Düşten Farksız 27.Bölüm

 27.BÖLÜM



“Uyudu mu?”

Islak saçlarını elindeki havluyla kurulamaya çalıştığı sırada salona adımlayan Özgür, gözüne takılan görüntü yüzünden kısık sesle konuşmuştu.

“Uyudu. Direnmeye çalıştı aslında ama on günlük duş aldın herhalde, direnemedi uykuya.”

Timur televizyonun karşısındaki geniş koltukta, uca yakın kısımda oturuyordu. Başı babasının omuzunda, bacakları da koltuğun diğer tarafında kalacak şekilde uzanan Despina ise kısa süre önce daldığı uykusunda rüyalar alemine kucak açmıştı.

“Uyandıralım, bana bir şeyler anlatacaktı. Meraktan uyuyamam.” Özgür çaprazlarında kalan koltuğa otururken konuşmuştu. Timur boş bakışlar atmakla yetindi.

“Geç gelip, gelir gelmez de banyoya atmasaydın kendini o zaman.”

Despina, babasıyla birlikte gittiği spor salonunda yaşananları Özgür’e anlatmak için hevesli bir halde akşamı ve aslında geceyi de bekleyerek geçirmişti. Mayıs ile birlikte olduğunu düşündüğünden babasının ‘arayalım da gelsin’ tekliflerine karşı çıkmış ve sabretmişti.

Özgür eve geldiğinde saat on biri çoktan geçmişti, kapı çalmadan önceki son yarım saati Despina uyuyarak geçirmişti. Uyuduğunun farkında olmasa da dakikalarca koltukta sızmış haldeydi. Özgür geldiğinde uyanmıştı ancak bu sefer de duşa gireceğim diyerek banyoya kaçınca yine beklemesi gerekmişti. Uykudan zor ayıldığı için bu kısa bekleyiş uykuya yeniden çekilmesine yol açmıştı.

“Temiz temiz dinleyecektim abi.”

Timur Özgür’ün saçmalamasını dinliyorken sadece kulaklarını ona ayırmıştı. Kolları omuzundaki bedene sarılı, burnu saçlarına yaslı ve bakışları da olabildiği kadar yüzündeyken duyularını adil olarak bölüştürdüğü söylenemezdi.

“Boş boş konuşma, yarın dinlersin. Zaten önemli bir şey olmadı.” dedi Timur geçiştirir gibi. Saatlerdir kızının masum masum beklemesi hoşuna gitmemişti Uyurken intikamını az da olsa alabilirdi şimdi. “Pars, Doruk’un burnunu kırdı dersi ona bıraktığım sırada. Onu anlatacaktı herhalde.”

Özgür gözlerini iri iri açmış, hareketsizce Timur’a bakıyordu. Duyduklarını içinden tekrarlayıp acaba yanlış mı anladım diye kendini sorgularken bir süre sessiz kalmıştı.

Timur, Özgür’ü getirdiği halden memnun olsa da az önce andığı olayı yeniden zihninde canlandırmaktan rahatsızdı. Kulakları Pars tarafından kapanan Despina duymamış olsa da, kendisi duymuştu Doruk’un söylediklerini. Pars hafifleterek, ayrıntıya girmeden söylemişti ancak bu bile Timur’un delirmesi için yetmiş hatta artmıştı.

‘Arkadaşına Despina yanında olsa ona neler yapabileceğini anlatıyordu, sikik düşüncelerini açık açık anlatıyordu. Alkış mı tutsaydım abi?’

Pars’ın söylediklerinin ardından onu ve kızını dışarıya yollamış, Doruk’un Pars tarafından kırılmanın eşiğine getirilmiş burnuna eşlik etmesi için yeni kırıkları olmasına yardımcı olmuştu.

Bir noktada aslında karşısında Doruk’u değil, Nikolos’u görüyormuş gibi hınçla dolduğundan sakinleşmesi fazlasıyla uzun sürmüştü. Doruk’un iğrençliği sözde kalmıştı, herhangi bir hamle ile kızına yaklaşabilmesi mümkün değildi. Etrafında kendisiyle başlayan ve sonu gelmeyen etten bir duvar örülüydü artık. Ama diğer konu için aynı şeyi söylemek mümkün değildi.

Timur’un geç kalmış hissedişi bu konuyu öğrenmesiyle başlamamıştı, ancak bu konuyu öğrenişinden sonra bin kat artmış ve boğuculaşmıştı.

“Ne yaptı, ne yaptı?”

Özgür kontrolsüzce sesini yükselttiğinde Despina irkilerek gözlerini araladı. Onun hareketlenmesiyle birlikte Timur’un da odağı değişmiş, düzgünce doğrulabilmesi için kızına yardım etmeye girişmişti.

“N’oluyor?” diye şaşkınca mırıldanırken bakışları önce babasına ardından da sesin kaynağı olan Özgür’e çevrilmişti.

“Bir şey olmuyor bebeğim, Özgür sesini kısmayı unuttu sadece.”

“Ya bi’ susun. Konumuz benim sesim mi şu an, ne demek Pars Doruk’un burnunu kırdı? Anlatsanıza doğru düzgün!”

Özgür söylenmeye başlarken Despina kaşları çatık halde babasına döndü. “Ben anlatacaktım!” diye sızlandığında Timur yanağının içini ısırarak gülüşünü bastırmıştı. Böyle anlarda, Despina karşısında yaşının yarısınından da küçük hale gelip bir şeyler söylediğinde ya da yaptığında içi içine sığmıyor; hisleri taşıyordu.

“Sadece bu kadarını anlattım, ayrıntıları sen anlatabilirsin yavrum.”

Timur kendini savunurken Despina ona olabildiğince ters bakışlar atarak yerinde doğruldu. “Ayrıntıları ben de bilmiyorum ki, Pars koca elleriyle kulaklarımı tıkadı hemen.”

“Alo?” diye bağırarak baba-kız arasındaki diyaloğu kesen Özgür sabrının sınırlarını çoktan aşmıştı. “Ben içimden mi konuşuyorum? Pars’ı mı arayayım, ne yapayım?”

“Niye alo diyorsun?” dedi şaşkınlıkla Despina. “Telefonla konuşmuyoruz ki.”

Timur’un kahkahası, Despina’nın şaşkın suratını gördüğü anda salonda yankılanırken Özgür cidden dayanamayıp ayaklandı.

“Ben Pars’ı arıyorum, şunu yaptırdınız ya bana… Ne diyeyim yani…”

Özgür odasında bıraktığı telefonuna doğru ilerlerken on saniye bile geçmeden Despina yerinden yavaşça doğruldu. “Ben de şeye gideyim bi’.”

“Neye?”

Kızının amacını çözmesi hiç vaktini almamıştı Timur’un. Ancak anlamazlıktan gelerek biraz daha kıvranmasını sağlama güdüsüyle savaşamıyordu.

“Şeye işte, içeriye doğru.”

“Mutfağa mı?”

Despina sihirli sözcüğü duymuş gibi hızlı hızlı başını salladı. “Evet!” derken sesi birden yükselmişti. Timur, iki çocuğunun da ses kontrolü konusunda büyük eksiklikleri olduğunu bu gece daha iyi kavramıştı. Biri tiz biri pes olsa da her ikisinin de ortak ses problemleri vardı.

Despina arkasından bakan babasının mutfağa değil Özgür’ün odasına doğru koşturduğunu görebileceğini hesaba katmadan ‘Ahu’ olmanın hakkını vererek ceylan gibi seke seke salondan ayrıldığında Timur arkasından homurdanmakla yetinmişti.

“Bir şeyler anlıyor olmam anladıklarımı sakince kabulleneceğim anlamına gelmiyor sonuçta.” diyerek kendisini kandırırken huysuz bir çocuk gibi surat astığının farkında bile değildi.

 

~

 

O mektupta bir ay boyunca evimde bir hayalet gibi yaşaman gerektiği mi yazıyordu?..

Babamın bu soruyu bana soruşunun üzerinden tam bir ay geçmişti. Evine birkaç gün gecikmeli gelmiş olduğumdan bu dört duvar arasında geçirdiğim bir ay henüz dolmuş değildi ancak onun karşısına geçip ‘kızı’ olduğumu söyleyeli tam bir ay oluyordu.

Bu bir ayın hem bir gün kadar hızlı hem de bir yıl gibi uzun hissettirmesi nasıl mümkün olabiliyordu bilmiyordum. Belki yaşanan olayların hızına kapılıp süreyi olduğundan kısaymış gibi görüyordum, öte yandan da yaşananların yoğunluğu bu sürenin bir aydan çok daha fazla olduğunun altını çiziyordu algımda.

“Ben senin şeker kemirmeni mi bekliyorum iki saattir içeride, hani kahvem?”

Bir ayda her şey değişmiş, bir Özgür değişmemişti.

Aynen, sadece karşılaştığımızda hırsız sanıp bağırdığımız adama abi diyoruz Despoşum; her şey aynı…

İç sesimi görmezden gelerek başında beklediğim cezveden gözlerimi ayırmadan sesimi yükselttim. “Daha olmadı kahve, ne yapayım soğuk mu getireyim?”

Ben bu evde barista mıydım? Sabah akşam ya babama ya Özgür’e kahve yaparken buluyordum kendimi. Gerçi hiçbir şikayetim de yoktu aslında. Benim yaptığım herhangi bir şeyi içmeleri ya da yemeleri daha önce tatmadığım hoş bir keyifle sarmalanmama sebep oluyordu.

İlk homurdanmasını salondan buraya bağırarak yapmış olsa da, ben kendi cümlemi bitiremeden Özgür mutfağın kapısında belirmişti. “Aç ağzını, şeker yoksa ağzında atacağım kendimi balkondan. Yiyorsun biliyorum.”

Kıkırdadım. Ağzımdaki kahveli şekeri dilimin ucunda dengede kalacak şekilde ona gösterdiğimde kendini tutamayıp o da gülmüştü.

“Balkondan atlama lütfen,” dedim hüzünle.

Abartılı hüzün oyunum keyfini yerine getirmişti. Yanıma yaklaşıp yanağımdan sertçe öptü. “Abisine kıyamıyor muymuş benim çığırtkanım?”

“İki fincan kahve yapıyorum, biri boşa gider diye…”

Yüzündeki ifade dondu. Kaşları çatılırken dudaklarımı birbirine bastırıp kenarlarından yükselen cezvedeki kahveyi fincanlara paylaştırdım.

“Öpücüğümü geri ver, hak etmiyorsun.”

Ciddi bir biçimde istediği şeye gözlerimi kırpıştırarak baktım. “Tamam,” dedim sessizce.

Parmak ucumda hafifçe yükselip yanağımı dudaklarına doğru yapıştırdım ve geri çektim. “Oldu mu?”

“Neresi oldu? Tekrar öptürdün kendini, sinsi.”

“Sinsi ne demek biliyorum!” dedim ters ters. “Sensin o.”

“Çok korktum güzelim, bilmiyorsun diye söylemiştim ben de. Affet beni o zaman.”

Beni ciddiye almamasına oflayarak kendi fincanımı alıp kapıya yöneldim. “Peşimden gelme, balkonda tek içeceğim ben kahvemi.”

Arkamdan geldiğini adım seslerinden duysam da umursamadım. “Hadi ya, niye? Babanın balkonu mu orası?”

Kafam karışmış halde ona doğru döndüm. Kahvem dökülmesin diye dikkat etmeye çalışıyordum bir yandan da. “Babamın balkonu,” dedim neyi sorduğunu anlayamasam da cevaplayarak. “Ne oldu ki?”

Özgür bir an duraksadı. Ardından koca bir kahkaha attı. “Yürü balkona çığırtkan, yürü. Tek lokmada yutacağım şimdi seni. Tipe bak.”

Başka bir şey söylemeden balkona doğru ilerledim.

Bu evde dolmak üzere olan bir ayda kazandığım alışkanlıklar ve bazıları babamla bazıları Özgür’le, bazıları da her ikisiyle birlikte olan rutinlerim benliğimin bir köşesine silinse de izi kalacak kadar derin şekilde kazınmıştı artık.

Kahvaltı için Özgür’ü zorla uyandırdığım, kahve yaptığımda babamın iltifatlarla Özgür’ün ise laf soka soka içtiği, balkonda oturduğumuz, banyoya önce girmek için Özgür’e duygu sömürüsü yaptığım, babamla uyuduğum anlar bahsettiğim rutinlerin yarısı bile değildi. Farkında olamadıklarım da dahil edilse elimde koca bir liste olurdu.

“Yavrum balkonda mısın?”

Biz balkona çıktıktan beş on dakika sonra babamın sesi boğuk şekilde içeriden yükseldiğinde bekletmeden yanıtladım. “Evet, geleyim mi?” diye sorsam da merakla zaten ayaklanmıştım hemen.

Balkondan salona geçtiğimde babam da aynı anda salondan içeri girmekteydi. “Hazırlanır mısın, küçük bir işimiz var seninle?”

“Ne işimiz var?” diye sordum azalmak yerine artan merakımla.

“Amcanın yanına uğrayacağız,” demeden önce biraz duraksamıştı. Benzer bir duraksamayı o sustuğu anda bu kez ben yaşadım. “Neden? Bir şey mi old-…”

Titremesine engel olamadığım sesimle sorularıma devam edecekken babam bir elini kaldırıp yanağıma yasladı. “Bir şey yok, endişe etmemen gerektiği konusunda ne konuştuk seninle? Hani babaya güveniyorduk bebeğim?”

Dört gün önce, onunla birlikte spor salonuna gittiğimde kahve içtiğimiz sırada açılan konu devamında bir daha anılmamıştı. Bu dört günün üçünü babamla, birini de Özgür ve Mayıs’la birlikte geçirmiştim. Babamla geçirdiğim günlerde, ilk günden tek ve en büyük farklılık dersleri izleme hakkımı kaybetmemdi. Derslere bir kenardan izleyici olmak yerine babamın işi bitene dek içerideki kafede -bir masa ilerimde babamın diktiği gözcü olacak şekilde- kahve içmekle meşgul olmuştum.

“Güveniyorum ki,” dedim uslu bir şekilde. Yalan da değildi, elim yanağıma çıkmak için bir an bile kasılmamıştı. Gerçekten güveniyordum babama.

“O zaman sorun yok, giyin hadi. Amcan bizi bekliyor.”

Başımı salladım ‘tamam’ der gibi. “Elbise giyeyim mi?”

“Giyme dersem ne giyeceksin acaba?”

“Giyme desen de elbise giyeceğim,” dedim dürüst bir biçimde. Yanağımdaki eliyle tenimi hafifçe okşadı. “Şaşırmadım bu cevaba, git giyin elbiseni bakalım.”

Gülümsedim. Elini yanağımdan çekip bana gitmem için fırsat yarattığında odama doğru yola koyulmadan önce sabahtan beri içimde tuttuğum bilgiyi onunla da paylaşıverdim bir anda.

“Bir ay oldu,” dedim dudağımın kenarını ısırırken.

“Biliyorum,” demekte gecikmedi. Tarihleri hesaplayan tek kişi değildim belli ki.

“İyi,” dedim bir an ne diyeceğimi bilemeyip saçma bir şekilde. Az önce yanağımı tutmak için havalanan kolu bu kez sırtıma dolandı. Beni göğsüne doğru çekip kendine yasladı.

“Bir ay yakında bir yıl olacak, bir yıl da beş yıl olur sonra… Sürelerle bir işimiz yok.”

Bir ayın sonunda Yunanistan’a döneceğimi söyleyerek karşısına çıkmışken, şimdi yanından bir saat ayrıldığımda elim ayağım titreyerek yoksunluğunu çeker haldeydim. Beklenmedikti, ancak asıl beklenmedik olan bunun karşılıklı oluşuydu. Ben onsuzken nasıl eksik hissediyorsam, o da bensizken eksikti. Bunu bana belli etmekten, hatta sözleriyle de tamamen altını çizmekten hiç kaçınmıyordu.

“Yok,” diyerek son kelimesini tekrar ettim onaylamak ister gibi.

Bir dakikadan kısa süren bir sarılmanın ardından kollarından ayrıldım. “Korel de orada mıdır? Belki onu da görebilirim gidince.”

Son dört günü babam ve abim arasında git gel şeklinde geçirmemin asıl sebebi Korel’in artık aktif olarak mesleğine dönmüş olmasıydı. Amcam yeni birini ayarlayabileceğini söylemişti ancak ben istememiştim. Korel’e denk gelmek büyük bir şanstı, ikinci kez benzer bir şansa sahip olacağımı düşünmüyordum. Garip biriyle uğraşmak gibi bir zevkim de yoktu.

Bir süre babamlarla idare edebilirdim. Hem bu şekilde olduğunda kısa zaman sonra özgürlüğüm kısıtlanmadan tek başıma da hareket edebileceğim konusunda kendimi ikna etmek daha kolaydı. Peşinize bir koruma takıldığında kendinizi güvende ama kafese tıkılmış hissediyordunuz.

“Oradadır belki, denersin şansını.”

Babam her zamanki gibi kendi dışında herhangi birini görmek istemem ya da merak etmemden hoşlanmadığını belli ede ede cevapladığında gülerek yanından ayrılıp odama doğru ilerledim.

Timur Akdoğan’ın dışarıdan bakıldığında asla kurşun geçirmeyecek gibi görünen hissiz duvarı, basit kıskançlıklarla o kadar hızlı yıkılıyordu ki onun üzerindeki bu etkimden delice zevk alıyordum.

Elimden geldiğince hızlı hazırlanmıştım. Yarım saatten kısa bir süre sonra üstümde kalın askılı, üstüme tamamen yapışan esnek kumaşlı açık mavi kısa bir elbiseyle odamdan çıktığımda babam çoktan hazır olduğu için direkt çıkmıştık evden.

Özgür antrenmana gideceği için peşimize takılmamıştı ama benim kadar durumu merak ettiğinin farkındaydım çıkmadan önceki sorularından. Akşam Mayıs’la görüşeceğim için onu da orada muhtemelen göreceğimi biliyordum, merakı Eraslanların evinde son bulurdu rahat rahat.

“Elbiseni özellikle mi gözlerinle aynı renk seçtin?”

Emniyet kemerimi taktığım sırada babamın sorusuyla ona doğru döndüm. “Hım?”

“Gözlerin az dikkat çekiyordu sanki, şu an gözlerinden başka bir şeye bakamıyorum resmen.”

Gülümsedim. “Benim gözlerim mi daha güzel, annemin gözleri mi daha güzeldi?”

Yakından fotoğrafları çekilse asla kimsenin ayırt edemeyeceği, tıpatıp benzer gözlere sahiptik annemle. Bu nedenle sorum hiçbir anlam ifade etmiyordu.

Babamın da gülümsediğini gördüm. Araba hareket etmeye başladığı için dümdüz karşıya bakıyordu ama bu dudaklarının kıvrıldığını görmeme engel olmamıştı. Fakat gülümseyişinin benimkiyle aynı olduğunu savunamazdım. Ben gerçekten gülümsemiştim, oysa babamın gülümsemesinde koca bir burukluk saklıydı.

Annemi andığım anlarda hep yaptığı gibi bakışları anlamlandırmakta zorlandığım buğulara karışmış, kendisi düşüncelerinde gezinirken beni kendi düşüncelerimle baş başa bırakmıştı.

İki hafta kadar önce eşleştirmesini yaptığım için arabayı müzikle doldurmam telefonumdan bir iki yere basmamla kolayca gerçekleşmişti. Neredeyse onuncu şarkının ortalarındayken artık araba yavaşlamış ve sonunda da durmuştu.

Daha önce Korel’le birlikte geldiğim polis merkezinin önündeydik. Arabadan inerken çantamı da kavrayıp omuzuma astım.

Yol boyunca hiç sesini duymadığım için babam konuştuğunda direkt ona dönmüştüm kıstığım gözlerimle. “Nereye koştur koştur, gelir misin yanıma?”

Girişi bildiğim için oraya yönelecektim aslında ama babam bu fikrimi beğenmişe benzemiyordu. İtiraz etmeden yanına gidip ayağımdaki rahat spor ayakkabılar sayesinde acısız şekilde yerimde sallandım. “Geldim.”

“Elimi de tut, kaybolma içeri girince.”

Kaybolmayacağımı ikimiz de biliyorduk ancak bu benim elini tutma teklifini geri çevirmek gibi bir aptallık yapacağım anlamına gelmiyordu. Elini tutup büyük avucunun içinde kendi elimin yok olmasına güldüğüm sırada içeri adımlamaya başlamıştık.

Dakikalar sonra artık amcamın bulunduğu kattaydık. Babam direkt olarak odasına doğru yönelecekken gözüme çarpan tanıdık yüz adımlarımı yavaşlatmama ve yerimde biraz dönmeme sebep oldu.

“Korel?” diyerek yanılmadığımı kendime kanıtlamak için konuştum. Yanımızdan geçmekte olan kişinin o olduğunu, ismini söylediğim anda durmasıyla kesinleştirmiştim.

İsmini kimden duyduğunu görünce yüzünde alışkın olduğum hoş bir gülümseme belirdi. Ancak birkaç saniye içinde gülümsemesi dağılmış ve yerine hafif endişeli, sorgu dolu bir ifade gelmişti. “Bir sorun yok değil mi?”

Elimi tutuyor olan babama doğru baktım göz ucuyla. Ardından yeniden Korel’e döndüm. “Hayır, amcamın yanına geldik.”

Babamla da kısaca selamlaştılar. Onların bitirmesini beklerken ben de etrafı süzmekle meşguldüm. Bakışlarımı çevrede gezdirirken sağımızdaki masalardan birine kalçasını yaslamış, kolları göğsünde bağlı şekilde göz kırpmadan buraya bakan birini görmüştüm.

Kaşlarım havalanmış halde, siyah saçları gevşek bir topuz ile başının tepesinde tutturulmuş ve üstünde saçlarına uygun şekilde siyah bir pantolon ve gömlek bulunan kadını inceledim kısa bir an. Gerçekten bize bakıyordu.

Korel’e doğru dönecek gibi olduğumda aklıma birden gelen ayrıntıyla dudaklarım kıvrıldı. Sanırım kadının kim olduğunu bulmuştum, yani en azından bulduğuma inanıyordum.

“Korel,” diyerek babamla olan kısa sohbetlerine ortadan daldım. “Delip geçen bakışlarıyla burayı izleyen siyah saçlı kadın, Özlem olabilir mi?”

Küçük bir düşünme süresinin ardından Korel’in sevgilisinin adını anımsayabilmiştim. Telefonda konuşurken yaşanan yanlış anlaşılmanın bir benzeri şimdi tekrarlanıyordu. Üzerimdeki buraya ait olmadığımı belli eden elbisemle birlikte Korel’i onu tanıdığım belli olacak şekilde durdurmuştum az önce. Özlem’in sevgilisini -ve beni- gözleriyle boğuyormuş gibi bakması bundandı sanırım.

Korel dediklerimi duyduğunda kısaca etrafına bakındı. Solunda kalan masadaki bedeni gördüğünde dudakları kıvrılmıştı. “Tam olarak o, doğru tahmin.”

“Harika,” dedim omuzlarımı kaldırıp indirdikten sonra. “Yanına gidip durumu açıklamak için pek süren kalmadı gibi görünüyor, bence koş.”

Korel gülerek beni onayladı. “Kaçtım ben o zaman, iyi günler Timur Bey.” İlk kısmı bana, kalanını babama bakarak söyledikten sonra yanımızdan ayrılıp Özlem’e doğru ilerlemeye başladı.

Bizi pek anlamışa benzemeyen babam elalarını yüzüme dikmişken gözlerimi kırpıştırdım. “Anlatırım sonra, içeri girelim mi artık?”

“Girelim bakalım, böyle mırıl mırıl bir şey istediğinde sanki hayır diyebilirmişim gibi soruyorsun ya bi’ de…”

Kıkırdayarak elini daha sıkı tuttum. Amcamın bulunduğu odanın kapısını çalıp onay geldikten sonra girdiğimizde içeride bir tek o vardı.

“Odam birden aydınlandı mı, ne oluyor bu nasıl bir ışık?”

Abartarak bize doğru adımlayan amcamı gülerek izledim. Yanımıza vardığında kollarını iki yana açtı. Sarılmak için ona doğru yaklaşacakken bir elimi babamdan çekemediğimi fark edince şaşkın şaşkın bakışlarımı aşağıya doğru çevirdim. Babam elimi bırakmıyordu.

“Abicim elin takılı kalmış, bıraksan da sarılsak artık.”

“Tek kolunla sarıl, yeter Emre’ye o kadar.”

Sırıttım. “Tamam,” dediğimde amcam üzgün, babam memnun duruyordu. Bir kolumu omuzundan diğerine doğru sarıp amcama yanaştım. Sarılışımız sonlandığında geri çekilecekken yanağını öpmüştüm ses çıkartarak.

Üzgün ve memnun olma rolleri öpücüğümle birlikte yer değiştirince hallerine güldüm. Bugün fazlasıyla güldüğüm bir gün oluyordu.

Biraz sonra amcamın masasının önündeki koltuklardaydık. Masanın tam karşısında duran ikili deri koltukta ben ve babam varken, çaprazımızdaki tekli koltukta da amcam oturuyordu.

“Bir şey içer misiniz?” diye sorduğunda ben başımı iki yana salladım. Babam da olumsuz yanıt verdiğinde amcam derin bir nefes aldı. “Konuya giriş yaptın mı hiç abi?” diye önce babama dönüp sorunca merakım artmıştı.

“Hayır, yapmamamı söylemedin mi?”

“Söyledim,” derken amcam biraz yorgun görünmüştü gözüme. “Çünkü yeğenime halledeceğime dair söz verdim, bana güvenmesini sağladım. Açıklama yapma işi de benim.”

“Konuya başlasanız olur mu?” diye sordum dayanamayıp. “Böyle biraz korkmaya başladım, çok kötü bir şey mi? Ondan mı kimin söyleyeceğini tam seçemediniz?”

Amcam kucağımda duran ellerimi iki eliyle ayrı ayrı kavradı. Oturduğu yerde öne doğru gelip bana yaklaşmıştı.

“Çok kötü bir şey yok,” dediğinde rahatladığım söylenemezdi. “Az kötü bir şey mi var o zaman?” dedim dudaklarım bükülmeye başlarken.

Gözlerini kıstı. Ellerimi hafifçe, ısıtmaya çalışır gibi okşadı. “Kötü bir şey yok, gerçi iyi bir şeyin olmaması da kötü bir şey sayılır mı bilmiyorum.”

Aklımın karıştığını yüzüme yansıtmaktan hiç çekinmedim. Bu sırada amcam konuşmaya devam etmişti. “O adamı bulamıyorum, Despina. Günlerdir tüm dikkatimle birlikte bu konuyla uğraşıyorum ama şehir dışına çıkmadığından emin olduğum halde onu bu şehirde bulamıyorum.”

Omuzlarım düştü. Bu küskün ya da kırgın bir düşüş değildi, omuzlarıma aynı anda ağır yükler bırakılmış gibi olduğum yerde küçülmüştüm.

“Tamam,” dedim. “Önemli değil.”

O gün, Nikolos’un arabadayken karşımda belirdiği gün, amcamın bana güvence veren sözlerine aslında sıkıca tutunmuş olduğumu şimdi olumsuz bir şeyler duyunca fark etmiştim. Onun polis oluşuna, bana söz vermesine güvenmiş ve kısa bir süre içinde kâbusumun -en azından en yeni olan kâbusumun- sonlanacağına inanmıştım.

“Önemli, canım benim. Çok önemli hem de, sakın önem vermediğimden bir sonuca ulaşamadım sanma. Bugüne dek bulamadım diye bir kenara çekilecek de değilim. Beni yanlış anlarsan çok üzülürüm Despina.”

“Yanlış anlamıyorum,” dedim sessizce. Sadece durumu içimden kabullenmeye çalışıyordum.

Amcam bir süre daha benzer şeyler söyleyerek benimle konuştu. Ben de ona sakince onay verdim. Ellerimi sıkıca tutmuş, konuşma boyunca da hiç bırakmamıştı.

“Emre,” diyen babama ait ses birden kulaklarımıza dolduğunda amcamla aynı anda babama doğru döndük. O ana dek sessiz kalmayı seçmişti. Çoğu zaman bu konu açılınca sessizleşiyordu zaten, bu nedenle halini garip bulmamıştım. Konu ne zaman Nikolos olsa babamın bir süre içine kapanıp düşünceleriyle savaşır hale gelmesi bir rutindi artık.

“Efendim abi?”

Öylesine bir soru ya da belki konuyu kapatacak bir cümle çıkmasını beklediğim dudaklarından dökülenlerle yerimde elektrik akımına kapılmışım gibi irkilmiştim.

“Babalık davası açtığımızda bir şekilde ortaya çıkması gerekir, değil mi?”

Amcamın yüzünde beliren gülümsemenin aksine benim yüzümde donakalmış bir ifadeden başka hiçbir şey yoktu. Babamdan böyle bir şey duymayı beklemiyordum, belki beklenilebilir bir tepkiydi ama ben ondan adım gelmedikçe olumlu olan hiçbir şeyi kendi kendime aklımda kurmuyor, elimden geldiğince kendimi bu şekilde güvenceye almaya çalışıyordum.

“Güle oynaya karşılayacağı bir haber olduğunu sanmıyorum, en azından itiraz yoluna gitmeye çalışacaktır. Evet, ortaya çıkması ya da en azından onu bulmamız için bir hata yapması adına gayet iyi bir seçenek olurdu bu.”

Amcam hızlı hızlı olumlu şeyler söyledikten sonra bana döndü. “Despina Akdoğan mı olacaksın kız sen?” derken heyecanlı duruyordu.

Sesli bir biçimde iç çekip bakışlarımı yavaş yavaş babama doğru çevirdim. Ellerim amcamda olduğu için yarı dönebilmiştim sadece. Amcamın sorusunu o cevaplasın istercesine beklentiyle yüzüne baktım.

“Geç bile kaldık,” dediğinde sanki kendiyle konuşuyor gibiydi. “Belki de sana biraz daha zaman gerekiyordu ama bak, işe yarar bir seçenekmiş. Yapmamız gerekiyor.”

Sanki hayır diyecekmişim gibi beni ikna etme çabasına dudaklarım belli belirsiz kıvrıldı. İşe yaramaz bir seçenek olsa da onay vereceğimi göremiyor muydu? Biz biraz birbirini göremeyen, görüp de okumayı bilmeyen bir baba-kız olabiliyorduk bazen.

“Despina Akdoğan hiç güzel olmadı,” dedim kıvrılan dudaklarımı kontrol altına alıp düz hale getirdikten sonra. Birkaç kelimeden ibaret cümlem ikisinin de kasılmasına sebep olmuştu. Amcamı ellerinden, babamı da dikkatle baktığım yüzünden anbean takip edebiliyordum.

“Olmadı mı?” diye sordu babam az önceye oranla çok daha kısık bir sesle. Başımı iki yana salladım. Yavaşça ellerimi amcamdan çekip bedenimi koltukta tamamen babama doğru çevirdim. “Boş kaldı gibi böyle.”

“İstemiyor musun yani?” diye yine soruyla karşılık verdi. Elalarındaki rengin solduğunu, bakışlarının keyiften yoksun sönük bir hal aldığını gördüğümde dayanamayarak kollarımı bebek gibi ona doğru uzatıp beni sarmasını bekledim.

Sözlerimin ona iyi gelmemiş olmasına rağmen bir an bile düşünmeden beni kendisine doğru çekti. Yüzüm omuzuna düşmeden önce mırıldandım. “Despina Ahu Akdoğan olsam, olmaz mı?”

Babamın bedeni söylediklerimle birlikte aniden çözülmüş, ben omuzuna yaslandığımda artık kasılmış halinden eser kalmamıştı. Amcamın derin bir nefes verdiğini duyumsadım aynı anda. O da babam kadar olmasa da stres olmuştu benim az önceki tepkime.

“Kalbimle zorun var senin, böyle şakaları git abine yap. Ben yaşlıyım yavrum.” Başını eğip yüzünü saçlarıma yasladıktan sonra kulağıma doğru kısık bir sesle konuşmuştu. Söyledikleri gülmeme sebep oldu.

“Timur’un Ahu’su olabilir miyim yani?” dedim cevabı almam çok önemliymiş gibi hızlı hızlı.

Saçlarımı derince kokladığını hissettim. “Timur’un her şeyi olabilirsin sen.”

Ofladım. “Her şeyin değil miyim zaten, olabilirsin demen kırıcı biraz.”

Amcamın bize şahit olduğunu belli eden kahkahası yükselirken babam da kısık bir nefes vererek saçlarımın üzerinde güldü. “Her şeyimsin, evet. Timur’un her şeyisin, hem her şeyisin hem birtanesisin.”

 

~

 

“Nefret ediyorum motorundan!”

Nefes nefese bağırdığımda Özgür sanki yoldaki başka insanlara bağırıyormuşum gibi sakin sakin kaskını çıkartmakla uğraşıyordu.

“Ya kime diyorum ben,” dedim bıkkınlıkla.

Amcamın yanından eve döndüğümüzde içim içime sığmaz bir haldeydim. Babamın artık gerçekten babam olarak anılacağını, soyadımın nefret ettiğim bir adamı değil babamı ve ona ait her şeyi anımsatacağını düşündükçe kendi kendime delirmiş gibi gülüyordum. Babam benim bu halimi keyifle izlemiş, birbirimize gülüp durmuştuk.

Evde benimle bir saat kadar kalmıştı. Spor salonuna geçeceği için beni Özgür’le bırakmıştı. Zaten günün planı buydu. Biz döndükten sonra babamın gideceğini biliyordum. Özgür’le de evde oyalanmak yerine kararlaştırdığımız saatten biraz erken olmuş olsa da Mayıs’ın yanına doğru yola koyulmuştuk.

Yoldan kastım konforlu ve hoş bir yolculuk kesinlikle değildi.

Arabasını bakıma verdiğini söyleyerek beni motora bindirmiş, elbisemi bahane etmeme izin vermeden neresinden çıkarttığını anlayamadığım bir gömleği de belime bağlamıştı.

Otoparktan çıkmak üzereyken fark ettiğim beyaz araba ile birlikte ise kandırıldığımı son anda anlamıştım. Arabası bakımda falan değildi, sadece her zamanki yerine değil biraz daha ileriye park etmişti.

Kendimi motordan atmadığım sürece müdahale edemeyeceğim için Mayısların evine dek motorun üstünde kalmam ve asla hızını düşürmeden motoru kullanıp beni delirten Özgür’e sıkı sıkı tutunmam gerekmişti.

“Bana diyorsun gibi sanki, çığırtkan.”

Asla ciddiye alınmadığım için sinirlerim iyice bozulmuş halde onu beklemeden belimdeki gömleği çözüp kafasına attıktan sonra binaya doğru ilerlemeye başladım. Bina kapısının açık oluşundan faydalanıp hızla içeri girdikten sonra kapıyı Özgür gelmeden kapatmıştım. Sevgilisi açardı, bekleyebilirdi biraz.

Asansöre binip beşinci kata olan kısa yolculuğumu tamamladığımda artık kattaydım. Evde her seferinde on altı kat çıkmayı beklemek bazen ölüm gibi oluyordu. Burası da bizim evden lüks açısından pek farklı durmuyordu ve en üst katı beşinci kata denk geliyordu. Biz de böyle bir yerde olabilirdik. Asansörde sıkıldığımda uyuyasım geliyordu kenarda.

Asansörün kapısı açıldığında dairenin kapısının da çoktan açılmış olduğunu gördüm. Mayıs kapıya yaslanmış halde üzerindeki şortlu pijama takımıyla dikiliyordu.

“Ben geldim,” diyerek sırıttığımda kıkırdadı. “Hoş geldin Despoşum, bir de hediyen olacaktı yanında ama onu getirmedin sanırım.”

Yüzümü buruştururken ayakkabılarımdan kurtulmakla uğraşıyordum bir yandan da. “Keşke getirmeseydim,” dedim söylenerek.

Mayıs yakınmama gülerken içeri geçebilmem için kapıyı tamamen açıp geri çekilmişti. Ben eve girdiğimde arkamdan asansörün kapısının açılacağını belli eden ses duyulunca başımla orayı işaret ettim. “Al bak geldi hediyen, güle güle kullan.”

Onların sırnaşık hallerine şahit olmamak için içeri girmeye karar verdiğim sırada aklıma gelen detayla birlikte hızla Mayıs’a döndüm. “Kedi nerede?”

“Abimin odasında, kapı kapalı. Oraya girmediğin sürece güvendesin.” dediği sırada artık Özgür bize fazlasıyla yaklaşmış olduğu için kalan kısımda sadece benim duyabileceğim şekilde fısıldadı. “Ama girmek istersen oradan alıp odama götürürüm, haber ver bana-…”

Bitirmesine izin vermeden omuzundan ittirdim susması için. Yeterince konuşmuştu gerçi. Bu kısımdan sonra sussa da bir şeye yaramıyordu.

Sinir bozma konusunda yılın çifti ödülüne aday olan ikiliyi yalnız bırakıp salona doğru ilerledim. Birkaç dakika gelmeyeceklerini düşünüyordum. Öpüşüp koklaşmaları genelde bu kadar zaman alıyordu, öğrenmiştim.

Salona girdiğimde bir koltuğa yerleşip oturmak yerine gözümün takıldığı köşeye doğru yürüdüm yavaşça. Televizyon ünitesinin sağında duran açık raflı dolabın ortadaki iki katında dizili çerçeveler vardı. İçlerindeki fotoğrafların çok yeni olmadığını anlamak için Mayıs’a bakmam yeterli olmuştu. Küçücüktü.

Fotoğrafların neredeyse hepsinde Mayıs vardı. Yanında olan insanlar zaman zaman değişmişti ama ortak nokta hep Mayıs’tı.

Bakışlarım istemsizce evin diğer üyesini aradı fotoğraf karelerinde. Pars neredeydi?

Alt rafın sağında duran gümüş renkli çerçeveye baktığımda aradığımı bulmuştum. Mayıs’ın en fazla 9-10 yaşlarında durduğu karede, aralarındaki dört yaş farktan hesapladığım şekilde 13-14 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim Pars vardı.

İkisinin arasında dizlerini kırarak çökmüş, kollarını sıkıca onlara dolamış otuzlu yaşlardaki kadının kim olduğunu fazla düşünmeme gerek yoktu. Mayıs’a benziyordu. Bu denli yüksek bir benzerlik bana anneleri olduğunu haykırmıştı.

Deniz kenarında, Mayıs’ın üstünde tatlı sarı bir çocuk mayosu ve Pars’ın da lacivert bir şortla duruyorken çekilen fotoğrafta kadının üstünde siyah bir bikini vardı. Bu ayrıntı normalde herhangi bir şey ifade etmeyebilirdi ancak boynundan göğsüne doğru sarkan siyah bir ipin ucundaki parlak yeşil taşa gözüm aşinaydı.

Bakar bakmaz kadında dikkatimi çeken ilk şeyin Mayıs’la benzerliği dışında bu taş olması, o yeşil taşı ve aslında direkt olarak o kolyeyi bir yerden tanıyor olmamdandı.

Pars’ın karşısına her geçtiğimde göz hizamda kalıyor olan yeşil taşı nerede görsem tanıyacak haldeydim artık. Beni özellikle son zamanlarda o kadar sık o taşla karşı karşıya bırakıyordu ki resmen ezberimdeydi.

Kadının kolyesinin bir eşini ya da belki de direkt o kolyeyi Pars taşıyordu boynunda.

Parmaklarım fotoğrafa doğru uzandı. Çerçeveyi kaldırıp kendime doğru yaklaştırdım. Üçünün de gülümsediği, arkadan vuran güneşin ısısının sanki gerçekten hissedilebileceği kadar sıcak bir fotoğraftı.

Zihnimdeki bilgileri taradım hızla. Mayıs’ın daha önce annesiyle ilgili herhangi bir şey söyleyip söylemediğini düşündüm. Elim boştu. Hiçbir şey bulamamıştım bu konuda zihnimde beliren.

Aniden sorulabilecek bir konu değildi. Zamanının gelmesini bekleyecektim. Karşısına geçip saçmalamak istemiyordum.

Fotoğrafı yerine bırakıp oturmak için koltuğa yönelmeden önce bakışlarım en son fotoğraftaki oğlan çocuğunu buldu yine.

Yüz hatları bugüne oranla çok daha yumuşak ve dolgundu. Bedeninde de o iri kas boğumları yerine ergenliğe girmek üzere bir çocukta olması muhtemel olan hafif bir kilo görünüyordu. Gülümseyerek fotoğrafı yerine koydum. Pars Eraslan’ın annesinin karnından kasla çıkmamış olması şaşırtıcıydı, oysa ben gerodeménos olarak doğduğuna kendimi hazırlamıştım aslında…

Özgür ve Mayıs salona girdiğinde ben çoktan tekli koltuklardan birine yerleşmiştim. Oturduğum yerde yayılarak onların birbirlerine dolanmış halde içeri girip koltuğa yan yana oturmalarını seyrettim.

“Siz sarılıp koklaşın diye mi toplandık bu akşam? Eğer öyleyse ben uyuyacağım.”

Homurdandığımda Özgür pis pis gülmekle yetinmiş, Mayıs ise panikle yerinde doğrulup bana doğru uzanmaya çalışmıştı. “Hayır! Özgür zorla kendini dahil etti bu akşama, bizim akşamımız bu Despoşum. Sen ne istersen onu yapabiliriz.”

Kollarımı göğsümde birleştirdim. “Özgür’e değil bana sarıl, ilk isteğim bu.”

Mayıs göz ucuyla sevgilisine baktıktan sonra bana döndüğü anda ayaklandı. “Tamam,” dedi uslu uslu. “Sarılayım sana.”

Özgür oyuncağı elinden kapılmış, üstüne üstlük gıcık olduğu arkadaşına verilmiş bir çocuk rolüne bürünmekte hiç gecikmedi. Suratını asarak, benim yanıma gelen Mayıs’a baktıktan sonra yerinde doğruldu. “Sen eve dönmeyeceğiz sanıyorsun herhalde çığırtkan, oyna tabii sevgilimin zaafına. Acındır kendini.”

Mayıs’a sıkıca sarılıp omuzunun üstünden Özgür’e baktım. Dil çıkarttıktan sonra rahatlıkla karşılık vermiştim. “Evde de babam var, sence bana bir şey yapabilir misin hırsız?”

Kısa bir an düşündü. Yüzü düşünce doğru cevabı bulduğunu anlamıştım. Keyifle Mayıs’a daha sıkı sarıldım. “Canım arkadaşım ya, saatlerce sarılsam da sıkılmam gibi.”

Mayıs onun üzerinden atışmamıza kıkırdarken sırtımı sıvazladı. “Despoşum ben de sarılalım isterim saatlerce, ama kollarım ağrıyabilir. Yalnız eğer istersen, kolları günlerce sarılsan da ağrımayacak kadar güçlü bir tanıdığım var-…”

Mayıs’ı üstümden ittim. “Git şuradan boğacağım şimdi seni, birbirinizi mi örnek alıyorsunuz sevgilinle ya?”

“Özgür de mi sana abimi ayarlamak istiyor?” diye şaşkın şaşkın mırıldandığında sesi Özgür’e gitmemiş olacak ki henüz üstümüze bir şeyler uçmamış ya da kulaklarımız gür sesiyle çınlamamıştı.

“Ne?” dedim şokla. “Hayır, aptalcım. Onu mu diyorum ya, of.”

Sıkılmışlıkla Mayıs’ı sevgilisinin yanına iteledim. Babamın dersi kaçta biterdi acaba, beni buradan alsa mıydı? Yoksa ya Mayıs’ı ya da Özgür’ü camdan atacaktım.

Mayıs, Özgür’ün yanına döndüğünde Özgür tam ağzını açacaktı ki kapı zili duyuldu. Özgür kaşları çatık halde Mayıs’a baktı. “Birini mi bekliyoruz?”

“Abim gelmiştir belki, işi vardı ama iptal olduysa…”

Yüzüme nasıl yansıdığını bilmediğim çünkü içimde de ne uyandırdığını çözemediğim bir his bulutuyla kaplandığım sırada Mayıs Özgür’e sıkıca yapıştı. “Despoşum kapıyı açsana sen, ben de Özgür’e bir sır vereceğim o sırada.”

Uzatmadan ayağa kalktım.

Canımıza minnet çünkü hayatım, gidip açalım kapıyı hemen… İç sesimin deyimlerle arası benden daha mı iyiydi acaba? Türk genlerimle daha kuvvetli bağları vardı galiba.

Mayıs’ın sır vermeyeceğini, ben kapıyı açarak Özgür’ü ya öperek ya sırnaşarak oyalayacağını bilecek kadar arkadaşımı tanıyordum. Ama ses çıkartmak yerine ayaklanıp kapıya ilerlemeyi seçmiştim. Bu detay sanıyorum ki iç sesimi haklı çıkartan kısımdı.

Kapıya ulaştığımda küçük delikten dışarıya baktım önce. Pars olmayan birine, ait olmadığım bir evde kapıyı açma fikrinden hoşlanmamıştım hiç.

Apartman boşluğunda duruyor olan Pars’ı gördüğümde ise geri çekilip kapıyı araladım çok oyalanmadan.

Pars’ın eve dönüşünün bizim burada olduğumuzu bilmesiyle bir ilgisi olmadığını bakışlarındaki anlık afallamadan çözmem zor olmamıştı. Kapıyı açıp karşısında belirenin ben olduğumu görünce saklayamayacağı kadar yoğun bir şaşkınlık belirmişti koyu mavilerinde.

“Merhaba,” diye mırıldandım onun sessiz kalmasına alışkın olmadığımdan ne diyeceğimi zorlukla seçip. Durmadan konuşup beni konuşmaktan alıkoymasına alışmıştım.

“Merhaba kocam deseydin keşke,” dedi birden. Gözlerim kocaman açılarak yerimde dondum. “Ne?” diyerek şokla konuştuğumda yüzümdeki ifade onu fazlasıyla eğlendirmişe benziyordu.

“Elimde market poşetleri var, evime geldim ve kapıyı aralıyorsun bana. Fazla evli hissettiren bir aktiviteydi, beğenmedin ama sanırım…”

Sona doğru alaycı bir hale bürünen tavrına kaşlarımı çatarak geriye doğru açılıp içeri girebileceği bir alan yarattım. Elinde gerçekten iki dolu poşet vardı. Poşetlerle birlikte içeriye girdiğinde kapıyı kapattım. Bir an için söylediği şeyi doğrulayacak gibi olmuştum. Gerçekten kapıyı açmam ve aslında onun evinde oluşumuz ilginç yerlere çekilebilirdi.

“Mayıs için geldim, Özgür de içeride.” dedim poşetleri yere bırakmasını izlerken.

“Başka bir zaman da benim için gel, Afrodit. Mümkünse Akdoğan’ı peşinden getirme tabii.”

Son anda eklediği, Özgür’le ilgili olan ikinci cümlesine gülümsedim hafifçe. Hayır, kendimi kandırıyordum. Beni gülümseten ikinci cümlesi değil, ilk cümlesiydi.

Dakikalar önce baktığım fotoğrafı aniden anımsayıp bakışlarımı boynuna çevirdim gülümseyişim sönmeden hemen önce. Siyah ip oradaydı. Bazen kıyafetlerinin üstüne çıkarttığı, bazen de şimdi olduğu gibi kumaşın ardında kalan küçük yeşil taş da ipin ucundaydı.

Bakışlarımın boynunda gezinmesini ne olarak yorumladı bilmiyorum ama bir şeyler söylemek üzere dudakları aralandı. Bunu fark ettiğimde gözlerimi boynundan dudaklarına doğru çıkarttım refleksle.

“İmkânsız anlarda mavilerin tehlikeli yerlerde gezinmesin, sabrıma karşı bu kadar da acımasız olma.”

Tehlikeli yer dudakları, imkânsız an da sanırım içeride olan ve her an buraya gelebilme ihtimalleri olan Özgür ve Mayıs’ın varlığıyla oluşan andı.

“Acımasız değilim,” diyebildim söylediklerinin arasından bu kısmı ayırarak. Bir yandan da konuyu dağıtmayı ummuştum aslında.

Gülecek gibi duran ama gülmek yerine yalnızca dudaklarını kıvırdığı değişik bir ifadeyle birden bana doğru tek bir adım attı. “Öylesine acımasızsın ki, minik tanrıça. Bunu bir gün sana kabul ettireceğim, kabul ettiğin gün dilediğin özürleri de kesinlikle zevkle dinleyeceğim.”

Hafifçe yutkundum. Fazla yakınımdaydı. Kokusunu yoğun almaya başladığımda algılarımın yarısı etkisiz hale geliyordu. Kokusuna bir de sıcaklığı eklendiğinde bu yarıya yarıya olan oran neredeyse bir bütüne yuvarlanıyordu. Daha da yaklaşırsa temas da edecektik, bu da sıcaklığını benimle paylaşacağı anlamına geliyordu.

Onu geriye itmek için sözlerimi mi yoksa ellerimi mi kullanmam gerektiği konusunda birkaç saniyelik bir ikileme düştüğümde beni bundan kurtaran ilahi bir ses yükselmişti aniden.

“Despina!” diye haykıran Özgür’ün sesi ne kadar ilahi kabul edilebilirse… O kadar ilahiydi işte.

Pars’ın imkânsız an tanımını doğrulayan Özgür’e içimden teşekkür ettiğim sırada bakışlarım Pars’ın bakışlarıyla çarpıştı.

Sanırım… Sanırım Pars da Özgür’e içinden teşekkürlerini iletiyordu. Hem de en içten teşekkürlerini…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm