda, Despina karşısında yaşının yarısınından da küçük
hale gelip bir şeyler söylediğinde ya da yaptığında içi içine sığmıyor; hisleri
taşıyordu.
“Sadece
bu kadarını anlattım, ayrıntıları sen anlatabilirsin yavrum.”
Timur
kendini savunurken Despina ona olabildiğince ters bakışlar atarak yerinde
doğruldu. “Ayrıntıları ben de bilmiyorum ki, Pars koca elleriyle kulaklarımı
tıkadı hemen.”
“Alo?”
diye bağırarak baba-kız arasındaki diyaloğu kesen Özgür sabrının sınırlarını çoktan
aşmıştı. “Ben içimden mi konuşuyorum? Pars’ı mı arayayım, ne yapayım?”
“Niye
alo diyorsun?” dedi şaşkınlıkla Despina. “Telefonla konuşmuyoruz ki.”
Timur’un
kahkahası, Despina’nın şaşkın suratını gördüğü anda salonda yankılanırken Özgür
cidden dayanamayıp ayaklandı.
“Ben
Pars’ı arıyorum, şunu yaptırdınız ya bana… Ne diyeyim yani…”
Özgür
odasında bıraktığı telefonuna doğru ilerlerken on saniye bile geçmeden Despina
yerinden yavaşça doğruldu. “Ben de şeye gideyim bi’.”
“Neye?”
Kızının
amacını çözmesi hiç vaktini almamıştı Timur’un. Ancak anlamazlıktan gelerek
biraz daha kıvranmasını sağlama güdüsüyle savaşamıyordu.
“Şeye
işte, içeriye doğru.”
“Mutfağa
mı?”
Despina
sihirli sözcüğü duymuş gibi hızlı hızlı başını salladı. “Evet!” derken sesi
birden yükselmişti. Timur, iki çocuğunun da ses kontrolü konusunda büyük
eksiklikleri olduğunu bu gece daha iyi kavramıştı. Biri tiz biri pes olsa da
her ikisinin de ortak ses problemleri vardı.
Despina
arkasından bakan babasının mutfağa değil Özgür’ün odasına doğru koşturduğunu
görebileceğini hesaba katmadan ‘Ahu’ olmanın hakkını vererek ceylan gibi seke
seke salondan ayrıldığında Timur arkasından homurdanmakla yetinmişti.
“Bir
şeyler anlıyor olmam anladıklarımı sakince kabulleneceğim anlamına gelmiyor
sonuçta.” diyerek kendisini kandırırken huysuz bir çocuk gibi surat astığının
farkında bile değildi.
~
O
mektupta bir ay boyunca evimde bir hayalet gibi yaşaman gerektiği mi
yazıyordu?..
Babamın bu soruyu bana soruşunun üzerinden
tam bir ay geçmişti. Evine birkaç gün gecikmeli gelmiş olduğumdan bu dört duvar
arasında geçirdiğim bir ay henüz dolmuş değildi ancak onun karşısına geçip
‘kızı’ olduğumu söyleyeli tam bir ay oluyordu.
Bu bir ayın hem bir gün kadar hızlı hem de
bir yıl gibi uzun hissettirmesi nasıl mümkün olabiliyordu bilmiyordum. Belki
yaşanan olayların hızına kapılıp süreyi olduğundan kısaymış gibi görüyordum,
öte yandan da yaşananların yoğunluğu bu sürenin bir aydan çok daha fazla
olduğunun altını çiziyordu algımda.
“Ben senin şeker kemirmeni mi bekliyorum
iki saattir içeride, hani kahvem?”
Bir ayda her şey değişmiş, bir Özgür
değişmemişti.
Aynen,
sadece karşılaştığımızda hırsız sanıp bağırdığımız adama abi diyoruz Despoşum;
her şey aynı…
İç sesimi görmezden gelerek başında
beklediğim cezveden gözlerimi ayırmadan sesimi yükselttim. “Daha olmadı kahve,
ne yapayım soğuk mu getireyim?”
Ben bu evde barista mıydım? Sabah akşam ya
babama ya Özgür’e kahve yaparken buluyordum kendimi. Gerçi hiçbir şikayetim de
yoktu aslında. Benim yaptığım herhangi bir şeyi içmeleri ya da yemeleri daha
önce tatmadığım hoş bir keyifle sarmalanmama sebep oluyordu.
İlk homurdanmasını salondan buraya
bağırarak yapmış olsa da, ben kendi cümlemi bitiremeden Özgür mutfağın
kapısında belirmişti. “Aç ağzını, şeker yoksa ağzında atacağım kendimi
balkondan. Yiyorsun biliyorum.”
Kıkırdadım. Ağzımdaki kahveli şekeri
dilimin ucunda dengede kalacak şekilde ona gösterdiğimde kendini tutamayıp o da
gülmüştü.
“Balkondan atlama lütfen,” dedim hüzünle.
Abartılı hüzün oyunum keyfini yerine
getirmişti. Yanıma yaklaşıp yanağımdan sertçe öptü. “Abisine kıyamıyor muymuş
benim çığırtkanım?”
“İki fincan kahve yapıyorum, biri boşa
gider diye…”
Yüzündeki ifade dondu. Kaşları çatılırken
dudaklarımı birbirine bastırıp kenarlarından yükselen cezvedeki kahveyi fincanlara
paylaştırdım.
“Öpücüğümü geri ver, hak etmiyorsun.”
Ciddi bir biçimde istediği şeye gözlerimi
kırpıştırarak baktım. “Tamam,” dedim sessizce.
Parmak ucumda hafifçe yükselip yanağımı
dudaklarına doğru yapıştırdım ve geri çektim. “Oldu mu?”
“Neresi oldu? Tekrar öptürdün kendini,
sinsi.”
“Sinsi ne demek biliyorum!” dedim ters
ters. “Sensin o.”
“Çok korktum güzelim, bilmiyorsun diye
söylemiştim ben de. Affet beni o zaman.”
Beni ciddiye almamasına oflayarak kendi
fincanımı alıp kapıya yöneldim. “Peşimden gelme, balkonda tek içeceğim ben
kahvemi.”
Arkamdan geldiğini adım seslerinden duysam
da umursamadım. “Hadi ya, niye? Babanın balkonu mu orası?”
Kafam karışmış halde ona doğru döndüm.
Kahvem dökülmesin diye dikkat etmeye çalışıyordum bir yandan da. “Babamın
balkonu,” dedim neyi sorduğunu anlayamasam da cevaplayarak. “Ne oldu ki?”
Özgür bir an duraksadı. Ardından koca bir
kahkaha attı. “Yürü balkona çığırtkan, yürü. Tek lokmada yutacağım şimdi seni.
Tipe bak.”
Başka bir şey söylemeden balkona doğru
ilerledim.
Bu evde dolmak üzere olan bir ayda
kazandığım alışkanlıklar ve bazıları babamla bazıları Özgür’le, bazıları da her
ikisiyle birlikte olan rutinlerim benliğimin bir köşesine silinse de izi
kalacak kadar derin şekilde kazınmıştı artık.
Kahvaltı için Özgür’ü zorla uyandırdığım,
kahve yaptığımda babamın iltifatlarla Özgür’ün ise laf soka soka içtiği,
balkonda oturduğumuz, banyoya önce girmek için Özgür’e duygu sömürüsü yaptığım,
babamla uyuduğum anlar bahsettiğim rutinlerin yarısı bile değildi. Farkında olamadıklarım
da dahil edilse elimde koca bir liste olurdu.
“Yavrum balkonda mısın?”
Biz balkona çıktıktan beş on dakika sonra
babamın sesi boğuk şekilde içeriden yükseldiğinde bekletmeden yanıtladım.
“Evet, geleyim mi?” diye sorsam da merakla zaten ayaklanmıştım hemen.
Balkondan salona geçtiğimde babam da aynı
anda salondan içeri girmekteydi. “Hazırlanır mısın, küçük bir işimiz var
seninle?”
“Ne işimiz var?” diye sordum azalmak
yerine artan merakımla.
“Amcanın yanına uğrayacağız,” demeden önce
biraz duraksamıştı. Benzer bir duraksamayı o sustuğu anda bu kez ben yaşadım.
“Neden? Bir şey mi old-…”
Titremesine engel olamadığım sesimle
sorularıma devam edecekken babam bir elini kaldırıp yanağıma yasladı. “Bir şey
yok, endişe etmemen gerektiği konusunda ne konuştuk seninle? Hani babaya
güveniyorduk bebeğim?”
Dört gün önce, onunla birlikte spor
salonuna gittiğimde kahve içtiğimiz sırada açılan konu devamında bir daha
anılmamıştı. Bu dört günün üçünü babamla, birini de Özgür ve Mayıs’la birlikte
geçirmiştim. Babamla geçirdiğim günlerde, ilk günden tek ve en büyük farklılık
dersleri izleme hakkımı kaybetmemdi. Derslere bir kenardan izleyici olmak
yerine babamın işi bitene dek içerideki kafede -bir masa ilerimde babamın
diktiği gözcü olacak şekilde- kahve içmekle meşgul olmuştum.
“Güveniyorum ki,” dedim uslu bir şekilde.
Yalan da değildi, elim yanağıma çıkmak için bir an bile kasılmamıştı. Gerçekten
güveniyordum babama.
“O zaman sorun yok, giyin hadi. Amcan bizi
bekliyor.”
Başımı salladım ‘tamam’ der gibi. “Elbise
giyeyim mi?”
“Giyme dersem ne giyeceksin acaba?”
“Giyme desen de elbise giyeceğim,” dedim
dürüst bir biçimde. Yanağımdaki eliyle tenimi hafifçe okşadı. “Şaşırmadım bu
cevaba, git giyin elbiseni bakalım.”
Gülümsedim. Elini yanağımdan çekip bana
gitmem için fırsat yarattığında odama doğru yola koyulmadan önce sabahtan beri
içimde tuttuğum bilgiyi onunla da paylaşıverdim bir anda.
“Bir ay oldu,” dedim dudağımın kenarını
ısırırken.
“Biliyorum,” demekte gecikmedi. Tarihleri
hesaplayan tek kişi değildim belli ki.
“İyi,” dedim bir an ne diyeceğimi
bilemeyip saçma bir şekilde. Az önce yanağımı tutmak için havalanan kolu bu kez
sırtıma dolandı. Beni göğsüne doğru çekip kendine yasladı.
“Bir ay yakında bir yıl olacak, bir yıl da
beş yıl olur sonra… Sürelerle bir işimiz yok.”
Bir ayın sonunda Yunanistan’a döneceğimi
söyleyerek karşısına çıkmışken, şimdi yanından bir saat ayrıldığımda elim
ayağım titreyerek yoksunluğunu çeker haldeydim. Beklenmedikti, ancak asıl
beklenmedik olan bunun karşılıklı oluşuydu. Ben onsuzken nasıl eksik
hissediyorsam, o da bensizken eksikti. Bunu bana belli etmekten, hatta
sözleriyle de tamamen altını çizmekten hiç kaçınmıyordu.
“Yok,” diyerek son kelimesini tekrar ettim
onaylamak ister gibi.
Bir dakikadan kısa süren bir sarılmanın
ardından kollarından ayrıldım. “Korel de orada mıdır? Belki onu da görebilirim
gidince.”
Son dört günü babam ve abim arasında git
gel şeklinde geçirmemin asıl sebebi Korel’in artık aktif olarak mesleğine
dönmüş olmasıydı. Amcam yeni birini ayarlayabileceğini söylemişti ancak ben
istememiştim. Korel’e denk gelmek büyük bir şanstı, ikinci kez benzer bir şansa
sahip olacağımı düşünmüyordum. Garip biriyle uğraşmak gibi bir zevkim de yoktu.
Bir süre babamlarla idare edebilirdim. Hem
bu şekilde olduğunda kısa zaman sonra özgürlüğüm kısıtlanmadan tek başıma da
hareket edebileceğim konusunda kendimi ikna etmek daha kolaydı. Peşinize bir
koruma takıldığında kendinizi güvende ama kafese tıkılmış hissediyordunuz.
“Oradadır belki, denersin şansını.”
Babam her zamanki gibi kendi dışında herhangi
birini görmek istemem ya da merak etmemden hoşlanmadığını belli ede ede
cevapladığında gülerek yanından ayrılıp odama doğru ilerledim.
Timur Akdoğan’ın dışarıdan bakıldığında
asla kurşun geçirmeyecek gibi görünen hissiz duvarı, basit kıskançlıklarla o
kadar hızlı yıkılıyordu ki onun üzerindeki bu etkimden delice zevk alıyordum.
Elimden geldiğince hızlı hazırlanmıştım.
Yarım saatten kısa bir süre sonra üstümde kalın askılı, üstüme tamamen yapışan
esnek kumaşlı açık mavi kısa bir elbiseyle odamdan çıktığımda babam çoktan
hazır olduğu için direkt çıkmıştık evden.
Özgür antrenmana gideceği için peşimize
takılmamıştı ama benim kadar durumu merak ettiğinin farkındaydım çıkmadan
önceki sorularından. Akşam Mayıs’la görüşeceğim için onu da orada muhtemelen
göreceğimi biliyordum, merakı Eraslanların evinde son bulurdu rahat rahat.
“Elbiseni özellikle mi gözlerinle aynı
renk seçtin?”
Emniyet kemerimi taktığım sırada babamın
sorusuyla ona doğru döndüm. “Hım?”
“Gözlerin az dikkat çekiyordu sanki, şu an
gözlerinden başka bir şeye bakamıyorum resmen.”
Gülümsedim. “Benim gözlerim mi daha güzel,
annemin gözleri mi daha güzeldi?”
Yakından fotoğrafları çekilse asla
kimsenin ayırt edemeyeceği, tıpatıp benzer gözlere sahiptik annemle. Bu nedenle
sorum hiçbir anlam ifade etmiyordu.
Babamın da gülümsediğini gördüm. Araba
hareket etmeye başladığı için dümdüz karşıya bakıyordu ama bu dudaklarının
kıvrıldığını görmeme engel olmamıştı. Fakat gülümseyişinin benimkiyle aynı
olduğunu savunamazdım. Ben gerçekten gülümsemiştim, oysa babamın gülümsemesinde
koca bir burukluk saklıydı.
Annemi andığım anlarda hep yaptığı gibi
bakışları anlamlandırmakta zorlandığım buğulara karışmış, kendisi
düşüncelerinde gezinirken beni kendi düşüncelerimle baş başa bırakmıştı.
İki hafta kadar önce eşleştirmesini
yaptığım için arabayı müzikle doldurmam telefonumdan bir iki yere basmamla
kolayca gerçekleşmişti. Neredeyse onuncu şarkının ortalarındayken artık araba
yavaşlamış ve sonunda da durmuştu.
Daha önce Korel’le birlikte geldiğim polis
merkezinin önündeydik. Arabadan inerken çantamı da kavrayıp omuzuma astım.
Yol boyunca hiç sesini duymadığım için
babam konuştuğunda direkt ona dönmüştüm kıstığım gözlerimle. “Nereye koştur
koştur, gelir misin yanıma?”
Girişi bildiğim için oraya yönelecektim
aslında ama babam bu fikrimi beğenmişe benzemiyordu. İtiraz etmeden yanına
gidip ayağımdaki rahat spor ayakkabılar sayesinde acısız şekilde yerimde
sallandım. “Geldim.”
“Elimi de tut, kaybolma içeri girince.”
Kaybolmayacağımı ikimiz de biliyorduk
ancak bu benim elini tutma teklifini geri çevirmek gibi bir aptallık yapacağım
anlamına gelmiyordu. Elini tutup büyük avucunun içinde kendi elimin yok
olmasına güldüğüm sırada içeri adımlamaya başlamıştık.
Dakikalar sonra artık amcamın bulunduğu
kattaydık. Babam direkt olarak odasına doğru yönelecekken gözüme çarpan tanıdık
yüz adımlarımı yavaşlatmama ve yerimde biraz dönmeme sebep oldu.
“Korel?” diyerek yanılmadığımı kendime
kanıtlamak için konuştum. Yanımızdan geçmekte olan kişinin o olduğunu, ismini
söylediğim anda durmasıyla kesinleştirmiştim.
İsmini kimden duyduğunu görünce yüzünde
alışkın olduğum hoş bir gülümseme belirdi. Ancak birkaç saniye içinde
gülümsemesi dağılmış ve yerine hafif endişeli, sorgu dolu bir ifade gelmişti.
“Bir sorun yok değil mi?”
Elimi tutuyor olan babama doğru baktım göz
ucuyla. Ardından yeniden Korel’e döndüm. “Hayır, amcamın yanına geldik.”
Babamla da kısaca selamlaştılar. Onların
bitirmesini beklerken ben de etrafı süzmekle meşguldüm. Bakışlarımı çevrede
gezdirirken sağımızdaki masalardan birine kalçasını yaslamış, kolları göğsünde
bağlı şekilde göz kırpmadan buraya bakan birini görmüştüm.
Kaşlarım havalanmış halde, siyah saçları
gevşek bir topuz ile başının tepesinde tutturulmuş ve üstünde saçlarına uygun
şekilde siyah bir pantolon ve gömlek bulunan kadını inceledim kısa bir an.
Gerçekten bize bakıyordu.
Korel’e doğru dönecek gibi olduğumda
aklıma birden gelen ayrıntıyla dudaklarım kıvrıldı. Sanırım kadının kim
olduğunu bulmuştum, yani en azından bulduğuma inanıyordum.
“Korel,” diyerek babamla olan kısa
sohbetlerine ortadan daldım. “Delip geçen bakışlarıyla burayı izleyen siyah
saçlı kadın, Özlem olabilir mi?”
Küçük bir düşünme süresinin ardından
Korel’in sevgilisinin adını anımsayabilmiştim. Telefonda konuşurken yaşanan
yanlış anlaşılmanın bir benzeri şimdi tekrarlanıyordu. Üzerimdeki buraya ait
olmadığımı belli eden elbisemle birlikte Korel’i onu tanıdığım belli olacak
şekilde durdurmuştum az önce. Özlem’in sevgilisini -ve beni- gözleriyle
boğuyormuş gibi bakması bundandı sanırım.
Korel dediklerimi duyduğunda kısaca
etrafına bakındı. Solunda kalan masadaki bedeni gördüğünde dudakları
kıvrılmıştı. “Tam olarak o, doğru tahmin.”
“Harika,” dedim omuzlarımı kaldırıp
indirdikten sonra. “Yanına gidip durumu açıklamak için pek süren kalmadı gibi
görünüyor, bence koş.”
Korel gülerek beni onayladı. “Kaçtım ben o
zaman, iyi günler Timur Bey.” İlk kısmı bana, kalanını babama bakarak
söyledikten sonra yanımızdan ayrılıp Özlem’e doğru ilerlemeye başladı.
Bizi pek anlamışa benzemeyen babam
elalarını yüzüme dikmişken gözlerimi kırpıştırdım. “Anlatırım sonra, içeri
girelim mi artık?”
“Girelim bakalım, böyle mırıl mırıl bir
şey istediğinde sanki hayır diyebilirmişim gibi soruyorsun ya bi’ de…”
Kıkırdayarak elini daha sıkı tuttum.
Amcamın bulunduğu odanın kapısını çalıp onay geldikten sonra girdiğimizde
içeride bir tek o vardı.
“Odam birden aydınlandı mı, ne oluyor bu
nasıl bir ışık?”
Abartarak bize doğru adımlayan amcamı
gülerek izledim. Yanımıza vardığında kollarını iki yana açtı. Sarılmak için ona
doğru yaklaşacakken bir elimi babamdan çekemediğimi fark edince şaşkın şaşkın
bakışlarımı aşağıya doğru çevirdim. Babam elimi bırakmıyordu.
“Abicim elin takılı kalmış, bıraksan da
sarılsak artık.”
“Tek kolunla sarıl, yeter Emre’ye o
kadar.”
Sırıttım. “Tamam,” dediğimde amcam üzgün,
babam memnun duruyordu. Bir kolumu omuzundan diğerine doğru sarıp amcama
yanaştım. Sarılışımız sonlandığında geri çekilecekken yanağını öpmüştüm ses
çıkartarak.
Üzgün ve memnun olma rolleri öpücüğümle
birlikte yer değiştirince hallerine güldüm. Bugün fazlasıyla güldüğüm bir gün
oluyordu.
Biraz sonra amcamın masasının önündeki
koltuklardaydık. Masanın tam karşısında duran ikili deri koltukta ben ve babam
varken, çaprazımızdaki tekli koltukta da amcam oturuyordu.
“Bir şey içer misiniz?” diye sorduğunda ben
başımı iki yana salladım. Babam da olumsuz yanıt verdiğinde amcam derin bir
nefes aldı. “Konuya giriş yaptın mı hiç abi?” diye önce babama dönüp sorunca
merakım artmıştı.
“Hayır, yapmamamı söylemedin mi?”
“Söyledim,” derken amcam biraz yorgun
görünmüştü gözüme. “Çünkü yeğenime halledeceğime dair söz verdim, bana
güvenmesini sağladım. Açıklama yapma işi de benim.”
“Konuya başlasanız olur mu?” diye sordum
dayanamayıp. “Böyle biraz korkmaya başladım, çok kötü bir şey mi? Ondan mı
kimin söyleyeceğini tam seçemediniz?”
Amcam kucağımda duran ellerimi iki eliyle
ayrı ayrı kavradı. Oturduğu yerde öne doğru gelip bana yaklaşmıştı.
“Çok kötü bir şey yok,” dediğinde
rahatladığım söylenemezdi. “Az kötü bir şey mi var o zaman?” dedim dudaklarım
bükülmeye başlarken.
Gözlerini kıstı. Ellerimi hafifçe,
ısıtmaya çalışır gibi okşadı. “Kötü bir şey yok, gerçi iyi bir şeyin olmaması
da kötü bir şey sayılır mı bilmiyorum.”
Aklımın karıştığını yüzüme yansıtmaktan
hiç çekinmedim. Bu sırada amcam konuşmaya devam etmişti. “O adamı bulamıyorum,
Despina. Günlerdir tüm dikkatimle birlikte bu konuyla uğraşıyorum ama şehir
dışına çıkmadığından emin olduğum halde onu bu şehirde bulamıyorum.”
Omuzlarım düştü. Bu küskün ya da kırgın
bir düşüş değildi, omuzlarıma aynı anda ağır yükler bırakılmış gibi olduğum
yerde küçülmüştüm.
“Tamam,” dedim. “Önemli değil.”
O gün, Nikolos’un arabadayken karşımda
belirdiği gün, amcamın bana güvence veren sözlerine aslında sıkıca tutunmuş
olduğumu şimdi olumsuz bir şeyler duyunca fark etmiştim. Onun polis oluşuna,
bana söz vermesine güvenmiş ve kısa bir süre içinde kâbusumun -en azından en
yeni olan kâbusumun- sonlanacağına inanmıştım.
“Önemli, canım benim. Çok önemli hem de,
sakın önem vermediğimden bir sonuca ulaşamadım sanma. Bugüne dek bulamadım diye
bir kenara çekilecek de değilim. Beni yanlış anlarsan çok üzülürüm Despina.”
“Yanlış anlamıyorum,” dedim sessizce.
Sadece durumu içimden kabullenmeye çalışıyordum.
Amcam bir süre daha benzer şeyler
söyleyerek benimle konuştu. Ben de ona sakince onay verdim. Ellerimi sıkıca
tutmuş, konuşma boyunca da hiç bırakmamıştı.
“Emre,” diyen babama ait ses birden
kulaklarımıza dolduğunda amcamla aynı anda babama doğru döndük. O ana dek
sessiz kalmayı seçmişti. Çoğu zaman bu konu açılınca sessizleşiyordu zaten, bu
nedenle halini garip bulmamıştım. Konu ne zaman Nikolos olsa babamın bir süre
içine kapanıp düşünceleriyle savaşır hale gelmesi bir rutindi artık.
“Efendim abi?”
Öylesine bir soru ya da belki konuyu
kapatacak bir cümle çıkmasını beklediğim dudaklarından dökülenlerle yerimde
elektrik akımına kapılmışım gibi irkilmiştim.
“Babalık davası açtığımızda bir şekilde
ortaya çıkması gerekir, değil mi?”
Amcamın yüzünde beliren gülümsemenin
aksine benim yüzümde donakalmış bir ifadeden başka hiçbir şey yoktu. Babamdan
böyle bir şey duymayı beklemiyordum, belki beklenilebilir bir tepkiydi ama ben
ondan adım gelmedikçe olumlu olan hiçbir şeyi kendi kendime aklımda kurmuyor,
elimden geldiğince kendimi bu şekilde güvenceye almaya çalışıyordum.
“Güle oynaya karşılayacağı bir haber olduğunu
sanmıyorum, en azından itiraz yoluna gitmeye çalışacaktır. Evet, ortaya çıkması
ya da en azından onu bulmamız için bir hata yapması adına gayet iyi bir seçenek
olurdu bu.”
Amcam hızlı hızlı olumlu şeyler
söyledikten sonra bana döndü. “Despina Akdoğan mı olacaksın kız sen?” derken
heyecanlı duruyordu.
Sesli bir biçimde iç çekip bakışlarımı
yavaş yavaş babama doğru çevirdim. Ellerim amcamda olduğu için yarı
dönebilmiştim sadece. Amcamın sorusunu o cevaplasın istercesine beklentiyle
yüzüne baktım.
“Geç bile kaldık,” dediğinde sanki
kendiyle konuşuyor gibiydi. “Belki de sana biraz daha zaman gerekiyordu ama
bak, işe yarar bir seçenekmiş. Yapmamız gerekiyor.”
Sanki hayır diyecekmişim gibi beni ikna
etme çabasına dudaklarım belli belirsiz kıvrıldı. İşe yaramaz bir seçenek olsa
da onay vereceğimi göremiyor muydu? Biz biraz birbirini göremeyen, görüp de
okumayı bilmeyen bir baba-kız olabiliyorduk bazen.
“Despina Akdoğan hiç güzel olmadı,” dedim
kıvrılan dudaklarımı kontrol altına alıp düz hale getirdikten sonra. Birkaç
kelimeden ibaret cümlem ikisinin de kasılmasına sebep olmuştu. Amcamı
ellerinden, babamı da dikkatle baktığım yüzünden anbean takip edebiliyordum.
“Olmadı mı?” diye sordu babam az önceye
oranla çok daha kısık bir sesle. Başımı iki yana salladım. Yavaşça ellerimi
amcamdan çekip bedenimi koltukta tamamen babama doğru çevirdim. “Boş kaldı gibi
böyle.”
“İstemiyor musun yani?” diye yine soruyla
karşılık verdi. Elalarındaki rengin solduğunu, bakışlarının keyiften yoksun
sönük bir hal aldığını gördüğümde dayanamayarak kollarımı bebek gibi ona doğru
uzatıp beni sarmasını bekledim.
Sözlerimin ona iyi gelmemiş olmasına
rağmen bir an bile düşünmeden beni kendisine doğru çekti. Yüzüm omuzuna
düşmeden önce mırıldandım. “Despina Ahu
Akdoğan olsam, olmaz mı?”
Babamın bedeni söylediklerimle birlikte
aniden çözülmüş, ben omuzuna yaslandığımda artık kasılmış halinden eser
kalmamıştı. Amcamın derin bir nefes verdiğini duyumsadım aynı anda. O da babam
kadar olmasa da stres olmuştu benim az önceki tepkime.
“Kalbimle zorun var senin, böyle şakaları
git abine yap. Ben yaşlıyım yavrum.” Başını eğip yüzünü saçlarıma yasladıktan
sonra kulağıma doğru kısık bir sesle konuşmuştu. Söyledikleri gülmeme sebep
oldu.
“Timur’un Ahu’su olabilir miyim yani?”
dedim cevabı almam çok önemliymiş gibi hızlı hızlı.
Saçlarımı derince kokladığını hissettim.
“Timur’un her şeyi olabilirsin sen.”
Ofladım. “Her şeyin değil miyim zaten,
olabilirsin demen kırıcı biraz.”
Amcamın bize şahit olduğunu belli eden
kahkahası yükselirken babam da kısık bir nefes vererek saçlarımın üzerinde
güldü. “Her şeyimsin, evet. Timur’un her şeyisin, hem her şeyisin hem
birtanesisin.”
~
“Nefret ediyorum motorundan!”
Nefes nefese bağırdığımda Özgür sanki
yoldaki başka insanlara bağırıyormuşum gibi sakin sakin kaskını çıkartmakla
uğraşıyordu.
“Ya kime diyorum ben,” dedim bıkkınlıkla.
Amcamın yanından eve döndüğümüzde içim
içime sığmaz bir haldeydim. Babamın artık gerçekten babam olarak anılacağını,
soyadımın nefret ettiğim bir adamı değil babamı ve ona ait her şeyi anımsatacağını
düşündükçe kendi kendime delirmiş gibi gülüyordum. Babam benim bu halimi
keyifle izlemiş, birbirimize gülüp durmuştuk.
Evde benimle bir saat kadar kalmıştı. Spor
salonuna geçeceği için beni Özgür’le bırakmıştı. Zaten günün planı buydu. Biz
döndükten sonra babamın gideceğini biliyordum. Özgür’le de evde oyalanmak
yerine kararlaştırdığımız saatten biraz erken olmuş olsa da Mayıs’ın yanına
doğru yola koyulmuştuk.
Yoldan kastım konforlu ve hoş bir yolculuk
kesinlikle değildi.
Arabasını bakıma verdiğini söyleyerek beni
motora bindirmiş, elbisemi bahane etmeme izin vermeden neresinden çıkarttığını
anlayamadığım bir gömleği de belime bağlamıştı.
Otoparktan çıkmak üzereyken fark ettiğim
beyaz araba ile birlikte ise kandırıldığımı son anda anlamıştım. Arabası
bakımda falan değildi, sadece her zamanki yerine değil biraz daha ileriye park
etmişti.
Kendimi motordan atmadığım sürece müdahale
edemeyeceğim için Mayısların evine dek motorun üstünde kalmam ve asla hızını
düşürmeden motoru kullanıp beni delirten Özgür’e sıkı sıkı tutunmam gerekmişti.
“Bana diyorsun gibi sanki, çığırtkan.”
Asla ciddiye alınmadığım için sinirlerim
iyice bozulmuş halde onu beklemeden belimdeki gömleği çözüp kafasına attıktan
sonra binaya doğru ilerlemeye başladım. Bina kapısının açık oluşundan
faydalanıp hızla içeri girdikten sonra kapıyı Özgür gelmeden kapatmıştım.
Sevgilisi açardı, bekleyebilirdi biraz.
Asansöre binip beşinci kata olan kısa
yolculuğumu tamamladığımda artık kattaydım. Evde her seferinde on altı kat
çıkmayı beklemek bazen ölüm gibi oluyordu. Burası da bizim evden lüks açısından
pek farklı durmuyordu ve en üst katı beşinci kata denk geliyordu. Biz de böyle
bir yerde olabilirdik. Asansörde sıkıldığımda uyuyasım geliyordu kenarda.
Asansörün kapısı açıldığında dairenin
kapısının da çoktan açılmış olduğunu gördüm. Mayıs kapıya yaslanmış halde
üzerindeki şortlu pijama takımıyla dikiliyordu.
“Ben geldim,” diyerek sırıttığımda
kıkırdadı. “Hoş geldin Despoşum, bir de hediyen olacaktı yanında ama onu
getirmedin sanırım.”
Yüzümü buruştururken ayakkabılarımdan
kurtulmakla uğraşıyordum bir yandan da. “Keşke getirmeseydim,” dedim
söylenerek.
Mayıs yakınmama gülerken içeri geçebilmem
için kapıyı tamamen açıp geri çekilmişti. Ben eve girdiğimde arkamdan asansörün
kapısının açılacağını belli eden ses duyulunca başımla orayı işaret ettim. “Al
bak geldi hediyen, güle güle kullan.”
Onların sırnaşık hallerine şahit olmamak
için içeri girmeye karar verdiğim sırada aklıma gelen detayla birlikte hızla
Mayıs’a döndüm. “Kedi nerede?”
“Abimin odasında, kapı kapalı. Oraya
girmediğin sürece güvendesin.” dediği sırada artık Özgür bize fazlasıyla
yaklaşmış olduğu için kalan kısımda sadece benim duyabileceğim şekilde
fısıldadı. “Ama girmek istersen oradan alıp odama götürürüm, haber ver bana-…”
Bitirmesine izin vermeden omuzundan
ittirdim susması için. Yeterince konuşmuştu gerçi. Bu kısımdan sonra sussa da
bir şeye yaramıyordu.
Sinir bozma konusunda yılın çifti ödülüne
aday olan ikiliyi yalnız bırakıp salona doğru ilerledim. Birkaç dakika
gelmeyeceklerini düşünüyordum. Öpüşüp koklaşmaları genelde bu kadar zaman
alıyordu, öğrenmiştim.
Salona girdiğimde bir koltuğa yerleşip
oturmak yerine gözümün takıldığı köşeye doğru yürüdüm yavaşça. Televizyon
ünitesinin sağında duran açık raflı dolabın ortadaki iki katında dizili
çerçeveler vardı. İçlerindeki fotoğrafların çok yeni olmadığını anlamak için
Mayıs’a bakmam yeterli olmuştu. Küçücüktü.
Fotoğrafların neredeyse hepsinde Mayıs
vardı. Yanında olan insanlar zaman zaman değişmişti ama ortak nokta hep
Mayıs’tı.
Bakışlarım istemsizce evin diğer üyesini
aradı fotoğraf karelerinde. Pars neredeydi?
Alt rafın sağında duran gümüş renkli
çerçeveye baktığımda aradığımı bulmuştum. Mayıs’ın en fazla 9-10 yaşlarında
durduğu karede, aralarındaki dört yaş farktan hesapladığım şekilde 13-14
yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim Pars vardı.
İkisinin arasında dizlerini kırarak
çökmüş, kollarını sıkıca onlara dolamış otuzlu yaşlardaki kadının kim olduğunu
fazla düşünmeme gerek yoktu. Mayıs’a benziyordu. Bu denli yüksek bir benzerlik
bana anneleri olduğunu haykırmıştı.
Deniz kenarında, Mayıs’ın üstünde tatlı
sarı bir çocuk mayosu ve Pars’ın da lacivert bir şortla duruyorken çekilen
fotoğrafta kadının üstünde siyah bir bikini vardı. Bu ayrıntı normalde herhangi
bir şey ifade etmeyebilirdi ancak boynundan göğsüne doğru sarkan siyah bir ipin
ucundaki parlak yeşil taşa gözüm aşinaydı.
Bakar bakmaz kadında dikkatimi çeken ilk
şeyin Mayıs’la benzerliği dışında bu taş olması, o yeşil taşı ve aslında direkt
olarak o kolyeyi bir yerden tanıyor olmamdandı.
Pars’ın karşısına her geçtiğimde göz
hizamda kalıyor olan yeşil taşı nerede görsem tanıyacak haldeydim artık. Beni
özellikle son zamanlarda o kadar sık o taşla karşı karşıya bırakıyordu ki
resmen ezberimdeydi.
Kadının kolyesinin bir eşini ya da belki
de direkt o kolyeyi Pars taşıyordu boynunda.
Parmaklarım fotoğrafa doğru uzandı.
Çerçeveyi kaldırıp kendime doğru yaklaştırdım. Üçünün de gülümsediği, arkadan
vuran güneşin ısısının sanki gerçekten hissedilebileceği kadar sıcak bir
fotoğraftı.
Zihnimdeki bilgileri taradım hızla.
Mayıs’ın daha önce annesiyle ilgili herhangi bir şey söyleyip söylemediğini
düşündüm. Elim boştu. Hiçbir şey bulamamıştım bu konuda zihnimde beliren.
Aniden sorulabilecek bir konu değildi.
Zamanının gelmesini bekleyecektim. Karşısına geçip saçmalamak istemiyordum.
Fotoğrafı yerine bırakıp oturmak için
koltuğa yönelmeden önce bakışlarım en son fotoğraftaki oğlan çocuğunu buldu
yine.
Yüz hatları bugüne oranla çok daha yumuşak
ve dolgundu. Bedeninde de o iri kas boğumları yerine ergenliğe girmek üzere bir
çocukta olması muhtemel olan hafif bir kilo görünüyordu. Gülümseyerek fotoğrafı
yerine koydum. Pars Eraslan’ın annesinin karnından kasla çıkmamış olması
şaşırtıcıydı, oysa ben gerodeménos
olarak doğduğuna kendimi hazırlamıştım aslında…
Özgür ve Mayıs salona girdiğinde ben
çoktan tekli koltuklardan birine yerleşmiştim. Oturduğum yerde yayılarak
onların birbirlerine dolanmış halde içeri girip koltuğa yan yana oturmalarını
seyrettim.
“Siz sarılıp koklaşın diye mi toplandık bu
akşam? Eğer öyleyse ben uyuyacağım.”
Homurdandığımda Özgür pis pis gülmekle
yetinmiş, Mayıs ise panikle yerinde doğrulup bana doğru uzanmaya çalışmıştı.
“Hayır! Özgür zorla kendini dahil etti bu akşama, bizim akşamımız bu Despoşum.
Sen ne istersen onu yapabiliriz.”
Kollarımı göğsümde birleştirdim. “Özgür’e
değil bana sarıl, ilk isteğim bu.”
Mayıs göz ucuyla sevgilisine baktıktan
sonra bana döndüğü anda ayaklandı. “Tamam,” dedi uslu uslu. “Sarılayım sana.”
Özgür oyuncağı elinden kapılmış, üstüne
üstlük gıcık olduğu arkadaşına verilmiş bir çocuk rolüne bürünmekte hiç
gecikmedi. Suratını asarak, benim yanıma gelen Mayıs’a baktıktan sonra yerinde
doğruldu. “Sen eve dönmeyeceğiz sanıyorsun herhalde çığırtkan, oyna tabii
sevgilimin zaafına. Acındır kendini.”
Mayıs’a sıkıca sarılıp omuzunun üstünden
Özgür’e baktım. Dil çıkarttıktan sonra rahatlıkla karşılık vermiştim. “Evde de
babam var, sence bana bir şey yapabilir misin hırsız?”
Kısa bir an düşündü. Yüzü düşünce doğru
cevabı bulduğunu anlamıştım. Keyifle Mayıs’a daha sıkı sarıldım. “Canım
arkadaşım ya, saatlerce sarılsam da sıkılmam gibi.”
Mayıs onun üzerinden atışmamıza
kıkırdarken sırtımı sıvazladı. “Despoşum ben de sarılalım isterim saatlerce,
ama kollarım ağrıyabilir. Yalnız eğer istersen, kolları günlerce sarılsan da ağrımayacak
kadar güçlü bir tanıdığım var-…”
Mayıs’ı üstümden ittim. “Git şuradan
boğacağım şimdi seni, birbirinizi mi örnek alıyorsunuz sevgilinle ya?”
“Özgür de mi sana abimi ayarlamak
istiyor?” diye şaşkın şaşkın mırıldandığında sesi Özgür’e gitmemiş olacak ki
henüz üstümüze bir şeyler uçmamış ya da kulaklarımız gür sesiyle çınlamamıştı.
“Ne?” dedim şokla. “Hayır, aptalcım. Onu
mu diyorum ya, of.”
Sıkılmışlıkla Mayıs’ı sevgilisinin yanına
iteledim. Babamın dersi kaçta biterdi acaba, beni buradan alsa mıydı? Yoksa ya
Mayıs’ı ya da Özgür’ü camdan atacaktım.
Mayıs, Özgür’ün yanına döndüğünde Özgür
tam ağzını açacaktı ki kapı zili duyuldu. Özgür kaşları çatık halde Mayıs’a
baktı. “Birini mi bekliyoruz?”
“Abim gelmiştir belki, işi vardı ama iptal
olduysa…”
Yüzüme nasıl yansıdığını bilmediğim çünkü
içimde de ne uyandırdığını çözemediğim bir his bulutuyla kaplandığım sırada
Mayıs Özgür’e sıkıca yapıştı. “Despoşum kapıyı açsana sen, ben de Özgür’e bir
sır vereceğim o sırada.”
Uzatmadan ayağa kalktım.
Canımıza
minnet çünkü hayatım, gidip açalım kapıyı hemen…
İç sesimin deyimlerle arası benden daha mı iyiydi acaba? Türk genlerimle daha
kuvvetli bağları vardı galiba.
Mayıs’ın sır vermeyeceğini, ben kapıyı
açarak Özgür’ü ya öperek ya sırnaşarak oyalayacağını bilecek kadar arkadaşımı
tanıyordum. Ama ses çıkartmak yerine ayaklanıp kapıya ilerlemeyi seçmiştim. Bu
detay sanıyorum ki iç sesimi haklı çıkartan kısımdı.
Kapıya ulaştığımda küçük delikten dışarıya
baktım önce. Pars olmayan birine, ait olmadığım bir evde kapıyı açma fikrinden
hoşlanmamıştım hiç.
Apartman boşluğunda duruyor olan Pars’ı
gördüğümde ise geri çekilip kapıyı araladım çok oyalanmadan.
Pars’ın eve dönüşünün bizim burada
olduğumuzu bilmesiyle bir ilgisi olmadığını bakışlarındaki anlık afallamadan
çözmem zor olmamıştı. Kapıyı açıp karşısında belirenin ben olduğumu görünce
saklayamayacağı kadar yoğun bir şaşkınlık belirmişti koyu mavilerinde.
“Merhaba,” diye mırıldandım onun sessiz
kalmasına alışkın olmadığımdan ne diyeceğimi zorlukla seçip. Durmadan konuşup
beni konuşmaktan alıkoymasına alışmıştım.
“Merhaba kocam deseydin keşke,” dedi
birden. Gözlerim kocaman açılarak yerimde dondum. “Ne?” diyerek şokla
konuştuğumda yüzümdeki ifade onu fazlasıyla eğlendirmişe benziyordu.
“Elimde market poşetleri var, evime geldim
ve kapıyı aralıyorsun bana. Fazla evli hissettiren bir aktiviteydi, beğenmedin
ama sanırım…”
Sona doğru alaycı bir hale bürünen tavrına
kaşlarımı çatarak geriye doğru açılıp içeri girebileceği bir alan yarattım.
Elinde gerçekten iki dolu poşet vardı. Poşetlerle birlikte içeriye girdiğinde
kapıyı kapattım. Bir an için söylediği şeyi doğrulayacak gibi olmuştum.
Gerçekten kapıyı açmam ve aslında onun evinde oluşumuz ilginç yerlere
çekilebilirdi.
“Mayıs için geldim, Özgür de içeride.”
dedim poşetleri yere bırakmasını izlerken.
“Başka bir zaman da benim için gel,
Afrodit. Mümkünse Akdoğan’ı peşinden getirme tabii.”
Son anda eklediği, Özgür’le ilgili olan
ikinci cümlesine gülümsedim hafifçe. Hayır,
kendimi kandırıyordum. Beni gülümseten ikinci cümlesi değil, ilk
cümlesiydi.
Dakikalar önce baktığım fotoğrafı aniden
anımsayıp bakışlarımı boynuna çevirdim gülümseyişim sönmeden hemen önce. Siyah
ip oradaydı. Bazen kıyafetlerinin üstüne çıkarttığı, bazen de şimdi olduğu gibi
kumaşın ardında kalan küçük yeşil taş da ipin ucundaydı.
Bakışlarımın boynunda gezinmesini ne
olarak yorumladı bilmiyorum ama bir şeyler söylemek üzere dudakları aralandı.
Bunu fark ettiğimde gözlerimi boynundan dudaklarına doğru çıkarttım refleksle.
“İmkânsız anlarda mavilerin tehlikeli
yerlerde gezinmesin, sabrıma karşı bu kadar da acımasız olma.”
Tehlikeli yer dudakları, imkânsız an da
sanırım içeride olan ve her an buraya gelebilme ihtimalleri olan Özgür ve
Mayıs’ın varlığıyla oluşan andı.
“Acımasız değilim,” diyebildim
söylediklerinin arasından bu kısmı ayırarak. Bir yandan da konuyu dağıtmayı
ummuştum aslında.
Gülecek gibi duran ama gülmek yerine
yalnızca dudaklarını kıvırdığı değişik bir ifadeyle birden bana doğru tek bir
adım attı. “Öylesine acımasızsın ki, minik tanrıça. Bunu bir gün sana kabul
ettireceğim, kabul ettiğin gün dilediğin özürleri de kesinlikle zevkle
dinleyeceğim.”
Hafifçe yutkundum. Fazla yakınımdaydı.
Kokusunu yoğun almaya başladığımda algılarımın yarısı etkisiz hale geliyordu.
Kokusuna bir de sıcaklığı eklendiğinde bu yarıya yarıya olan oran neredeyse bir
bütüne yuvarlanıyordu. Daha da yaklaşırsa temas da edecektik, bu da sıcaklığını
benimle paylaşacağı anlamına geliyordu.
Onu geriye itmek için sözlerimi mi yoksa
ellerimi mi kullanmam gerektiği konusunda birkaç saniyelik bir ikileme
düştüğümde beni bundan kurtaran ilahi bir ses yükselmişti aniden.
“Despina!” diye haykıran Özgür’ün sesi ne
kadar ilahi kabul edilebilirse… O kadar ilahiydi işte.
Pars’ın imkânsız an tanımını doğrulayan
Özgür’e içimden teşekkür ettiğim sırada bakışlarım Pars’ın bakışlarıyla
çarpıştı.
Sanırım… Sanırım Pars da Özgür’e içinden teşekkürlerini iletiyordu. Hem de en içten teşekkürlerini…
Yorumlar
Yorum Gönder