Gözyaşı Kadehleri 22.Bölüm

 22.BÖLÜM



“Avucumdan daha küçük bir canlının yaşama tutunmak için savaşmasını izlemek… Kadın doğum da pediatri de benden uzak olsun, kaldıramıyorum.”

Ellerine tutuşturduğum dosyaları, servisteki hastaları kontrol ede ede doldurmaları ve akşama yetiştirmeleri gerekirken birbiriyle kesişen iki servisin arasında sohbet ederken bulduğum ekibe uzunca bir nefes vererek baktım uzaktan.

“Sevdiremedim mi ben size kadın doğumu?”

Sesimi ensesinden bir ürperti olarak duyduğundan emin olduğum, sırtı bana dönük olanlar donarken karşılarında duran ve konuştuğum anda göz göze geldiğim diğerleri ise her an koşacak gibilerdi.

“Sırf siz varsınız diye bile seçilir hocam, ben bu şekilde arkadaşa karşı çıkacakken ilahi bir şekilde belirdiniz hatta.”

Tek kaşım havalanırken karşımda yalanlarını sıkıyor olan Alper’i süzdüm. “Her gün benim peşimde dolansan, bizim serviste dursan sorun olmaz o zaman. Madem kararın kesin…”

Ağlayacak gibi bakıyordu. Yanındaki arkadaşları onun seçilmiş ve laf yemiş olmasından memnunken, tanıştığımızdan beri bir şekilde kanımın ısınmasına engel olamadığım Alper’i tamamen de ateş hattında tek bırakmak istememiştim. “Benimle kalıyorsun, siz de burada çene çalmak yerine elinize süs diye vermediğim dosyaları iki saat içinde odama bırakıyorsunuz.” İlk kısmı Alper’e, kalanı ise diğerlerine bakarak seslendirmiş ve fazlasıyla ciddi bir ifade takındığımdan hepsini saniyeler içinde dağıtmıştım.

“Benim cezam toplum içinde verilemeyecek kadar ağır mı hocam?”

Mazlum bir ifadeyle yüzünü düşürerek bana bakan Alper’e göz devirmemek için zor duruyordum. Sınırlarımı zorluyordu.

Takip etmese hastanede kaybolacakmış gibi dikkatle adımlarımı tekrarlayan Alper eşliğinde hasta odalarının olduğu kattan ayrıldığımızda hedefim aslında odama gitmek ve henüz yarım saatten fazla vakti olan bir sonraki hastamı beklemekti. Alper’i de yarı yolda azat edecek ve kendime huzurlu bir zaman dilimi yaratacaktım böylece.

Ancak asansöre daha binemeden üstümdeki önlüğün cebinde titremeye başlayan çağrı cihazı planlarımı baştan aşağı değiştirmişti.

Ekrana düşen kodu gördüğümde aynı anda asansörün kapısının açılması şansımaydı. Acilden yollanan çağrıya ne kadar hızlı ulaşırsam o kadar iyiydi.

Alper’le aynı anda acilin geniş girişinden geçtiğimizde karşımdaki manzara bir anlığına beni duraksattı. Tıka basa dolu olmasına alışkın olmadığım, zaman zaman yoğunluklar olsa da hiçbir zaman iğne atsan yere düşmez konuma gelmeyen acilde böylesi bir kalabalık beklemiyordum.

Yanıma doğru koşturan bir hemşireyi gördüğümde bakışlarım hızla ona çevrildi. “Çağrı hangi hasta içindi?”

“Hocam trafik kazası, bir alt caddede gerçekleşmiş. Birden fazla araç karışmış, araçlardan biri de okul servisiymiş. Çağrı atabildiğimiz herkese attık, size kim attı bilmiyorum.”

Etraftaki ağlayan seslerin büyük çoğunluğunun çocuklara ait oluşu ve bütün bu kalabalık hemşirenin açıklamasıyla anlam bulduğunda başımı salladım hafifçe. “Tamam, devam et sen.”

Onu oyalamak yerine hangi hastanın yanına gitmem gerektiğini bulmak için etrafa bakmaktaydım ki Alper’in dudaklarından fırlayan sesi duydum. “Hocam, solda!”

Konuştuktan hemen sonra yöneldiği tarafa ben de adımladığımda kalabalığın arasında kalmış sedyelerden birinde uzanan, kanlar içindeki yüzü görebildim. Çağırılma sebebim olduğunu açıkça kanıtlar şekilde karnındaki belirgin şişlikle uzanıyor olan kadın en fazla otuz yaşında görünüyordu.

“Açıl!” diye seslendiğimde kadının yanında duran bir iki kişi kenara çekilmiş, ona doğru yaklaşmama fırsat tanımışlardı. Durumunu öğrenmek için sorular soracağım sırada bakışlarım kadının yüzünde takılı kaldı. Şakağında, bir hemşire tarafından tampon yapılıyor olan geniş bir yara vardı.

Kadının nefessizce ağladığını gördüğümde toparlanarak yüzüne doğru eğildim. “Sakinleş,” diye seslendim usulca. “Hastanedesin, seninle ilgileneceğiz. Korkacak bir şey yok. Sen sakin kalmazsan bebeğine ve sana yardım edemem. Sorularıma cevap ver olur mu? Hadi.”

Kendini sakinleştiremiyor gibi görünse de ona bebeğiyle ilgili bir şey söylememin etkisiyle olacak ki biraz nefes almaya çabaladı. “Kaç haftalık hamilesin?”

“Otuz,” derken titreyen sesiyle birlikte gözyaşları artmıştı. Alper’in sürükleyerek yatağın yanına getirdiği ultrasona yeltenmedim. Çünkü burada kalıcı değildik. Kadının üstündeki dizüstü elbiseden dolayı açık kalan bacaklarına sızan sıvılara, karnındaki şişkinliğin kasıklarına yakınlığına bakarak ne durumda olduğunu fark etmemem mümkün değildi.

“Operasyon hazırlığı yapalım, hızlı bir şekilde Alper. Kafa travması ile ilgili kimseye haber vermediniz mi?”

Kadına duyurmak istemeden son kısmı başımı çevirip arkamda kalan birine sormuştum.

“Hocam herkes başka bir hastada, burada olmayan doktorlara da haber verildi ama henüz gelmiş değiller.”

Gözlerimi bir anlığına sıkıca kapatıp geri açtım. Kanamanın kontrol altında kalması için hastanın başına bastırılmış olan sargı bezlerinin altına dikkatlice baktığımda yoğun bir ezilme ile karşılaşmıştım.

“Ben sezaryene başlamadan önce gelen ilk uzmanı ameliyathaneye yönlendirmiş olun.”

Hemşirenin başıyla onaylamasının ardından yavaşça eğilip kadının yüzümü görebileceği şekilde ona baktım. “Bebeğine biraz erken kavuşacaksın, belki hiç güzel bir sebeple değil ama sonuçlarının güzel olması için çabalayacağız. Anlaştık mı?”

Korkuyla irileşen gözlerini görür görmez ona konuşma fırsatı vermeden ben devam ettim. “Bebeğin yaşama tutunabilecek kadar büyümüş, şimdi kısaca ultrasondan onu izleyelim ve birlikte yukarıya çıkıp sizi kavuşturalım. Bana izin verecek misin?”

Başımla işaret ettiğimde hemşire kadının karnını açığa çıkarmıştı. Herhangi bir darbe gözükmemesine, tek darbenin başındaki olmasına bir nebze rahatlamıştım. Doğumu başlatan karnından aldığı bir baskı değildi. Adrenalinin ve stresin altındaydı, bebeği de belli ki dünyaya varmak için bunu fırsat bilmişti.

Ultrasonda beni şaşırtan hiçbir şey yoktu. Haftasına göre her ölçümü sağlıklı görünen bir kız bebek sabırsızca dışarı çıkmayı bekliyordu. Geriye sadece bunu başarması için ona yardım etmem kalmıştı.

 

 

~

 

 

“Bekleseydin!” diye inler gibi soludum aynadaki aksime. “O yaranın kontrol edilmesini bekleseydin!”

Beyaz kısımlarından eser kalmayan, kıpkırmızı ince damarlarla çevrelenen gözlerime aynadan pür dikkat bakıyorken avuçlarım önünde durduğum lavabo fayansına kemiklerim kırılacakmış gibi sertçe tutunuyordu.

Bekleseydim… O kan akıtan yaranın düzgünce kontrolden geçmesini bekleseydim bu isyanı kusuyor olmayacaktım.

Doğumun başladığını, bekleyecek vaktimin olmadığını ve şansımı zorlayarak bekleyeceğim her saniyenin bebeğin yaşama tutunma ihtimalini düşüreceğini bilen mantığımın sesi yetersizdi. Onu bastıran, içimde kıyametler kopartan başka bir ses vardı çünkü.

Ne pahasına yaşatmıştım o bebeği?

Hastaneye getirilmeden önce kaza yerinde ölen babasının canı pahasına mı yoksa bebeğini yaşatabilmek için başındaki yara risk altındayken sezaryene alıp ölümüne bir yol çizdiğim annesinin canı pahasına mı?

Otuz haftalık, en az birkaç hafta boyunca etrafındaki makinelere bağımlı bir yaşam sürecek olan küçücük bir can avuçlamıştım dakikalar önce. O can, ömrü boyunca ne anne ne de baba kucağı bilemeyecekti.

Ben nasıl bir seçim yapmıştım? O bebeğe kıyametini, henüz dünyaya gözlerini aralamaya çabaladığı ilk anda götürmüştüm.

“Özür dilerim,” diye mırıldandım. Baktığım yerde sadece kendi yansımam vardı ama beni duyacakmış gibi konuşmaya çalıştığım kişi o minik bedendi. Birkaç kez tekrarladım. Soğuk fayansa tutunan parmaklarıma saplanan krampları, beni ayakta tutacak gücü kalmayan dizlerimi umursamadan olduğum gibi bekleyip susmadan özür diledim ondan.

Bulunduğum yere kimsenin girip çıkmıyor olması, hesaplayarak kendimi en az kişinin uğradığı lavaboya atmamdandı. Ameliyathane katında, kıyıda köşede kalan ve yalnızca personel kartıyla girildiğinden kimsenin kolay kolay gelmediği bir yerdeydim. Yaşadığım krizin ortasında kimseyle karşı karşıya kalmak istememiştim.

Ameliyattan çıktığımdan, bebeğin kuvöze alındığını ancak annenin kurtulamadığını kapıda bekleyen ve ben daha konuşamadan dahi yıkılmış görünen aileye anlattığımdan beri kendimde değildim.

İlk kez hasta kaybetmiyordum. Son olmadığını bilecek kadar da gerçekçiydim ama bu kez taşlar farklı yerden beni vurmuştu.

Annenin kaybını dile getirdiğim anda çığlık çığlığa ağlamaya başlayan tanıdıklarından birinin ağıtıyla birlikte aynı kazanın bebeğin babasına da mezar olduğunu öğrenmiştim.

İplerimin koptuğu an da buydu.

Kendim kadar yarım, kendim kadar kırık bir kız çocuğunun yaşama başlamasına yardım etmiştim. Üstelik yarımlığının, kırıklığının birden fazla yerinde benim de izlerim vardı.

Zihnimde susmayan sesler, vicdanımın bağırışlarıyla birleşerek beni allak bullak etmişken gözlerim kayar gibi oldu. Yorgunluğum fiziksel değildi fakat kalan her anlamda beni sarmış durumdaydı.

Ben buradan çıkmaya niyetlenmeden önce kapının açılması beklediklerim arasında değildi. Kart okutulmadan açılmayacak olan kapının arkasında bir meslektaşımı, belki bir temizlik görevlisini ya da güvenliği görmeyi tahmin edebilirdim ancak oraya aynadan göz ucuyla baktığımda yüzündeki sarsılmış ifadeyle bekleyen bir Cevahir Avcıoğlu tahminlerim arasında yer etmemişti.

“Neredesin sen?” dedi apar topar. Sesi ne yüksek ne de öfkeliydi. Beni burada da bulamasa çaresiz kalacakmış gibi bakıyordu öylece. Sanki son anda önüne çıkmışım, arayışını kara zorla sonlandırmışım gibi…

Hiçbir şey söylemedim. Aynadan ona bakmayı bırakarak yine kendi gözlerimi izledim.

Kapı yeniden kapandığında artık içeride yalnız değildim.

Bana doğru yaklaştığını anlamak için ona bakmaya ihtiyacım yoktu. Adım seslerine de, onun bana yaklaştığı anlarda çevrelendiğim çembere de artık aşinaydım.

Bu aşinalık bir aydan fazla zamanımı almış, soyadını taşımaya başlamamın üzerinden beş hafta geçip gitmişti.

Son iki haftadır, özellikle Bodrum’dan döndüğümüz ve akşamında Avcıoğlulara ait evde yaşananların ardından, aramızda artık çekişmeler değil rutinler vardı.

Bana oradan döndüğümüzde, onu giyinme odasında bir kenarda saklanmaya çalışacak kadar afallamış halde bulduğumda söylediği gibi ‘mümkün olan her an ona ve ona ait her şeye maruz kalıyordum’. Üstelik bunları öyle ince işliyordu ki hiçbiri zorunluluklarımmış gibi gelmiyor, aksine hepsi yaşamımın bir parçası gibi günüme dahil oluyorlardı.

Bana evlendiğimizden beri, hatta evleneceğimizi söylediğinden beri uyguladığı baskıyı süzmüş ve birden bire aramızdaki ilişkiyi ‘ev arkadaşlığı’ haline getirmişti. Ona maruz kalıyor ancak bunu anlaşmalı bir evliliğin pençesinde değil, yalnız kalmamak için edindiğim bir ev arkadaşımla yaşıyordum.

Tüm bunlar tırnaklarımı törpülemiş, pençelerimin ona saplanması yerine parmaklarımla ona tutunabilmeme yol açmıştı.

“Seni bulana kadar bir sürü şey duydum,” dediğinde ellerimi fayansa saplamış olmama rağmen parmaklarım titredi. “Hiçbirini dinlemedim,” diye eklediğinde ise kısa bir an afallamıştım. “Seni dinleyeceğim.”

Durduğum konumda, arkamda kalacak ama bedeninin bir kısmı da solumdan taşacak şekilde göğsünü sırtıma doğru çevirdiğinde aynadaki yansımam önünde küçük kalmıştı. Arkamda duran bir dağ varmış gibi aynada çizili görüntüye gözlerimi zar zor açık tutuyorken baktım usulca.

“Hata yaptım,” diye fısıldadım. Asıl amacım fısıldamak değildi ancak sesimi yüksek çıkaramayacak kadar bitkindim. “Daha fazla hata kaldırabilecek bir meslek seçmek benim elimdeydi, neden seçmedim?” Bu soru kendimeydi daha çok.

Yaptığım hataların sonucunda birilerini canından etmek, doğru yaptıklarımın can kurtarmasıyla birlikte aynı terazinin farklı kollarında durunca o terazi dengede kalıyordu.

Cevahir konuşmak yerine sessiz kaldı. Bunu, ben konuşayım diye yaptığından emindim. Ancak konuşacak bir şey bulamadığımdan ben de sessizliğine eşlik ettim biraz.

Bedenim anlık bir üşümeyle sarsıldığında bu sarsıntının getirisi karnıma doğru sarılan kolu oldu. Beni usulca göğsüne doğru bastırdığında ona direnmedim. Sırtım ona yaslanırken boş bir çuvaldan farksızdım.

“Elinden geleni yaptığını bilmek için kimseyi dinlemeye, hatta seni bile konuşturmaya ihtiyacım yok.”

Bana mesleğim açısından koşulsuzca güveniyor olması, işine hayatındaki her şeyden daha fazla önem veren bir adamdan duyduğum için çok şey ifade etmeliydi belki ama tepki bile vermedim.

Birilerinin bana güvenmesine, yaptığımın yanlış olmadığını söylemesine ihtiyacım yoktu. İhtiyacım olan ya zamanı geriye alabilmek ya da bir ölüyü diriltebilme gücü edinmekti. İkisini de elde edemeyeceğimi bildiğimden tepkisizce duruyordum.

“Seray,” diyerek dikkatimi kendi üstüne çekmek istercesine kulağıma doğru adımı mırıldanan Cevahir’e aynadan onun yüzüne çevirdiğim bakışlarımla yanıt verdim. Dudaklarım kıpırdamamıştı. “Eve gidelim artık.”

Başımı iki yana salladım. Buradan çıkarsam yüzleşmem gereken o kadar fazla şey olacaktı ki bunu erteleyebildiğim kadar ertelemek istiyordum.

“Bebek…” dedim zar zor. “Bebekle kalayım, bir şey olursa-…”

“Bir şey olursa onunla ilgilenecek olan doktorlar burada, senin işin bu değil.”

Dudaklarım buruk, yarım bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Benim işim anneyi ve bebeğini kavuşturmaktı, aralarındaki köprü olmaktı.”

Batırdığım, yakıp yıktığım bir iş olmuştu bu. Mahvetmiştim.

Beni başka bir yerden rahatlatmaya çalışıyorken onu buradan vurmam Cevahir’in bir an duraksamasına neden oldu. O duraksama anında aynada bizi görmek yerine farkında olmadan başka bir yansımayla karşı karşıya kaldığımda kasılmıştım.

Başından akan kanlarla, karnındaki şişkinlikle birlikte ayakta duran siluet gözlerimin önünde can veren o bedene aitti.

Midemde garip bir yanma hissederek gözlerimi birkaç kez kırptım. Aynada görmem gereken asıl görüntüye geçebilmek için çabalamaktaydım. Görüntü düzelip yeniden beni ve Cevahir’i sundu bana ama midem aynı burukluktaydı.

Hissettiğim yanma yukarı doğru tırmanmaya başlayan bir acıya dönüştüğünde kusacağımı anlayarak kenara doğru çekilmeye çalıştım. Cevahir kollarından bir anda fırlamamı beklemediğinden bana engel olmamıştı. Sağda kalan kabinlerden birine girdiğimde iki büklüm olmam saniyesinde gerçekleşti.

Midemden çıkabilecek doğru düzgün bir şey yememiştim saatlerdir. Buna rağmen kontrolsüzce öğürdüğüm için midem isyan ederek içinde var olan her ne varsa dışarı atmıştı.

Dizlerimin üstüne çökerek yaklaştığım tuvaletten başımı kaldıramazken alnımda bir el hissettim. Tıpkı aynanın karşısındayken olduğu gibi bir kolu karnıma dolanmıştı. Diğeri ise yukarı doğru gelip elini alnıma yaslamasına alan tanımış oldu.

Saçlarım bonenin içine sıkıştırmak için topladığım şekilde dağınıkça ensemdeydi. Yüzüme dökülmemeleri bu konumda benim için rahattı. Yine de Cevahir alnıma doğru gelen birkaç tutamı avucuyla geri itti. Midemi dışarı atacakmış gibi acıyla öğürdüğümde yüzünü başımın arkasına yasladığını hissettim. “Tamam,” dedi usulca. “Geçecek, nefeslen.”

Gözlerimden boşalan yaşlar midemden boğazıma yükselen kasılmaların eseriymiş gibi görünse de aslında o yaşlar daha fazla dayanamayıp dökmeye başladığım vicdan sızımdı.

Daha fazla öğürecek kuvvetim kalmadığında nefes nefese kalmış halde olduğum gibi bekledim. Birkaç saniyenin ardından karnımdaki kol beni ağırlıksızmışım gibi doğrulttu. “Ağzını çalkala, yüzüne biraz su tutalım. Kendini yere de zamklasan eve gideceğiz sonra, itiraz etmek için yorma kendini.”

Dediklerini bir bir yaptım. Daha doğrusu onun yapmasına izin verdim.

Ağzımdaki burukluk uzaklaşana kadar ağzımı birkaç kez çalkalamış, yüzümü onun büyük avucuna doldurup tenime sürttüğü soğuk suyla yıkamak durumunda kalmıştım.

Beni kendisine doğru yaslayıp lavabodan çıkarttığında, adımlarımı o kontrol etmeye başladığında irademi kaybetmiş gibi hareketsizdim.

Aklım doluydu. İnsanın aklı kolay kolay boş kalmazdı gerçi ama benimki şimdi ağzına kadar ‘acaba’ ile doluydu. Acabalar pişmanlıklardan doğardı. Pişmandım.

Hastanenin koridorlarında yürürken herhangi biriyle göz göze gelirsem o bakışlarda suçlayıcı bir şeyler görecekmişim gibi tüm yol boyunca bakışlarımı yere sabitlemiştim. Utancım ve suçluluğum en çok kendimeydi ama yine de kalan herkeste de bunu görecekmiş gibi tetikteydim.

Hastanenin otoparka açılan yan girişine yaklaştığımız sırada hiç kimse ile denk gelmeyişime erken rahatlamak gibi bir hataya düştüğümü fark etmiştim. Henüz kapıdan çıkamadan bir kenardan beliren ve yürüyüşümüzün durmasına sebep olan isim ise o an görmek isteyeceğim son yüze sahipti.

“Çıkıyor musunuz?” diye sorduğunda bakışlarımı başta refleksle ona çevirmiş olsam da devamında yüzüne bakmaya devam etme gereği duymadım.

“Bir şey mi söyleyecektiniz Muhsin Bey?” diyerek taviz vermez bir tonla konuşan Cevahir’in sesine odaklandım. Bir tek onu duymak ve görmek şu an bana iyi gelecekti ancak hemen önümde duruyor olan adamın varlığını öyle tamamen yok sayabilmem mümkün değildi.

O beni varlığımı bildiği ilk andan, henüz dünyaya bile gelmeden önceden beri yok sayıyorken benim bu kadar savunmasız kalmam gülünçtü.

“Size değil fakat doktor hanıma söyleyeceklerim var, evet. Odamda konuşabilir miyiz Seray Hanım?”

Gözlerimi çepeçevre sarmış olan kırmızı görüntüyü, az önce dakikalarca öğürdüğüm için cansızlaşan yüzümü görmesinden kaçınmadan ona doğru baktım. Benimle görüşmek isteme sebebini başka bir anda olsak merak eder miydim diye sordum kendime. Net bir cevap yoktu elimde.

“Konu nedir?” diyen ben değildim. Cevahir’in benim adıma konuşmasına sinir olmadığım ilk ve tek anda olabilirdik şu an.

“Konu, malum.” dedi Muhsin Paker sakince. “Yaşanan ihmal ile ilgili görüşmem gerekiyor. Prosedürü biliyorsunuz.”

Omuzlarım üzerlerine kilolarca yük bırakılmış gibi aşağı doğru hareketlendi.

“Prosedürü çok iyi biliyorum,” dedi Cevahir. Bir kolunu sırtımın ortasında tutmaktan hiç vazgeçmeden, bana ayakta durmam için bir dayanak olmayı unutmadan ona doğru dönmüştü. “O prosedürün dışına çıkmaya çalıştığınız anda neler yaşanacağını biliyorsunuzdur siz de, öyle değil mi?”

Muhsin’in duraksadığını gördüm gözlerimle. Cevahir’in daha resmi ya da geride kalacağını düşünmüş görünüyordu. Açıkça sınır çizmesini, konu hastanenin itibarı olmasına rağmen bundan önce beni arkasına almasını beklemiyordu.

Beklemiyor olan tek kişi de değildi.

Başımı yavaşça yanımda duruyor olan Cevahir’in yüzüne doğru çevirdiğimde bana bakmadı ancak ona baktığımı duyumsadığını biliyordum.

“Her şey olması gerektiği gibi ilerleyecek, Cevahir Bey. Şüpheniz olmasın.” Muhsin Paker, başhekim oluşuna ve buradaki uzun yıllardır süren tecrübeli iş hayatına güvenerek attığı adımları genelde yarıda yavaşlatmazdı. Öncesinde Levent ona bu alanı tanıyorken, Cevahir de geldikten sonra ona pek müdahale etmiş değildi. Yönetimsel olarak onlar aktifti, tıbbi olarak ise Muhsin’in sözü dinlenirdi.

Bu kez işin en başında kesin ve keskin sınırlar çizilmişken geri adım atması temkinli olmaya çalışmasındandı. Serbestçe hareket etmeye alışkındı, sınırlara değil.

“Şüphem olmaz,” dedi Cevahir. “Kuvvetli tahminlerim olur, o tahminlerin peşinden de tereddütsüz giderim. Tahminlerim yeni gerçeklere dönüşür.”

Şüphe duyup, konuyu irdelemem; direkt tahmin yürütür o tahmini de gerçek sayarım demişti bir nevi. Onu en az benim kadar Muhsin de anlamıştı, görüyordum.

Başını hafifçe sallayıp konuşmaya devam etmeyeceğini gösterir gibi önümüzde durmayı keserek hafifçe sola kaydı.

Cevahir’in kolu, onunla karşılaştığımızda beni daha sıkı tutmaya başlamıştı. Hastaneden çıktığımız anda biraz gevşer gibi olduğunda ise bu kez ona doğru yaklaşan taraf bendim.

Yanımda durduğunu hissetmeye ihtiyaç duyuşumu görmezden gelmek yerine onun beni itmeyeceğine olan güvenimle yaklaşmıştım bedenine.

Teşekkür etmek için dudaklarımı aralamadım ama içimden belki peş peşe bin teşekkür koptu o anda. Hissetmiş olması mümkün değildi, ben kendi kendime anı yorumluyordum yüksek ihtimalle fakat sırtıma sarılı kolunu kıpırdatmadan, karnımın üstüne doğru denk gelen elinin başparmağını tenimde kıpırdatışı bir ricayı andırıyordu.

Sessiz teşekkürümü duymuş, aynı sessizlikte rica etmiş olabilir miydi?

Beni üç beş hafta geçmeden tanıyıp, sessizliğimi duyacak kadar dikkat kesilmiş olması mümkün müydü?

Mümkün olan ve olmayanların ikileminde, düşüncelerim her anlamda bana ağır geliyorken arabaya bindikten sonra eve varana kadar geçen sürenin farkında değildim. Araba evin önünde durduğunda hareketlenmeyişim de bu algısızlığımdandı.

Cevahir benim oturduğum tarafa dolanıp kapımı açtığında bakışlarım ona dönmüş, eve kadar geldiğimizi anca anlayabilmiştim.

Arabadan inip eve doğru adımlarken onun da yanımda yürüyor olmasından rahatsız değildim. Arabayı garaja almak için dönmek yerine bunu güvenliklerden birine pasladığını tahmin ediyordum.

Kapıyı anahtarla açmaya çalışmak yerine zili çaldığında bir dakika dolmadan kapı aralanmıştı. Vildan Hanım nazik bir gülümsemeyle bizi karşılayacak oldu ancak benim yüzüme değen bakışlarının ardından ifadesi endişeli bir hale bürünmüştü.

“Hoş geldiniz,” dedi önce apar topar. “Hasta mısınız Seray Hanım?”

Öylesine değil, ciddi bir endişeyle sorduğu sorunun ardından hayatında doğru düzgün yer tutmadığım birinden gördüğüm şefkat kırıntısına bile yabancı olduğum gerçeğiyle yüzleşmiştim.

“Midem kötü biraz,” dedim içeri adımlarken. Yalan değildi, sadece eksikti.

“Bitki çayı hazırlayayım mı hemen? İyi gelir size biraz.”

Cevahir’in kapıyı kapatış sesini duydum. Biraz arkamda kalmıştı ben adımlayınca. Ben cevap veremeden o konuştu sonrasında. “Midesini yormayacak atıştırmalık bir şeyler hazırlasanız yeterli olur, sonra toparlanıp çıkabilirsiniz Vildan Hanım.”

“Gerek yok,” dedim itiraz ederek. Bir şeyler yiyebileceğime ihtimal vermiyordum şu anda. “Direkt çıkın siz, çaya da yemeğe de gerek yok.”

Vildan Hanım, konuşan ben olsam da tam olarak onay almadan önce göz ucuyla Cevahir’e bakmıştı. Bunu kaçırmamıştım. Muhtemelen Cevahir’den sessiz bir onay gelmiş olacak ki daha fazla bu an uzamadı ve koridordan ayrılmış olduk.

Yatağa sinip gözlerimi sıkı sıkıya kapatmak ve hiç kıpırdamamak iyi bir fikir gibi dursa da önceliğimi kısa bir duştan yana belirlemiştim.

Kısa sürmesini varsaysam da suyun altındayken zaman hızlı geçmiş ve parmak uçlarım buruşana dek banyodan çıkamamıştım.

Üstümdeki açık renk, geniş bornozun kuşağını sıkıca bağlamış ve banyodan dışarı adımlamışken odada bir hareketlilik yoktu. Cevahir belli ki aşağıdaydı.

Üstüme rahat edebileceğim bir iki parça kıyafet geçirdikten sonra yatağa uzanmam için önümde bir engel kalmamıştı.

Henüz yatağın örtüsünü kavrayamadan odanın kapısı açıldığında erken karar verdiğimi anlamış oldum.

Cevahir bütün gün üzerinde olan siyaha çalan koyuluktaki lacivert takımından çoktan kurtulmuştu. Ben duştayken üstünü değiştirip ev haline büründüğünü görebildiğimde bakışlarımı daha fazla üstünde tutmadım.

“Uyuyacağım ben biraz,” dedim yatak örtüsünü çekiştirip açmaya uğraşırken.

“Saat henüz sekiz, Seray.”

Omuz silktim. Saat sekizde uyumak yasak mıydı?

“Biraz konuşalım,” dediğinde burnumdan sert bir nefes verdim. “Dinliyorum.”

“Aşağıya inelim önce.”

İstekleri bir noktada son bulacak mıydı acaba?

Üstelesem de, inat etsem de susmayacağını ve bir şekilde hem kendine hem bana zorluk çıkaracağını bilecek kadar tanıdıktım artık ona.

“Uzun sürer mi?”

“Saçların kuruyana kadar son bulur,” dedi direkt. Bakışları ıslak saçlarımda, omuzlarıma doğru dökülen ve üstümü ıslatmalarını umursamadığım tutamlarımda dolanıyordu.

Onu yavaş adımlarla aşağıya kadar takip ettiğimde konuşmak için yöneleceğimiz yerin salon olacağını düşünmüştüm. Fakat Cevahir’in planında belli ki mutfak vardı.

Mutfağa girdiğimizde ortadaki geniş ada tezgâhın üstünde duran iki servis tabağı ve ortaya dizili birkaç çeşit yiyeceği gördüğümde kapının eşiğinde durdum. “Yemeyeceğimi söyledim, Cevahir. Hazırlamalarına gerek yoktu.”

“İkisi de bu konuda benden daha ısrarcılardı, mideni yormayacak olan her ne varsa onu hazırladılar.”

İki hafta önce, ansızın evden defedilmiş olan Neşe’den sonra geriye kalan yardımcı sayımız ikiydi. Mira ile zaten daha sıkı bir iletişimim vardı, Vildan Hanım da sanırım Neşe’nin gidişini bana bağlamış ve minnet göstergesi olarak bana iyilik yapmaya kendini adamıştı.

Neşe’nin onlara uzun zamandır ağır bir yük olduğunu bu sayede fark etmiştim.

“Hazırlamayın deseydin, seni dinlerlerdi.”

“Ama demedim.” Rahat bir biçimde konuşan ve tezgâhın kenarındaki yüksek sandalyeyi çekip oturan Cevahir’e yorgunlukla baktım. “Ben yiyeceğim, o sırada sen de ya boş boş oturup beni dinlersin ya da biraz atıştırırsın. Karar senin.”

“Aynen,” dedim iğneleyici bir sesle. “Karar benim, belli oluyor.”

Asla üstüne alınmadı. Tabağına almaya giriştiği salata kâsesine çevirdiği bakışları artık bende değildi.

Boş kalan diğer servis tabağının başındaki sandalyeye hantal hareketlerle ulaşıp yerleştiğimde sofraya çığlıklarla oturtulmuş iştahsız bir çocuk gibi mutsuz ve bıkkındım.

“Öğlen yediğin iki kaşık salatanın midende kalması zaten mümkün değildi, kalabilecek milimlik parçaları da gözümün önünde kustun Seray. Kendini biraz zorla, yüzündeki sarılık kaybolana kadar buradayız.”

Yüzümdeki sararmanın tek nedeni kusmuş olmam değildi. Stresim, yorgunluğum… Rengimin kaçıklığında en az midem kadar etkililerdi ama bunu sesli olarak dile getirmedim.

Çatalıma uzanmaya direndim. Tabağın kenarına parmağımı sürterek vakit geçirirken Cevahir’in yemek yemesinin sona ermesini bekliyordum. Belki masadaki her şeyi yer ve bana bir şey kalmadığında buradan gitmeme müsaade ederdi.

“Sana kim haber verdi?” diye sordum aradan geçen dakikaların sonunda dayanamayarak. Neyi kastettiğimi biliyordu. Uzun uzadıya açıklama yapmaya enerjim yoktu zaten.

“Peşinde yavru ördekler gibi gezinen sarışın.”

Peşimde kuyruk gibi gezinen sarışın tanımına uyan tek bir isim vardı. Dudaklarım buruk bir kıvrımla gerildi. Alper’in haftalar önce saçma sapan bir şey yaparak beni ve Levent’i dinleyişine şükredecek hale gelmiştim. O günden beri etrafımda dolanarak sürekli işime yarayacak, bana iyi gelecek şeyler yapıyor olmasındaki yarar ‘sırrı’ bilmesindeki riskten büyüktü.

Ameliyata benimle birlikte girmişti. Çıktığımızda, aileye haberi verişimin ardından ben gözden kaybolurken o da sanıyorum ki benim kaçışımı kocama ispiyonlamaya gitmişti.

Cevahir yeniden tabağına salata alıyor zannederken doldurduğu kaşığın hedefi benim tabağım olunca ona doğru baktım. Ağzımı açmama izin vermedi. “Beni ikna edecek kadar çok yersen, iki haftadır başımı patlattığın sorularını cevaplamayı gözden geçireceğim.”

Beni böyle mi kandıracaktı?

Mümkündü.

Bahsettiği soruların cevaplarına ulaşamadığımdan günlerdir kıvranıyordum. Artık pes etmiş sayılırdım fakat belli ki şansım tükenmemişti.

“Gözden geçirmeyeceksin, hepsini cevaplayacağına söz vereceksin.” dedim kaşlarım havalanırken.

Düşünür gibi bekledi. “Yemekten sonra Vildan Hanım’ın bıraktığı, nükleer atık görünümlü çayı da içeceksin o halde.” dedi isteklerini arttırarak.

Terazimde tüm bunları tarttım. Salata yemek ve bitki çayı içmek karşılığında edineceğim bilgiler ağır bastığında başımı salladım hafifçe. Sesli bir onay vermeden çatalıma uzandım. Tabağıma doldurduğu salatanın içindeki domates parçasına çatalımı saplarken aklım soracağım sorular ve alacağım cevaplardaydı artık.

Yemeğimi bitirmem uzun sürmedi. Daha doğru onu ikna edecek kadar yememdi uzun sürmeyen. Abartmasına izin vermeden yeniden midemin bulanacağını öne sürerek onu durdurmuştum.

Şimdi de malum çayı yapmak için büyük bir fincana kaynamış su doldurmakla meşguldü. Ben de bu zamanı masadaki tabakları ve yiyecekleri toplamakla değerlendirmiştim.

İşim bittiğinde ona doğru döndüm. Benden önce işini bitirdiğini ve bir kenara geçmek yerine olduğu yerden beni kollarını göğsünde kavuşturmuş halde izlediğini görünce bir şey söylemeden elimi uzattım. “Alayım çayımı.”

“Ben getiririm, kaynar bir şeyi taşımak için fazla dalgınsın.”

İtiraz etmedim. Ayaklarımı yerde sürüyerek salona yürürken arkamdan onun güçlü adım seslerini duyuyordum.

Bana yedirip içirdikten sonra hiçbir soruma yanıt vermemesi riski sıfır değildi ancak sözlerini tutan bir adam oluşunu şimdiye dek lekelememesi en büyük dayanağımdı.

Salonun en geniş koltuğu olan, ortadaki sehpaya en yakın yere yerleştiğimde Cevahir oturmadan önce bardağı sehpaya bırakmıştı. Bir an sonra ise aramızda normal boyutlarda birinin kıl payı sığabileceği bir boşluk bırakmış ve oturmuştu.

Koca koltukta gidebileceği bolca alan vardı ama sanki yakında olmazsa beni duyamazmış gibi uç sınırda oturmayı tercih etmişti.

“Sorayım mı şimdi?”

“Sorma dersem, sormayacak mısın?”

Başımı iki yana salladım. “Yok, soracağım.”

“Başla o zaman.”

“Amcan gerçekten boşanma işlemlerine mi başladı?” diye konuştum önce aklıma ilk geleni dile getirerek.

Zerrin ve Ecevit Avcıoğlu’nun evliliğinin malum akşam yemeğinin ardından darbe almaması olanaksızdı fakat durumun direkt olarak bir boşanmaya sürükleneceğini de düşünmemiştim. Bu haber bana Teoman kanalı ile ulaşmıştı ancak doğru düzgün ayrıntı bilmediği için merakımı körüklemekten ileri gidememişti.

“Evet,” dedi Cevahir sadece.

“Bu kadar kısa cevaplar verirsen, yediğim salatayı kusarım.” dedim tek bir mantık zerresi taşımayan tehdidimle birlikte.

Başını geriye atarak erkeksi bir biçimde güldüğünde gülüşünün sonlanması için bekledim. Beklerken bakışlarım anlık olarak gergin boynunda ve oradaki çıkıntıda biraz gezinmişti.

“Sorunun gerektirdiği cevap buydu,” dedi kendini savunarak.

“Olsun,” dedim hemen. “Sen sormadığım kısımları da anlat. Ne biliyorsan bana da söyle işte.”

Bu ailenin dramasına yeterince karışmış, bilmem gerekenden fazlasını çoktan öğrenmiştim. Bu saatten sonra üzerine eklenecek yeni bilgilerin bana kaybettireceği bir şey olduğunu sanmıyordum.

Üstelik güncel durumu takip etmem, henüz bende saklı olan kendisi küçük fakat etkisi büyük sırrı ne zaman sır olmaktan çıkaracağımı bilmek için önemliydi.

“Dedem bu saatten sonra o kadını o çatının altında barındırmaz, soyadını da adının yanında bırakmaz. Bunu öngörmek zor değil diye düşünüyorum.” dediğinde başımı olumlu anlamda salladım. Bacaklarımı koltukta yukarı doğru çekip toplayarak bedenimi ona doğru çevirmiştim aynı anda da.

Fahri Bey’in aile konusunda kuralları kesin ve cezaları keskin bir adam olduğunu fark etmemek güçtü. Zerrin konusunda da hareketsiz kalacağını düşünmemiştim.

“Amcam göründüğünün aksine baskın bir adam değildir, yönlendirmeye açık biridir. Aynı yastıkta uyuduğu kadına kör oluşu da bundandı ama artık kör kalamayacağı kadar çok ışık yanıyor. Tereddüt etmeden onu hayatından çıkartmaya girişmesi anormal değil. Dedem müdahale etmese de bunu yapardı, tahmin edebiliyorum.”

Derin bir nefes aldı. Göğsünün hareketini izlerken onun hafifçe koltukta kayıp ensesini koltuğun sırt kısmının bitimine yaslayarak yayıldığını gördüm. Kolları serbestçe iki yanındaydı. Bacaklarında duran elleriyle ara ara düzensiz şekilde kendisine uyarır gibi küçük darbeler vuruyordu.

Ben tamamen ona dönmüş, bedenimi çevirmişken onun yönü karşıdaki duvardaydı. Bunu umursamadan ona bakmayı sürdürdüm.

“Beril ve Levent…” dedim sessizce. “Onlar müdahale etmeyecek mi? Anneleri söz konusu, ne olursa olsun.”

“Beril evlendiği günden beri o evin içindeki hiçbir dengeye ya da dengesizliğe karışmadı. Hatta bazen sırf bunun için evlendiğini düşünüyorum. Gerçi o arada kocasına aşık olduğunu belli eden bir saçmalık yapıp beni kendime getiriyor hemen.”

Peş peşe yaptığı açıklamalara sessizce gülümsedim. Beril ve Doğan’ın arasındaki bağın, kısa süreye rağmen ben bile farkındaydım. Cevahir’in bunu kaçırması imkânsızdı.

“Annesiyle arası çok iyi durmuyordu zaten,” dedim usulca. İkisini sık sık bir arada görmüş değildim ama gördüğüm sayılı anların tümünde ya Beril annesine ya da annesi Beril’e rahatsız edici laflarla koşmuşlardı.

“Öyle,” dedi beni onaylayarak. “Beril annesine benzemediği ve bize hayatı zindan eden bir şeytan olmadığı için Zerrin keyifsizdi hep. O keyifsizliği de kızının burnundan getirdi.”

Yeni bir şey söylemek için dudaklarımı aralayacakken Cevahir benden önce davrandı. “Çay,” dedi kısaca. Oflayarak masadaki fincana uzandım. Uzanırken bedenimi düzgünce çevirmek yerine sadece kolumu uzatınca dengem bozulmuş ve düşecek gibi yalpalamıştım.

Dirseğimden hızla kavranıp sabitlendiğimde doğal bir an yaşanmış gibi rahatça çayımı aldım. Cevahir beni tutmayı bırakmadan ters ters yüzüme bakmış, dikkatsizliğime kınayan bakışlar atmıştı ancak umurumda değildi.

Konumuma geri döndüğümde artık iki avucum fincanıma sarılıydı. Soğumaya başlayan çaydan büyük bir yudum aldığımda renginin aksine tadının kötü olmadığını fark etmek zihinsel olarak rahatlatmıştı beni.

“Kötü değilmiş,” dedim ‘nükleer atık’ diyerek çayı betimleyen Cevahir’e açıklama olarak.

“Mutlaka öyledir,” diyerek bana inanmadığını belli eden Cevahir’e kaşlarımı çattım. Fincanı ona uzattım düşünmeden. “Bak bi’ tadına.”

“İğrenç bir şey ve bana tattırmaya çalışıyorsun değil mi?”

Ofladım bıkkınlıkla. Uzatmadan elimi geri çekeceğim sırada fincanı benden aldı. “Gerçi insan karısının elinden zehir olsa içmeli, değil mi Avcıoğlu?”

Abartıyla başımı salladım. “Ya,” dedim uzata uzata. “Öyle tabii kocam, kadehimde zehir olsa sen içersin sana getireceğim hatta.”

Göğsü titreyecek kadar güldü abartıma. Fincanı tuttuğu şekilde dudaklarına yaklaştırmak yerine tam tersi yönde çevirdi. Dudaklarımın değmediği yerden içmek yerine benim yudumladığım kısma dudaklarını kapattığında boğazımı temizler gibi öksürdüm.

Çaydan ufak bir yudum aldı. Yüzü buruştu direkt.

“Bu mu güzel?” dedi sinirle. Ona tuzak kurmuşum gibi bana baktığında dudak büktüm. “İçtiğim kısma balımı bulaştıramamış mıyım? Bayağı da çabaladın oradan içebilmek için.”

Laf sokuşumu bir an olsun umursamadı. “Bulaşmamış, özün dudaklarındayken yoğun sadece. Bu boktan şeyi dilimden yok etmeme yardım edecek misin?”

Sol eliyle fincanı tuttuğu için benim tarafımda kalan sağ eli boştaydı. Bileğinden yakalayıp elini kaldırdım. “Avucunu kaldır ve yala, anca paklar seni.”

“En azından senin avucun olsaydı,” diyerek şansını zorladığında terslenerek baktım. “Ver çayımı.”

Fincanımı bana geri uzattı. Sinirli sinirli çaydan bir yudum daha alırken kulpun konumu yüzünden az önce içtiğim yerden içmiştim yine.

“Sorum sadece Beril’den ibaret değildi,” dedim ağzımdaki sıvıyı yutar yutmaz. “Levent-…”

“Adını andığında keyifleniyormuş gibi görünüyor muyum?”

“Yok,” dedim dürüstçe.

“O zaman anma,” dediğinde başımı salladım. Bu olumsuz bir tepkiydi. “Sorularımın içeriğine karışamazsın.”

“Hadi ya?” dedi alayla. Öyle olduğunu kanıtlar gibi ifademi bozmadan yüzüne baktım. Kendini sakinleştirmek ister gibi nefeslendi.

“Levent’le aranızdaki tek mesele ‘miras’tan ibaret mi? Ona bu denli öfke duyman holdingde değil hastanede yöneticilik yapıyorsun diye olamaz. Bu kadar basit bir şeye kinlenmezsin.”

“Beni böyle çıkarımlar yapacak kadar iyi tanıyorsun yani?” dediğinde konuyu dağıtmasına izin vermedim.

“Cevahir,” dedim bastıra bastıra. “Konu Fulya mı?”

Sorumla onu duraksatmış hatta açıkça belli olacak biçimde şaşırtmıştım. Tepkilerini kontrol edemediği anlar öyle kolay yaşanmıyordu, bu benim açımdan bir çeşit başarıydı. Anladığım kadarıyla parmak bastığım yer de doğruydu.

“Ne saçmalıyorsun?” dedi birden sertçe. Bir şeyleri irdelememi istemediğinden saldırganlaşmıştı. Umursamadım. Alınacak değildim.

“Sen mi aşıktın? O Levent’i seçti, sonra bu saçma düşmanlığa mı giriştiniz?”

Beril, Fulya’nın holdingdeyken Cevahir’in asistanı olduğunu söylediğinden beri kendi kendime birkaç taşı yerine oturtmaya çabalıyordum. Cevahir oradan ayrıldığında Fulya’nın konumu aynı kalmıştı, artık Levent’in asistanıydı. Üstelik bir de sevgilisi…

“Dalga mı geçiyorsun?” dedi Cevahir bana doğru başını sertçe çevirip. Omuz silktim. Gayet ciddiydim.

“Fulya asistanımdı,” dedi bilmediğimi düşünerek. “Haberim var,” dedim havalı olmaya dikkat ederek. Onun benimle ilgili her şeyden haberi olması gibi ben de bir şey biliyordum şu an ve keyifliydi aslında, yalan yoktu.

“Teo mu?” dedi haber kaynağımı sorgulayarak. Sırıttım. Sabır dilenir gibi bir an havaya baktı, sonra yine bana döndü. “Beril o zaman.”

Hemen bulmuş olmasına içerleyerek omuzlarımı düşürdüm. Bu tepkim az önce kasılan yüzünü biraz olsun gevşetmişti.

“Uzun süredir çalışıyor ve hatasız diye güvenmekle aptallık ettiğim, önüne çıkan ilk fırsatta en önemli işlerimden birini batıran asistanım…” diyerek açıkladığında bu kısmı bilmediğim için gözlerim irileşir gibi oldu.

“Ne?” diye mırıldandım.

“Bu işin ucu sana da dokundu, Fulya benim holdingin geleceğini değiştirecek ihalemi batırana kadar Vita’ya gelmek gibi bir planım yoktu Seray.”

Vita’ya gelmemesi demek, benim bugün bu evde bulunmamam demekti. Geçmişte yaşanmış olan küçük bir an, gelecekteki koca bir yılı baştan sona değiştirebiliyordu.

“Levent mi yaptırmış bunu?” dedim en ortada olan ihtimali sorgulayarak.

Cevahir başını iki yana salladı. “O asalak herif bunlar yaşanana dek benim için Beril’den farksızdı; yalan söylemeyi de beceremez, bu yüzden onun gözünde benim de aynı konumda olduğumu biliyordum.”

Birkaç ay öncesine kadar Cevahir ve Levent arasında gayet normal bir kuzen ilişkisi vardı yani… Harika, bunu kırk yıl düşünsem kestirebilmem mümkün değildi. Kırk yıllık düşman gibi birbirlerine bilenmeleri bir iki ayda mı olmuştu?

“O evde manipülasyona açık tek isim amcam değil, Seray.” dedi benim kafa karışıklığımı gördüğünde. “Fulya’nın küçük dünyası bizi batırmak için fazla sadeydi, bunun altında da Zerrin var. Beni holdingden bir nevi sürüp, oğlunu yani dilediğince oynatabileceğini piyonunu oraya bıraktı. Bir taşla iki kuş…”

“Bunları ailene anlatmadın ve uyum sağladın, çünkü..?” dedim şaşkınca. Umursamadan Vita’ya mı gelmişti?

“Çünkü dedemin miras koşulu kâğıt üzerinde holdingdeki payların büyümesi olsa da asıl derdini adım kadar iyi biliyordum.”

Birkaç saniye düşünmem yetti. Bu düşünme süresi boyunca da Cevahir’in gözlerimin içine bakması tahminimi kuvvetlendirmişti.

“Evlilik,” dedim haftalardır kazanamadığım farkındalığı o an kazanarak. “Aile, deden için o holdingden çok daha fazlası.”

Doğru yere parmak bastığımı gösterir gibi parmağını şıklattı cansız bir biçimde. Eli yavaşça tekrar bacağına düştü. “Zerrin, Fulya’nın sus payı ve Levent’in aklını meşgul etme planı olarak ikisini yakınlaştırdığında, bana sadece basit bir iş kaldı.”

“Fulya’nın aksi bir gelin adayı bulmak,” dedim göz devirerek.

Güldü biraz. “Parayla her adımı kontrol edilebilecek bir piyon olduğu er ya da geç ortaya çıkacakken onu müstakbel gelin olarak aileye sokmak Zerrin’in şeytan aklına nereden düştü bilmiyorum ama beni büyük bir yükten kurtardılar.”

Duyduklarım ağır gelmeye başladığında fincanımı yeniden sehpaya bıraktım. Bu sırada Cevahir devam etti. “Değil parayla ikna edebilmek, açığını bulduğum halde zar zor evlenmeye ikna ettiğim bir kadının her hareketi benim için artıydı; benim için biçilmiş kaftandın Seray.”

“Sandığın gibi biri çıkmasaydım,” dedim gözlerine dikkatle bakarken. “Hatalar yapıp, Fulya’dan daha beter bir konumla dedenin karşısında kalsaydım…”

“Çok iyi bir oyuncusun derdim. Kimse bu kadar iyi rol yapamaz.”

Titrek bir nefesle göğsüm şişti. Soracağım sorular bu konuya bulaşmayacaktı, planım bu değildi ancak Levent’ten bahsetmek bir anda ‘neden evlenmeye zorlandığımı’ öğrenmeme yol açmıştı.

“Levent, Fulya ve Zerrin arasındaki görünmez anlaşmayı bilmiyor yani…” dedim doğrulamak ister gibi.

“Salaklığına yansın,” dedi Cevahir. “Etrafına bakmamak onun suçu, elimle ona doğruları gösterecek değilim.”

Böyle söylemesine rağmen bir anlığına gözlerinde acımaya benzer bir yansıma belirdi. Levent’e olduğunu sandığım nefret aslında öfkeden ibaretti. Ona körlüğü için öfkeliydi. Nefreti ise belli ki Zerrin’den başka birine değildi.

Zerrin’i düşündüğümde aklıma gelen ve günlerdir zihnimde sürekli tekrarlanan anı yine anımsadığımda yutkundum. “Ecevit Bey ve Levent yönlendirilmeye müsait, bunu anladım. Biri eşinin diğeri annesinin kötü biri olacağına öylece inanamazdı zaten.” Devam edeceğim, son cümlemin tonlamasından belliydi. Araya girmedi. “Beril her şeyden bağımsızdı, annen de maalesef farkındalık kazanamayacak kadar bilinçsiz… Deden ve baban,” dedim en sonunda. “Onlar neden senin gördüklerini görmediler?”

“Dedem kanıtı olmayan konunun peşine düşmez. Önüne kanıt geldiğinde kılıcı keskindir sadece.”

Evin tüm üyelerini, tanıdığım soyadı Avcıoğlu olan herkesi konuşmuştuk.

Geriye son, belki de bugüne dek en az iletişim kurduğum kişi kalmıştı.

“Baban,” dedim avuçlarımı kucağıma doğru bastırarak. Tavrımdaki en ufak değişiklik Cevahir’i bunu irdelemeye iterdi, bundan kaçınıyordum elimden geldiğince. “O neden hiçbir şeyi farkında değildi? Zeki bir adama benziyor.”

Soruyu aslında ‘her şeyin farkında olmasına rağmen neden sustu’ olarak sormalıydım. Sormalı ve cevabı da kendim vermeliydim. O cevaba sahiptim.

O cevap iki haftadır benimleydi.

Ben doğru anı bulana dek de benimle kalmaya ve başka birine sızmamaya devam edecekti. Daha düzgün kanıtlar bulmadan ortalığı birbirine katmam mantık dışı olurdu.

Ne demişti Cevahir? Fahri Bey’in önüne kanıt bırakmalıydım. Aksi takdirde tek yapacağım şey Cevahir’i öfkeden delirmiş ancak kimsenin yanında durmadığı bir adama çevirmek olurdu.

 

 

~

 

 

 

Şafak henüz sökmeden, odaya ay ışığından ve bahçe aydınlatmalarından sızan güçsüz aydınlıktan fazlası akın edemeden önce gözlerini araladığını fark eden Cevahir bunun nedenini önce uyuma saatine yordu.

Zihnindeki yorgunluktan olsa gerek, Seray çayının dibini zar zor bulmuş ve soruları sonlanmışken olduğu yerde uyuyakalmıştı. Cevahir onu odaya çıkarttığında uykusunu bir an olsun bölmemiş kadını tek bırakmak yerine, küçük bir çocukmuş gibi saat on bir olmadan yatağa girmiş ve uyumaya niyetlenmişti.

Her ne kadar uykuya dalana dek gözlerini dikip izlediği, derin ve düzenli nefeslerle uyuyor olan bir manzarası olsa da normalden erken uyumuştu sonuçta. Bu da az önce gözlerini aralamasının sebebiydi. En azından uyandığı ilk birkaç saniye boyunca Cevahir böyle düşünmüştü.

Kendisini uyandıranın erkenden uyumak değil, yataktaki alışkın olmadığı hareketlilik ve ses olduğunu anladığında kolunun üstünde yattığı için direkt olarak dönmüş ve yatağın diğer tarafındaki bedeni görebilir hale gelmişti.

Uyurken hareketsiz kalmasına, tek hareketinin olur da üstü yanlışlıkla örtülürse o örtüyü açmak olmasına aşina olduğu Seray’ı titrer gibi sarsılırken gördüğünde kaşları çatık halde doğruldu apar topar.

Yüzü kasılmış, ağlıyor gibi görünüyordu ancak yanakları kuruydu. “Seray?” diye seslendi refleksle. Onu bu kısık sesle uyandırıp kendisine getirmesinin olanaklı olmadığını biliyordu ancak Cevahir de uyku sersemiydi henüz.

“Özür dilerim,” diye sayıkladığını duydu biraz sonra. Kadının dudaklarından dökülenler kısık ancak anlaşılırdı. Birkaç kez daha aynı şeyi tekrarladı Seray. Cevahir bu sırada sırtı dik bir konuma gelecek şekilde tamamen doğrulmuştu. Ona doğru eğildi. Yüzüne kapanan, nemini tam anlamıyla kaybetmemiş saçlarını parmaklarıyla geriye doğru çekti. Yüzünü açığa çıkarttığında, sırtüstü uzanan kadını net bir biçimde görüyordu şimdi.

Kimden özür dilediğini, neden böyle titrediğini uzun uzadıya düşünmedi Cevahir. Kadını saatler önce hastanenin kıyıda kalan boş tuvaletinde ayna karşısında bulduğunda da bu halinden öyle çok bir farkı yoktu.

Eve geldiklerinde onu biraz olsun kendisine getirebildiğini, aklını dağıttığını sanmak kendi hatasıydı. Uyanıkken oyalamıştı ancak zihnini temizleyememişti elbette.

Karısını bulana dek kulağına çarpan birkaç haberi düşündü. Herkes konuya ‘ihmal’ olarak bakıyorken Cevahir’in aklındaki tek dert Seray’ı bulmaktı. Bu, adama koca bir farkındalıkla gelmişti. Aynı durumda olan başka bir doktor için endişe duyup hastanede dört döner miydi? Yoksa ilk yapacağı, tıpkı hastaneden çıkarken engel olduğu başhekim gibi ifade almaya çalışmak mı olurdu?

Cevahir, Seray dışında kalan hiçbir doktorun iyi olup olmadığını, hastanenin itibarının önüne koymayacağını biliyordu ve bunu bilmek ona pahalıya patlamıştı.

Sayıklamayı bırakmayan, titremeleri durmayan kadını daha fazla bu haliyle baş etmeye çalışır şekilde bırakmamak için eğildi Cevahir. Çenesinden yanağına doğru taşan bir tutuşla yüzünü kavradığında aynı anda da sesini bu kez daha yüksek tutup adını seslenmişti birkaç kez.

Seray’ın uykusunun ağır olmadığını biliyordu. Gelecek acil bir telefona, yardıma ihtiyacı olan seslere kurulu bir ikaz sistemi vardı. Buna şahit olmuştu daha önce. Ancak belli ki kâbus görüyorken bu durum normalin dışında seyrediyordu.

Birkaç sesleniş, yüzündeki sıkı tutuş ve hafifçe sarsılmanın etkisiyle Seray biraz sonra gözlerini araladığında henüz anın gerçekliğini fark edebilmiş değildi.

Cevahir ona zaman tanıyarak bekledi. Elini yüzünden çekmeden, ona doğru eğik kalmayı kesmeden beklemişti.

Seray olduğu yerin yatak odası olduğunu anladığında, içinde kıvrandığı görüntülerin bir kâbustan ibaret olduğunu da anlamıştı. Buna rağmen iki eli aynı anda havalanıp yüzüne kapandı. Cevahir’in eli, ellerinin altında sıkışmıştı ancak ikisi de buna müdahale etmediler.

“Benim yüzümden,” diye soludu Seray. Sesi sitem doluydu, siteminin tümü de kendisineydi. Suçlayabileceği, en ufak bir ağırlık yükleyebileceği kimse yoktu.

Cevahir zor bela da olsa kadından elini çekmeden diğer koluyla uzanıp kendi tarafındaki masa lambasını açmayı başarmıştı. Odanın içini gözle görülür şekilde aydınlatan sarı ışığın etkisiyle artık baktığı yerde her şeyi net görüyordu.

“Çek ellerini,” dedi Seray’a. Kadının direneceğini, onu dinlemeyeceğini düşünüyordu. Bu isteği aslında elini uzatıp onun ellerini çekiştirmeden önce öylesine bir seslenişti. Fakat Seray onu yanıltarak ellerini yüzünden indirmiş ve kendisini açığa çıkarmıştı.

Cevahir; tırnaklarını çıkartmış halde kendisine saldırırken, alayla gülüp eğlenirken ya da buzdan bir ifadeyle tepkisizken çok kez görmüştü onu. Hatta ağlarken görmüşlüğü de vardı. Tam karşısında, onun elini ayağını bağlar biçimde içli içli ağladığı bir an da hatırlıyordu. Tüm bunların yanında, şu an karşısındaki görüntü yeniydi.

Daha önce rastlamadığı, rastlayacağını da her nedense hiç düşünmediği, şekilde savunmasız ve kırık bakışlar yansıtıyor olan kadının ıslak, siyaha çalan iri gözlerinde birkaç saniyeliğine kaybolmuş gibi hissetti.

Çenesini başparmağıyla belli belirsiz okşadığında küçük yüzünde elinin ne denli büyük kaldığını fark etmişti. Kendisinin üçte biri kadar yer kaplayan bir varlığın, kendisinin üç katından fazla yük taşıyabiliyor olmasına ara ara şaşkın olmaya devam ediyordu. Azimli bir karınca gibi bıkmadan taşıdıklarını biriktiriyordu.

“Kâbustu,” dedi Cevahir sessizce. Sesi biraz yüksek çıksa kadını ürpertecek gibi hissetmişti. “Bebek…” dedi Seray titreyen dudaklarıyla. “Bebeği annesiz bıraktım ben.”

“Bebeği kurtarmak istedin,” diye telkin etmeyi denedi Cevahir. Ancak Seray onu duysa da pek umursamamıştı. “Annesi yok, babası yok… Kimse yok.” dedi sayıklar gibi. “Keşke ölseydim diyecek, doğmasaydım diyecek. Biliyorum.”

Cevahir sertçe yutkundu. Nereden bildiğini sormadı. Sormaya gerek duymak için aptal olmak lazımdı.

Seray’ı bu hale getiren hastasını kaybetmek değildi. Babası ve annesi olmayan bir bebeği yaşama bağlamaktı.

“Sen kaç kere söyledin bunu kendine?” diye mırıldandı kısıkça Cevahir. Karşısındaki kadının kaç kez ‘keşke doğmasaydım, ölseydim’ dediğini bilmek istemiyordu gerçi. Buna hazır sayılmazdı.

Seray’ı üstünde dengede durmaya çalıştığı ince ipten düşüren de bu mırıldanmadan ibaret soruydu.

Canı sökülüyormuş gibi iki büklüm olduğunda bedenini yan çevirip Cevahir’e doğru dönerek cenin pozisyonu almıştı. Yanağını yastığa büyük ölçüde kapatmış, nefesini kesmek ister gibi yüzünü oraya bastırıyorken yüzünden ayrılmayan büyük avucu itmeye yeltenmedi.

“Kimse benden özür dilemedi,” diye yakındığını duydu Cevahir. O, bebekten defalarca kez duymasa da özür dilemişken bugüne dek kimse karşısına geçip Seray’a bir kez olsun ‘özür dilerim’ dememişti. Ne annesi ne de babası…

Özür dilese affedeceğinden değildi, derdi sadece tüm suçu kendine yüklemekten bir an olsun kurtulabilmekti. Karşısına geçip ‘benim hatamdı’ diyecek biri olmadıkça Seray’ın tek yapabildiği kendisini suçlu bulmak olmuştu. Doğmasaydım, yaşamasaydım diye sızlanmasının kaynağı da hep buydu.

Cevahir kendisine doğru döndüğü için artık yüzünü görmekte zorlandığı kadına bakabilmek adına doğrulduğu yatakta yeniden uzanır konuma geldi. Yüz yüze gelecekleri şekilde kolunun üstünde uzandığında artık birbirlerine dönük ve yakınlardı.

İkisinden biri biraz başını öne itse burunları birbirine değecek kadar yakın duruyorlarken bu hamleyi yapma ihtimali yüksek olan taraf, yani Cevahir burnunu hafifçe kadınınkine sürttü.

“Ben dilesem,” dedi dudaklarından kopup onun dudaklarına çarpan kısık bir nefes eşliğinde. “Senden ilk özrü ben dilesem, dilemeyenlerle aynı kefede olmaktan kurtulur muyum?”

Hayatını zora sokan, ona kaçacak yer bırakmayan bir adam olarak anne ve babasından öyle çok farklı bir konumda olmadığını biliyordu. Bununla ilk kez bu kadar sert bir yüzleşme yaşıyordu sadece.

Seray’ın göğsü önce söndü, ardından sertçe şişti. Nefeslenişi son bulduğunda bakışlarını korkusuzca karşısındaki adamın gözlerine dikmişti.

“Neden kurtulmak isteyesin?” diye mırıldandı. Cevahir, kadının sıcak nefesi yüzünü okşayıp geçtiğinde sorusuna odaklanamayacak kadar dağılmış sayılırdı. “Hım?” diye tekrarladı Seray. Cevap bekliyordu. Ancak karşısındaki adam çoktan yoldan çıkmış görünüyordu.

“Özür beklediklerimden birisin,” dedi Seray kabullenerek. “Ama özrü beni iyileştirecek olan değilsin. Boş ver o yüzden, Avcıoğlu.”

“Boş vermeyeceğim,” derken Cevahir kendinden emindi. “Seni içine soktuğum tüm çıkmazlar için özür dilerim.”

Seray titreyen dudaklarını birbirine bastırsa da bakışları her şeyi zaten ele veriyordu.

“Bir şey yapacağım,” dedi Seray sessiz sessiz. “Ama güneş doğduğunda ne sen ne de ben hatırlayacağız. Olur mu?”

Cevahir, ürkek bir kuş gibi titreyen ve dakikalar önce kâbuslarla kıvranan kadını öylece geri çevirecek değildi. Suratına okkalı bir tokat inecek olma ihtimali dahil her ihtimali göze alarak onayladı. “Olur,” dedi sakince.

Seray’ın başını öne doğru uzatıp boynuna yüzünü bastırması, ‘bir şey yapacağım’ demesinin Cevahir’de bıraktığı izlerden biri asla ama asla değildi.

Âdemelmasını sıyıran dudaklarıyla, yüzünü kapattığı sıcak boynuna bir şeylerden kaçmak ister gibi soluklanan kadının bu hamlesinin Cevahir açısından hiçbir beklenebilirliği yoktu. Buna rağmen kadının temasını hisseder etmez put kesilmiş, hareket etmeyi aklından bile geçirmeden donakalmıştı.

Seray’ın kendi isteğiyle, altında herhangi bir sebep olmaksızın kendisine temas ettiği başka bir an hatırlamıyordu. Sakinleşsin diye, oyunları açığa çıkmasın diye, sinirlensin diye… Hep ‘bir şey olsun diye’ gerçekleşen temasların üstüne bu kez tamamen dürtüsel bir şekilde boynuna gömüldüğünü hissediyordu.

‘Sabah olduğunda bu anı unutabilirsen, başaramayacağın başka hiçbir şey yok Cevahir’ diye geçirdi içinden. Zira bu an, aklından ölse çıkaramayacağı kadar eşsizdi.

Yüzünü eğerek burnunu kadının nemli saç dipleri arasına daldırdı. Aldığı nefes oksijenden çok onun kokusunu taşıyarak ciğerlerine ulaştığında, bedenindeki tek bir hücre bile bundan şikâyetçi değildi.

 

 

~

 

 

“Ben de geleyim mi içeriye seninle?”

Oturduğum sandalyenin bağlı olduğu diğer sandalyeye yerleşmiş olan, dakikalardır aynı konumda bekleyen ve şu ana dek sessizliğini bozmamasına şaşkın olduğum Teoman başını eğip yüzüme doğru bakarken sormuştu bunu.

“Bunun uygun olduğunu sanmıyorum, Teo.” dediğimde yüzü buruşur gibi oldu.

“Başlarım uygunluğuna yengem, ne olacak hastane sahibi mi kızar bize?”

Dışarı yansıtmamayı denesem de üç gündür üzerimde olan gerginlik, bugün had safhadaydı. Birazdan gireceğim odada neyle karşılaşacağımı az çok bilmeme rağmen gevşeyemiyor, garip bir baskının altında eziliyordum.

Gerginliğime rağmen Teoman’ın tepkisi anlık olarak gülümsememe neden olmuştu. “Hastane sahibi bugün yatağın tersinden kalktı,” dedim göz ucuyla Teoman’a bakarak. “Çok emin olma yani Teo.”

Elini ağzına kapadı. “Hastane sahibiyle aynı yatakta mıydın?” dedi abartıyla. “Az değilsin sen de yeng-…”

Dirseğimi karnına geçirdiğimde susmuş ancak pis pis sırıtmıştı.

“Karılı kocalı, insan hiç mi şaka kaldırmaz ya? Beni şakadan anlayan bir çiftin yanına tayin etseler keşke.”

Burnumdan kısa bir nefes vererek güldüm. “Bizi özlemeyecek misin?”

Acıklı acıklı baktı suratıma. “Asıl siz beni özlersiniz, bugün ilişkiniz ayakta duruyorsa bunu ben sağlıyorum.”

“İlişkimiz sence ayakta duruyor yani?” dedim alayla.

“İlişkiniz sence var yani?” dedi beni taklit ederek. Aynı alaycılığı başkasından gördüğümde cinlerim tepeme çıkıyordu. Yine öyle olmuştu. Ters ters yüzüne bakıp önüme döndüm.

Üç gündür her konu ve koşul açısından diken üstündeydim.

Düşündüklerim, planladıklarım, öngördüklerim… Hepsi bir yığın halini almış ve bedenimin tamamına ağırca çökmüşlerdi.

“Seray Hanım,” diye konuşan ince sesin geldiği yöne döndüğümde, önünde beklediğimiz kapının açıldığını ve oradan Cevahir’in asistanının göründüğünü fark ettim. “Buyurun lütfen, kurul sizi bekliyor.”

Başımla onayladığımda kadın nazikçe gülümseyip içeri geri girdi.

Ayaklandıktan sonra ileri adımlamaya başlamadan önce Teoman’a baktım. “Gidiyorum ben,” dedim sanki farkında değilmiş gibi. Güven vermek istercesine gülümsedi. “Git, yenge. Ben buradayım, bir işaretinle içeri dalıp kurulu dağıtırım. Kocan dahil.”

Birkaç saniye sonra dalacağım ciddi ortama rağmen beni son ana dek güldürebilmesi inanılmazdı.

Teoman’ın yanından ayrılıp kadının açık bıraktığı cam kapıya yöneldim. İçeri adımladıktan sonra ağır camın yeniden örtülmesi için hafifçe baskı uygulamış ve yürümeye devam etmiştim.

Geniş, boş sayılabilecek bir odaydı. Normalde yedek bir toplantı odası olan ancak toplantı amacıyla hiç kullanılmayan odada uzun bir masa geriye doğru yerleştirilmişti. O masanın arkasında dizili sandalyelerde yan yana oturan kişilerin biraz sonra benimle ilgili, hayatımı etkileyecek bir karar alacak olması fikri ürperticiydi.

Uzun masanın tam karşısında, masadan epey uzakta konumlandırılmış tek bir sandalye vardı. Oraya da belli ki ben yerleşecektim.

Kimseyle göz göze gelmeden, önceliğimi sandalyeye oturmak olarak belirleyip adımladım. Yerime yerleştiğimde başımı nihayet kaldırmış ve karşımda göreceğim yüzlerin tümüne geniş olarak aynı anda bakabilme imkânı bulabilmiştim.

Masadaki beş sandalyede, olası bir oylamada benim kaderimi belirleyecek olan o sandalyelerde göreceğim yüzlerin sadece birkaçına aşina olacağımı biliyordum.

Masanın ortasında görmeyi beklediğim Cevahir, kuruldaki doktorlar arasında benim alanımdan biri olması gerektiğinden çağırılacak olan Volkan ve olmazsa olmazımız Muhsin Paker dışında kalan dörtlüyü tahmin edebilmem mümkün değildi.

Başımı kaldırıp beşliye baktığımda, tahmin edemeyeceklerimin dışında kalan isimlerde de o kadar emin olmamam gerektiğini fark etmiştim.

İki sağında, iki solunda üye kalacak şekilde ortada oturan isim hastanenin yöneticisi olmalıydı. O sandalyede Cevahir’in oturmadığını, Cevahir’in yedi sandalyeden hiçbirinde bulunmadığını algıladığımda afallamıştım.

Solda kalan, her şeyden ayrı duran iki ayrı sandalye daha vardı. Bu, Cevahir’i arayan gözlerim etrafta gezinince farkına varabildiğim bir ayrıntı olmuştu.

Yan yana oturuyor olan Cevahir ve Levent Avcıoğlu ikilisinin neden masa yerine orada bulunduğunu bilmiyordum. Fakat sorgulamak istediğim başka bir kısım vardı.

Masanın ortasında, hastaneyle bağı bulunmazken rahatça oturuyor olan Cavit Avcıoğlu nasıl benim soruşturmamın sonuçlanacağı kurulda yer bulmuş olabilirdi?

Derin ancak dışarıya yansımayacak bir nefes alarak kendimi ferahlatmaya çalıştım.

“Hoş geldiniz, Seray Hanım.” diyen varlığını sorguladığım kişiydi. Cavit Bey’in yüzüme dikkatle bakarak konuşmasıyla birlikte etrafta gezinen bakışlarım onda sabitlendi.

Başımı selam verir gibi kıpırdattım. Henüz konuşabilecek kadar şaşkınlığımdan sıyrılamamıştım.

Cevahir yerine babası ne diye o masadaydı?

“Kurulun üyelerinden biri, birinci dereceden yakınınız sayılacak biri olamazdı. Bunu tahmin etmişsinizdir.”

Tam olarak şu anda ‘babam var o masada, o da birinci derece oluyor mu?’ diyerek ortalığı birbirine katma fırsatım olduğunu bilmenin gücüyle bakışlarım yavaşça onun sağında oturan Muhsin’i buldu. Bakışlarımdan sızan fikirleri algılamış mıydı yoksa zaten gergin miydi bilmiyordum ancak yerinde kıpırdandığını fark ettim.

“Anladım,” dedim sakince. “Cevahir’in objektif olamayacağını düşünmüşsünüz.” Gülümsedim. Kısa ve ölçülüydü gülüşüm. “Oğlunuzla daha önce hiç tanıştınız mı?”

Yetiştirdiği çocuğun objektif olamaması gibi bir ihtimalin hiçbir koşulda doğmayacağını bilmiyor olması gülünçtü.

Volkan’ın bıyık altından gülüyor olduğunu görmüştüm. Masada oluşu içimi rahatlatan tek isim oydu artık. Belli ki kocamdan umudumu kesmeliydim.

“Ben bu kısmı pek anlamadım,” diyen Levent’i duyduğumda odadaki diğer herkes gibi bakışlarım onu buldu. “Cevahir’in yerine oy kullanacak kişinin hastane yönetim kurulundan olması gerekiyor değil mi?”

Cavit Bey yeğeninden gelen çıkışı bekliyor gibi durmuyordu. Aslında odadaki kimse ondan böyle bir şey beklemiyordu. Tek bir kişi hariçti.

O tek kişi ise bendim.

“Öyle, Levent.” dedi Cavit Bey.

“Sen de babası sayılırsın o zaman, amca. Dilersen daha tarafsız bir oylama adına ben geçeyim oraya. Kimsenin aklında soru işareti kalmasın. Hem… Uzun bir süre kendisiyle çalışmışlığım var, eski yönetici olarak senden daha çok fikir sahibi olmam gerekmez mi?”

Göğsüm stresle şişti. Nefes alıp verirken geriliyordum. Aldığım nefesler boğazımı yakıyordu.

Cevahir’in alaycı gülüşü, sanırım Levent’in amacını kendi dünyasında çoktan belirlemesindendi. Olumsuz çıkacak oyu kesinleştirmeye çalıştığını tahmin ediyordu. Oysa bu odada oyu kesin olarak olumsuz çıkacak olan sadece iki isim vardı:

Biri beni gözünün önünden defetmek isteyen sevgili babam, diğeri ise yasak aşkının intikamı için bu işe karışan sevgili kayınpederim…

Cavit Bey’in direkt olarak ‘hayır’ deme lüksü yoktu. Yanında oturanlara doğru dönmek ve fikir almak zorundaydı.

Fikirler alındı. Cavit Avcıoğlu masadan kalkıp oğlunun yanındaki sandalyeye geçti ve yerini yeğenine bıraktı.

Artık tam karşımda oturan, belki de kullanacağı oy ile mesleğimi köklerinden sarsacak olan kişi Levent Avcıoğlu’ydu.

“Tüm küçük hesaplarınız bittiyse, başlayın lütfen.”

Cevahir’in rica eder gibi görünen ancak sesinde ricaya dair en ufak bir kalıntı bile bulunmayan tavrının ardından ilk toparlanan Muhsin oldu. Sandalyesi biraz uzakta olsa da hâlâ hepsinin üzerinde Cevahir baskısı vardı, farkındaydım.

“Hastayla olan ilk iletişiminizden başlayarak, savunmanızı yapın Seray Hanım.”

Dudaklarımı aralamadan önce baktığım ilk yer, solumdu. Oturduğu sandalyeden bana doğru bakıyor olan Cevahir’le bakışlarım kesiştiğinde eğer uydurmuyorsam, gözlerinden bana akan şey saf bir güvendi.

O güveni arkama alarak, konuşmaya başlarken önüme dönmüştüm.

Bu odadan çıkarken kazanabileceklerim sayılıydı fakat kaybedeceklerimin bir sınırı yoktu.

Kendi vicdan mahkememde dahi suçsuzluğumdan emin olamamışken, karşımdaki insanları buna ikna etmeye çabalamam belki de boşa çırpınmaktan ibaretti. Yine de deneyecektim.

Denemek zorundaydım.

 

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm