Gözyaşı Kadehleri 39.Bölüm
39.BÖLÜM
39 ve 40.bölümlere ait şarkılar:
Kimin Izdırabı - Melike Şahin
Bilmem - Gökhan Türkmen
Öylesine - Jehan Barbur
Hepsi Geçti - Melike Şahin
Bu Aşk Zehir - Suzan Hacıgarip, Burak Bedirli
Hiç Sorma - Canozan
İtiraf - Karsu
Bir Damla Gözlerimde - Sertab Erener
Zaman Beklemez - Pinhani
Seninle - Yüksek Sadakat
Hangi Yol - Cihan Mürtezaoğlu
Napıyorum Bilmiyorum - Yedinci Ev
İyi okumalar!
~~~
Bugüne dek aldığım her kötü karar öyle ya da
böyle etkisini göstermiş, hiçbiri ‘bu kararı vermesem de bir şey değişmezdi’
dememe fırsat vermemişti.
Kiminin etkisi hızlıca kendisini göstermiş,
kararı verir vermez karşımda belirmişti. Kimi ise bir köşede benim savunmasız
kalmamı beklemiş, her şey yolunda zannettiğim bir an kollayarak etki etmişti.
Bugün yaşamakta olduğum etki ise sanıyorum ki
karma bir etki sayılabilirdi. Ne aniydi ne de fazla beklenilmiş…
Beni -özellikle o zamanlar- hiç
ilgilendirmeyen bir meseleye balıklama atlamamın üzerinden bayağı zaman
geçmişti. İlk kötü karar buydu. Geride kalmalıydım. Bu kararın etkisi
gecikmeliydi, bugüne dek yoluma çıkmamıştı.
İkinci kötü kararın, yani etkisini hızlı
yaşadığım kararın üzerinden ise henüz bir gün bile geçmiş değildi. Kararı
vermiştim ve sonra da kendimi şu anda olduğum konumda bulmuştum.
Gözlerimdeki kurumaya hiçbir çözümüm olmadığı
için göz kapaklarımı örtülü tutuyordum bir süredir. Bunda biraz da gözümü
aralasam da hiçbir şey göremeyecek olmamın etkisi vardı. Zira gözlerime yumuşak
bir kumaşla set çekilmiş, zifiri karanlıkta kalmaya maruz bırakılmıştım.
Eğer bu sahneyi -gözlerimin kumaşla ve
ellerimin de arkamda iplerle bağlı olduğu bir sahneyi- aylar önce yaşasaydım
aklımı kaybedecek kadar çok korkacağımı biliyordum. Kimin ne amaçla beni böyle
alıkoyduğuna dair hiçbir fikrim olmazdı çünkü.
Hayatım kısa sayılabilecek bir sürede öyle
hızlı değişmişti ki bu halde olduğuma şaşıramamıştım bile. Gözlerimi karanlığa
kapatırken ve aynı şekilde karanlığa açarken hissettiklerim arasında şaşkınlık
yer bulamamıştı.
Zamanı tam olarak hesap edebilmem mümkün
değildi ama en azından bir saatten fazla süredir bilincimin açık olduğunu biliyordum.
Hiç bitmeyecek gibi hissettiren bir
sessizliğin içinde, etrafta neler olduğundan habersiz şekilde oturuyordum.
Oturmakta olduğum sandalyenin rahat olduğunu iddia edemezdim, sırtıma batan
ahşap çıkıntılar canımı yakıyordu artık. Kollarım geriye doğru gerilmiş,
bileklerime sıkıca bir ip dolanmıştı. Ellerimi ne kadar oynatırsam oynatayım
ipi çözmeye yaklaşamamıştım.
Başımı geriye doğru atarak boynuma binen yükü
azaltmaya çalışsam da çare değildi. Gözlerimdeki kumaş bile ağır geliyor, her
yanım ayrı bir rahatsızlıkla boğuşuyordu.
Sessizliğin süreceğini ve ben delirip
çığlıklar atmaya başlayana kadar hiç bitmeyeceğini düşünmeye yaklaştığım sırada
kulaklarıma uzun zaman sonra ilk kez bir ses ulaştı.
Tiz bir kapı gıcırtısı duymuştum. Oldukça
yakından, bulunduğum alana açıldığı belli olan bir kapı sesiydi.
Gözlerimin neden kapatıldığını anlayamıyordum.
Neyi görmemeliydim? Bu, belki de beni korkutmak için sadece gösterişli bir
hamleden ibaretti. Öyle olmasını ummaktan başka çarem yoktu.
Kapı sesiyle eşzamanlı olarak başımı refleksle
doğrultmuştum. Bir şey göremeyecektim ama sesin kaynağı tam karşımdaydı ve bu
kapının da orada olduğunu gösteriyordu. Örtülü gözlerime rağmen kapıya doğru
bakar olduğumda gıcırtılı ses çoktan son bulmuş, şimdi içeriye adım sesleri
dolmuştu.
Tok, sert adımlar duyuyordum. Gözlerim
kapanmadan, bilincim benden koparılmadan önce gördüğüm son yüze ait olamayacak
kadar kaba ve güçlü adım sesleriydi bunlar. Adım sesleri yaklaştıkça artık
yalnız olmadığımın farkındalığı da daha derin hissedilir olmuştu.
Sesli bir nefes alırsam bunun titrek bir
nefesten öteye geçemeyeceğini bildiğimden alacağım nefesleri dahi yutmaya
odaklandım.
Adımların sahibi başımın arkasında bağlı duran
kumaşa uzanıp birden bana temas ettiğinde ise tüm direncim tükenmişti.
İrkilerek sanki geri çekilebilmem mümkünmüş gibi kıvransam da oturduğum
sandalye ve bağlı olan ellerim nedeniyle kaçamamıştım hiçbir yere.
Bir an sonra ise gözlerimdeki kumaş yerinde
değildi.
Birkaç göz kırpışın ardından artık her şey
netti ve bu netlik bir kâbusta olmadığıma acı bir kanıttı.
~
- 8 saat önce
Cumartesi sabahlarım normal başladığında kendime
elimden geldiğince en az yarım saatlik şükür ve minnet sunma zamanı
ayırıyordum.
Elbette hafta içleri istisnasız mükemmel
geçiyor değildi ama hafta sonlarının ayrı bir laneti olduğuna inanmaya
başlamıştım. Sık sık kopan kıyametlerin çoğu bu günleri buluyordu.
Gözlerimi saat dokuza gelirken araladığımda dün
geceden kalma hatırı sayılır bir baş ağrısı tarafından kucaklanmış haldeydim.
Baş ağrımla birlikte beni kucaklıyor olması gereken, gözlerimi açtığımda
yataktan kalkabilmek için küçük bir savaş vermemi gerektirecek kadar sıkı
şekilde beni kavramış olması rutine dönüşen Cevahir’in eksikliğini fark etmem
kısacık sürmüştü.
Yatakta yalnızdım.
Organlarım iflas edecek ölçüde alkol alıp
sarhoş olsam dahi hafızamdan o anlarda yaşananlar silinmezdi. Çoğu zaman bir
şeyleri unutmak ister gibi içkiye sarılmamla çelişkiliydi ama durum buydu.
Dolayısıyla dün geceye dair her şeyi yavaş yavaş zihnimde canlandırmaya
başlamıştım hemen.
Cevahir’in benden önce uyanıp yataktan çıkmış
olmasını gerektirecek hiçbir ipucuna rastlayamadığımda yatakta doğruldum. Yüzüm
baş ağrım nedeniyle buruşmuş, elim istemsizce başıma doğru gitmişti.
Banyonun kapısı aralıktı ve ışık yanmıyordu.
Orada da değildi yani. Giyinme odasından da herhangi bir ses gelmiyordu.
Tahmin ettiğimden de erken uyanıp güne ciddi
anlamda başlamış olması ihtimali yükselirken ayaklarımı sürüye sürüye banyoya
yürümüş ve aşağıya inmeden önce kendimi duşa atmıştım.
Duş boyunca Beste ile konuştuklarımız ve
ardından Cevahir’in gelişi aklımda dönüp durmuştu.
Senden başka bir şey umurumda değil dediği sahne ansızın aklımda
parlak ışıklar altında belirmişti mesela. Kesik kesik tüm diyaloglarımızı
hatırlamaya başlamıştım.
Beste’nin
yanına gitmeden saatler önce beni aynı konuda farklı şekilde delirtmişti.
Kızman umurumda değil gibi bir şeyler saçmalamış ve çıldırmama neden olmuştu.
Sonra beni hiçbir şey olmamış gibi sarıyor ve umurunda olan tek şeymişim gibi
konuşuyordu.
Cevahir
Avcıoğlu’nu çok iyi anladığımı kesinleştireceğim bir zaman dilimi bence hiç
gelmeyecekti. Hatta bu kimse açısından mümkün değildi. Onu tam anlamıyla bilmek
imkânsızdı.
Duştan çıktıktan sonra giyinmiş, saçlarımı
tarayıp kurutmuş ve dolayısıyla odada fazlasıyla ses yaratmıştım. Tüm bunlara
rağmen odada yalnız olmaya devam etmiştim.
İşlerimi bitirip odadan çıktığımda ve çalışma
odası da dahil olmak üzere evdeki olası her yere göz attığımda Cevahir’i
görememem sonucu tahminlerle uğraşmama da gerek kalmamıştı.
Evde değildi.
Baş ağrıma ve dün kaybettiğim suya çare olması
için doldurduğum sürahiden hallice boyutta bir bardak su ile mutfaktan direkt
bahçeye adımladım. Hedefim belliydi. Oyalanmadan yürüyüp kendilerine ait alanda
oturmakta olan güvenliklere yaklaştım. Geldiğimi fark ettiklerinde ayaklanıp
hızla bana doğru yürüdüler.
“Bir sorun mu var Seray Hanım?”
“Günaydın,” dedim önce. Sesim sakindi. Bir
sorun olmadığını anlamaları, gergin duruşlarının düzelmesine yol açtı.
“Günaydın, Seray Hanım.” diyerek aynı anda karşılık verdiler.
“Cevahir nerede? Kaçta çıktığından haberiniz
var mı?”
Direkt olarak Cevahir’i aramak bir çözümdü
ancak önce yeterli bilgiye sahip olup onu öyle aramak ve telefon açıldığında
bilinçli şekilde terör estirmek daha keyifliydi.
“Bir saatten fazla oluyor çıkalı. Nerede olduğunu
bize bildirmedi Seray Hanım,” diyen eve geldiğim ilk günden beri burada olan,
fazlasıyla aşina olduğum güvenlikti.
“Teoman Bey’in haberi vardır belki, Cevahir
Bey kendi aracı ile çıkmadı. Teoman Bey başka bir araçla geldi buraya kadar.”
Kaşlarımın havalanmasına sebep olan, diğer
güvenliğin söyledikleri oldu. Geriye doğru bakış attığımda söylediği gibi
Cevahir’in arabasının benim arabamın yanında, yalnızca üstü kapalı olan garajda
bana sırıtır gibi durduğunu görmüştüm.
“Anladım, teşekkürler.” dedikten sonra eve
geri girmek yerine arka bahçedeki -Cevahir’in senin köşen diye adlandırdığı-
yere yürüdüm. Çapraz şekilde karşılıklı duran geniş tekli koltuklardan birine
oturup su bardağımı da ortadaki küçük yüksek masaya bıraktım.
Üzerimde beyaz, ne günlük ne de abartılı duran
bir elbise vardı. Askılı, hafif bol ve dizlerime doğru dökülen bir elbiseydi.
Etek kısmını düzelterek bacaklarımı çaprazlamış, suyumu alıp dışarı çıkarken
elimden bırakmadığım telefonumu açmadan önce derince nefeslenmiştim.
Cevahir’i arayıp telefonu kulağıma yasladım.
Telefon çaldı, çaldı ve çaldı fakat açılmadı.
Cevahir aramalarımı ya birkaç saniye içinde
açar ya da hiç açmazdı. Bu nedenle ikinci aramayla uğraşmak yerine az önce
öğrendiklerime dayanıp Teoman’ı aramıştım peşi sıra.
Telefon aynı şekilde çalıp durdu ama yine
açılmadı. Bunun bir tesadüf olduğunu düşünemeyecek kadar karamsardım.
Teoman’ı bir kez daha aradım. Sonra şansımı
bir daha Cevahir’de denedim. Yanıt alamıyordum.
Telefonu meşgule de atmıyorlardı. İşleri
olduğunu ve şu an açamayacaklarını düşünmemi aramayı meşgule atarak ya da
ufacık bir mesaj atarak gerçekleştirebilirlerdi ama arama kendi kendine
sonlanana dek devam ediyordu.
Endişelenmeye başlamıştım, engellenemez
biçimde aklımda kötü şeyler canlanıyordu şimdi. Sabahın erken saatinde
gitmeleri, hiçbir şekilde ulaşılamıyor olmaları neye yorulabilirdi ki?
Son zamanlarda kendisi gibi davranmayan, bir
türlü karın ağrısını çözemediğim Cevahir de endişelerime körükle gidilmesine
neden olmuş ve aklım iyice kararmıştı.
Diğerinin üstüne attığım bacağımı kontrolsüzce
sallayıp, suyumdan birkaç yudum alıp sakinleşmeyi beklerken kaç kez daha arama
yaptım hatırlamıyorum ama abartılı bir sayıya ulaştığımdan emindim.
İyiye alışkın olmayan aklım en kötüyü
kabullenmem gerektiğini söylediği için baş ağrım iyice artmış, kaskatı
kesilmiştim.
Kaçıncısını yaptığımı bilmediğim bir arama
daha benim kontrolüm dışında sonlandığında telefonu kucağıma atar gibi bırakmış
ve önümde uçsuz bucaksız uzanan yemyeşil koru manzarasını dalgınca izlemeye başlamıştım.
Çok kısa bir süre sonra telefonumun zil sesi
ile kulaklarım çınladığında atlar gibi telefona uzandım. Cevahir’in ya da
Teoman’ın aramalarıma dönmüş olduğunu düşünerek heyecanlanmıştım.
Ekranda yazan isim ikisine de ait değildi.
Arayan Levent’ti.
Telefonu açıp kulağıma yasladığım gibi de
konuşmaya başlamıştı. “Günaydın, ayyaş gelin.”
“Cevahir seninle mi?” diyerek onun ne dediğini
bile dinlemeden konuştum.
Hattın diğer tarafında kısa bir sessizlik
oldu. O tarafta Levent’in bulunduğu düşünüldüğünde bu sessizlik oldukça garipti
tabii.
“Benimle değil,” dedi normal bir şekilde. Evde
olmadığını ben sormadan önce bildiği çok belliydi. Aksi halde ilk tepkisi
‘kocanı benim yanımda değil yatağınızda ara’ ya da ‘adamı kaçırdın mı korkudan’
gibi bir şey olurdu, emindim.
“Nerede?”
“Bu bilgi bende yok.”
“Yok mu yoksa paylaşman mı yasak Levent?”
dedim yorgun bir sesle. Az önceki endişe, sabah uyandığımda da pek bol olmayan
enerjimi tamamen sömürmüştü.
“Cidden yok. Ben bizimle takıl bugün diye soru
sormakla görevlendirildim. Tek bildiğim bu.”
“Siz?”
“Ben ve Beste.”
“Beste’nin bu plandan haberi var mı?” dedim
alayla. Cevahir hangi delikteydi bilmiyordum ama belli ki ona ulaşamayacağımı
zaten hesaplamıştı ve Levent’i de bana oyalayıcı/bakıcı olarak hediye etmişti.
Telefonları açmayacağını biliyor olduğuna göre
olağanüstü bir hal yoktu ya da böyle düşünmek akıl sağlığım için faydalı
olandı.
“Az sonra olacak,” dedi Levent. “Uyuyor daha.”
Gözlerim o göremese de kısıldı. “Uyuduğundan
haberdarsın çünkü..?”
Levent’in iç çekişi fazlasıyla kısıktı ama
duymuştum. “Çünkü aynı evdeyiz. Ben az önce dikilene kadar da aynı
yataktaydık.”
Ulaşamadığım için aklımdan çıkmıyor.
Bi’ izin verse, bitecek biliyorum. Şu an ondan başka bir şey düşünemiyorum
çünkü kendisi kaşınıyor diyen bizzat Levent’in kendisiydi aslında. Dün Beste’nin
anlattıklarına göre de Beste çoktan o tek seferlik izni vermişti. Ama görünen o
ki Levent’in bir halt bildiği yoktu.
Biten
bir şey olmuş gibi durmuyordu.
Onu taklit ederek iç çektim. “Üzülmesin diye
mi yanındasın? Yaptığın hesaplamalara göre çoktan onun etrafında dolanmayı
kesmiş olmaz gerekiyordu çünkü.”
Bir nevi elinden tutup Fahri dedenin doğum
günü yemeğine Beste’yi sürüklediği akşam zaten her şey belliydi ama o akşam
yeterince üstünde durmamıştım bu konunun. Dün Beste’nin bakış açısından da
aralarında olup biteni dinleyince taşlar tamamen yerine oturmuştu.
Yanıyorlardı. Bu yangının uçup gidecek bir
tensel çekim olduğunu düşünüp yanılmışlardı ama durum bu değildi. Bu konuda
benim çıkarımlarıma güvenebilirlerdi zira aynı yoldan geçmiş ve en sonunda yanılgımla
yüzleşmek zorunda kalmıştım.
“Davetimi iptal ediyorum.” dedi Levent huysuz
bir sesle. “Otur evinde.”
İstemsizce güldüm. “Yalnız kalmak istiyoruz da
diyebilirsin.”
“Sesin kesiliyor, kapatıyorum.”
Gülüşüm biraz arttı. Levent’e Leventlik yapma
işi bayağı keyifliydi.
Telefonu direkt kapatacağını düşündüm ama öyle
olmadı. “Beste uyansın kahvaltı için çıkarız. Tekrar ararım seni.”
Yanıt vermeme izin vermeden bu kez telefonu
gerçekten kapattı. Telefonu kulağımdan indirdiğimde elim yine yeni bir arama
yapmaya gitmişti. Yeni sayılmazdı gerçi, sabahtan beri defalarca kez yaptığım
aramalara bir tane daha ekleyecektim sadece.
Yine çalıp çalıp açılmayan telefon sonucu
sinirlerim bozularak telefonu masaya atıp geriye yaslandım.
Kötü bir şey olmama ihtimali Levent ile
konuştuktan sonra yükselmişti, bu nedenle daha rahattım ama bir yandan da ne
sebeple olursa olsun böyle yanıtsız kalmaktan fazlasıyla rahatsızdım.
Bir yarım saat kadar daha bahçede, olduğum
yerden kalkmadan güneşle haşır neşir olmuştum. Ancak zaman geçtikçe güneş
altında öylece oturamayacağım kadar belirgin hale gelince ayaklanmam
gerekmişti.
Eve girmek için yürümeye başladığımda bahçenin
sol uç kısmındaki hareketlilik dikkatimi çekmişti. Güvenliklerden biri olduğunu
ve telefonla konuşuyor olduğunu gördüğümde telefonla konuşmak için normalde
durdukları bölgeden neden bu kadar uzaklaştığını pek anlamamıştım. Bu diğerine
kıyasla daha genç ve yeni olan güvenlikti, bu yüzden hayatıyla ilgili herhangi
bir tahminim de yoktu. Acil bir şey olabileceğini varsayıp onun yoluna hiç
çıkmadan eve girdim.
Yalnızken kahvaltı benim için bir
gereklilikten ibaretti. Bu eve taşındıktan sonra ise istisnası çok az olan bir
kural gibi dursa da aslında çok daha düzgün bir etkinliğe dönüşmüştü.
İşe gitmeden önce biraz aceleyle ya da hafta
sonu rahat bir günde yayıla yayıla kahvaltı yapmayı sevmeye, buna alışmaya
başlamıştım. Şimdiyse bir parça bile iştaha sahip değildim. Bu da kahvaltının yalnız olmadığımda anlam kazandığını
yüzüme vurmuştu.
Olay bir şeyler yiyor olmak değil, hep aynı
rutinde biriyle bir şeyler yiyor
olmaktı.
Levent beni saatler sonra arasa da aramayı
unutsa da kahvaltı yapmak için bir aciliyetim olmadığından sorun yoktu.
Biraz gevşeyebilmek için bir fincan melisa
çayı yapmış ve o çay ile birlikte salondaki masaya geçmiştim. Planım sadece tek
bir işti aslında. Cevahir’in hiçbir düzeni olmayan, tekrarının ne zaman
olacağını bilmediğim anlarda kucağıma bıraktığı, odama yolladığı, eve
getirttiği çiçeklerin sonuncusunu henüz vazoya koyamamıştım. Onunla uğraşıp
vakit öldürecektim.
Bahsettiğim buketi vazosuyla buluşturduktan
sonra çiçeklerle uğraşmaya devam etmek cazip göründüğü için evin her yerine
dağılmış olan vazolardan birkaçını daha masaya taşımış ve geçici olan dümdüz
cam vazoları ayırarak geçen hafta aldığım yeni vazoları doldurmaya başlamıştım.
Evin havasıyla daha uyumlu olacağını
düşündüğüm vazoları eve boş bir şekilde yığdığımda Cevahir’e beğenip
beğenmediğini soracak olmuştum ama boş vazoları görürse kamyonla eve çiçek yığmaya
girişme ihtimali olduğundan bir nevi arkasından iş çevirmem gerekmişti.
Çoğu lavanta olan, daha güzel durmaları için
ara ara benim başka çiçekler eklediğim buketleri vazolara bölüştürmekle
boğuşurken tamamen bu işe dalmıştım.
Telefonum çalmaya başladığında evin sessizliği
çok ani bölündüğü için bir an ödüm patlamış, elimdeki çiçek yığını dağılmıştı.
Masaya, yere… Her yere saçılan lavanta dallarına dudaklarımı büküp hüzünle
baktıktan sonra müdahale edemeden telefonuma doğru gitmem gerekti.
Beste’nin uyandığını ve Levent’in arıyor
olduğunu düşünmüştüm henüz telefona varamamışken. İkinci seçenek daha zayıftı,
Cevahir veya Teoman sonunda onlarca aramama dönmüş olabilirlerdi belki.
Ekranda gördüğüm isim hiçbir ihtimalle
bağlantılı değildi. Gözlerimi kırpıştırıp kötü bir şey olmamasını dileyerek
aramayı yanıtladım daha fazla oyalanmadan.
“Efendim Beril?”
En son dün görmüştüm onu. Bir anda Ceylin
kapımı çalıp onun geldiğini, müsaitsem görüşmek istediğini söylediğinde
afallamıştım hatta.
Beril’le çok uzun bir konuşma
gerçekleştirmemiştik dün. Genel olarak o konuşmuştu ve ben de kimi zaman baş
sallamış ve kimi zaman da hiç hareket bile etmeden onu dinlemiştim.
Doktor olarak beni tercih etmemeleri konusunda
içimi tamamen rahatlatmak ister gibi bolca konuşmuştu. Kocasının farklı bir
doktoru mantıklı bulduğunu ve tartışmamak için uzatamadığını söylemişti.
Anlayışlı görünmekle yetinmiştim. Beril de
Doğan istemese de onun aklında benim öncelikli olduğumu, bir şey olursa beni
aramak istediğini söylemişti. Dilediği zaman arayabileceğini söylemiştim ve o
şekilde vedalaşmıştık. Sonra da soluğu Cevahir’in odasında almıştım zaten.
Şimdi Beril’den arama almak gebeliği ile
ilgili bir sorun olma ihtimalini düşündürttüğünden beni biraz alarma
geçirmişti. Basit bir konu olmasını diliyordum. Diğer gebe hastalarımda olduğu
gibi akla mantığa sığmayan bir soru için araması ve içini rahatlatmamı
beklemesi tercihimdi mesela.
“Seray?” diyerek karşılık veren sesini
duyduğumda sesinin pek iyi gelmemesi ile birlikte az önce oturduğum yerden kalktım.
“Her şey yolunda mı?”
Bir an cevap gelmedi. Sessiz kaldığında ben
tekrar konuşacak oldum ama dudaklarımı aralayacağım sırada konuşmuştu.
“Bilmiyorum,” derken sesi zayıftı. “Biraz ağrım var gibi, Doğan’la tartışırken
kendimi çok üzdüm sanırım.”
Kaşlarım çatıldı. Hamile karısıyla tartışması,
ağrı çekmesine neden olacak kadar onu üzmesi akıl alır gibi değildi.
“Herhangi bir şekilde kanaman var mı? Az ya da
çok. Kontrol etmen lazım.”
“Yok,” dedi sessizce. “Sadece ağrım var.”
Çok hızlı cevaplamıştı bu kez az önceye
kıyasla.
“Ne için tartıştınız? Çözemeyeceğiniz bir şey
olduğunu sanmıyorum, sakin olmaya çalış bebeğin için. Doğan yanında, değil mi?”
“Burada değil, yalnızım. Evden çıktı. Dün
senin yanına gelip arkasından iş çevirdiğimi bir şekilde anlayınca…”
Derin bir nefes aldım. Doğan’ın benimle
herhangi bir derdi olması garip geliyordu. Birbirimizi sadece toplu halde
bulunulan etkinliklerde görüyor ve kısaca selamlaşıyorduk. Bana karşı önyargısı
ve bunun dozajı garipti.
Kanaması olmaması iyiydi ama yalnız kalması
doğru değildi. Düşünüp durarak kendisini iyice yorabilirdi.
“Gelmemi ister misin?” diye sordum. “Yalnız
olmak istersen de anlarım ama gelebilirim.”
Yine bir sessizlik yaşandı aramızda.
Tereddüdünün sebebi olabilecek başka başka şeyler vardı. Kendimi bunlar
arasında seçim yapmakla yormadım. Sadece bekledim.
Beril sonunda olumlu bir cevap vermeye karar
verdiğinde telefonu kapatmış ve üstümdeki elbiseyi değiştirmeme gerek
olmadığına karar vererek ayağıma rastgele bir sandalet geçirmekle yetinmiş, çantamı
alarak dışarıya doğru hareketlenmiştim.
Kapıdan çıkmak üzere iken arabamın anahtarını
yanıma almadığımı fark edince oflayarak merdivenleri çıkmaya başlayacaktım ki
giriş koridorundaki konsolda duran, bana ait olmayan araba anahtarı ile göz
göze geldim.
Kendi kendime omuz silktim. Elimi tutup
arabaya binmeme yardımcı olacak kimse yokken Cevahir’in arabasına tırmanmayı
sevmiyordum ama birkaç kez kullanma fırsatım olmuştu ve kullanmak tırmanmaktan
çok daha keyifliydi.
Anahtarı alıp kapıyı kapatıp çıktım.
Cevahir’in arabasına kurulup yola koyulmuştum hemen sonrasında.
Beril ve Doğan’ın evine daha önce gitmişliğim
yoktu. Bu nedenle ondan konum istemem gerekiyordu. Yoldan birkaç saniyeliğine
gözümü ayırmamın sorun olmayacağı bir anda telefonuma bakındığımda Beril’in
çoktan konumu telefonuma yollamış olduğunu gördüm. Benden önce düşünüp hareket
etmişti.
Konumu aracın ekranında açık hale getirdikten
sonra tüm odağım yoldaydı. Bir süre sonra hiç hareket etmiyor sayılabileceğim
bir trafiğe sıkıştığımda sağ elim torpidoya doğru uzanır oldu.
Aslında kontrol etmeme gerek yoktu. Fularımın
hâlâ burada olduğunu biliyordum. Fakat yine de kapağı açmış ve elimi içeri
daldırıp kumaşı tutup dışarı çıkartmıştım.
Dışarıdan bakıldığında aklımı kaçırmış gibi
görüneceğim şekilde kıkırdadım ve ardından fuları burnuma doğru yaklaştırdım. Benim
kokum üstünden uçmuştu. Arabanın kokusu -biraz da Cevahir’in kokusu- fulara
karışmıştı.
Çantamdan ayırmadığım küçük parfüm şişesini
fuları yeniden benim kokuma boğmak için kullandıktan sonra kumaşı yeniden aldığım
yere bıraktım. Cevahir fark ettiğinde bir şey söyleyecek miydi bilmiyordum ama
kendimce ona bir hediye bırakmıştım.
Trafik biraz olsun rahatladığında yoluma devam
edebilmiş, yarım saatten biraz fazla bir sürenin sonunda Beril’in attığı konuma
varmıştım.
Beril’in elinin değdiği belli olan bir bahçe
tasarımına sahip villanın önünde park edebileceğim ilk alanda arabayı durdurup
indim. Derin bir nefes alarak evin girişine doğru yürümeye başladım.
Kocasıyla tartışmasının sebebi elimde olmadan
ben olmuştum. Fazlasıyla garip hissediyordum.
Sıcak hava üzerimdeki elbiseyi bile
fazlalıkmış gibi hissettirmekteyken zile basabileceğim kadar ilerlemiştim
çoktan.
Zili çaldım. İki kez peş peşe yankılanan tiz
sesin ardından kapı yavaşça aralandı.
Karşımda yüzündeki renk sarıya dönük bir halde
bitkince duran bir Beril gördüğümde kaşlarım endişeyle çatılmıştı. İçeri doğru
adımlamakta tereddüt etmeden hızla ona doğru adımladım.
Beril’in gözlerinin içine endişeyle baktığım
sırada dudaklarım ona nasıl olduğunu sormak için aralanacak oldu ama bir şey
söyleyemedim çünkü Beril benden önce davranmıştı.
Ağzını açtığında söyleyeceklerine dair doğru
düzgün bir tahminim yoktu ancak tahmin etmek zorunda kalsaydım da son tahminim
bu iki sözcük olurdu çünkü fısıltısı beni şaşkına çevirecek kadar
beklenmedikti.
“Özür dilerim,” demişti beti benzi soluk halde
bir adım önümde durmaya devam ediyorken.
Ona neden böyle söylediğini sormak için
dudaklarımı birbirinden ayırdığımda ise konuşmama engel olan bu kez anlık bir
ürpertiydi.
Bir an için arkamda birinin varlığını algılar
olmuş, baştan ayağa titreyip arkamı döneceğim anda ise boynumun kenarında kısa
bir yanma hissetmiştim. O yanma arkamı dönmeme ve hatta bedenimi ayakta
tutabilmeme de mani olmuştu.
Gözlerim bana ihanet ederek kapanırken
bilincim de çok geçmeden beni terk etmişti.
~
- 8 saat sonra
Başımın etrafına sarılı olan, gözlerimi örten
kumaş birden kaybolduğunda bir an için o kumaşı arar olmuştum. Karşımdaki
görüntüyü görmek yerine karanlığa hapsolmuş halde beklemeyi tercih ederdim
çünkü.
Bilincim yerine geldikten sonra düşündüğüm ve
neden bu halde olduğum konusunda kendimi yormama gerek bırakmayan tahminimde
haklıydım.
Karşımda Cavit
Avcıoğlu duruyordu.
Ben oturuyordum ve o ayaktaydı. Başım az önce
onun kumaşı çözmek için uzanan eli nedeniyle refleksle geriye büküldüğü için
direkt olarak yüzüne bakıyordum.
“Şaşırmış gibi bakmıyorsun,” derken konuşma
şekli hisleri alınmış ve içi bomboş bırakılmış biri gibiydi. Gözlerinden de
aynı boşluk yansıyordu.
Hiçbir şey söylemedim. Gözlerinin içine
hissettiğim bulantıyla bakmayı sürdürdüm. İğreniyordum ondan. Şaşırmış gibi
bakmıyordum ama kesinlikle varlığından iğrenir gibi bakıyordum, algılıyor
olmasını ummaktaydım.
Kaşları çatılır gibi oldu ama konuşmak yerine
hareketlendi. Biraz uzaklaştığında ne yapacağını görebilmek için başımı
düzeltip bakışlarımla onu takip ettim.
Odada ayrı bir yerde duran boş sandalyeyi
kaldırıp karşımda kalacak şekilde yerleştirmiş ve oturmuştu. Bu sırada
bulunduğum odaya düzgünce göz atma fırsatı da bulmuştum.
Büyük diyemeyeceğim, doğru düzgün eşya
bulunmayan bir odadaydım. Odanın tam ortasındaydım hatta. Duvardaki soluk renk
ve pencerenin sağlam görünmeyişine bakılırsa aktif kullanılıyor olan bir yerde
değilim.
Birini alıkoyup göz önünde bir yere
kapatmalarını beklemek mantıksızdı tabii. Muhtemelen izbe bir yerde, harabe bir
yapının içindeydim.
“Zerrin tıpkı Levent’e yaptığı gibi Cevahir’e
de bir süs bebeği bulup gözünü boyamalıydı belki de.”
Birden konuşmaya başlamış, tam karşımda
bacakları hafifçe aralı halde rahatça oturuyorken havadan sudan konuşacak
durumdaymışız gibi sesini duyuruyordu.
Süs bebeği dediği Fulya mıydı? Levent’in
önünde duran ve görüş açısını kapatan oydu, evet.
Bir an bekledi, bir şey söylememeye devam ettiğimde
ise hafifçe omuz silkip dudaklarını tekrar araladı. “Buna gerek olmadığını
söyleyen bendim gerçi, onun hiçbir zaman bir kadını hayatına kabul edeceğine
ihtimal vermedim çünkü. Risk almaya gerek yoktu bana kalırsa.”
Oğlunu tanımadığını söylemek isterdim ama
yapamadım. Tanıyordu çünkü. Cevahir hayatına birini öylesine kalıcı olarak
almamıştı, karşılığında bir edim olmasa almazdı da; emindim.
Cavit’in planlar yaparken atladığı kısım
aslında babasının ‘aile’ düşkünlüğü olmuştu. Cevahir aşkın kucağına düştü diye
değil, gücüne güç katabilsin diye bir kadını hayatına kabul etmişti.
“Zerrin’in ya da senin seçtiğin bir kadını
öylece onun hayatına sokabileceğinizi mi sanıyordun? Risk almak istesen de
başarılı olacak mıydın?” dedim dümdüz bir sesle.
Konuşmamla birlikte başını hafifçe omuzuna
doğru eğdi, beni inceler gibi bakıyor olmasından inanılmaz rahatsızdım ama
kaçabileceğim bir yer yoktu.
“Aldığım tüm risklerin sonunda istediğimi elde
ettim ben, sevgili gelinim.”
Sinir bozukluğuyla kıkırdadım. “Son birkaç ay
yaşanmamış gibi mi davranıyoruz? Bana aldığın riskler ayağına dolanıp seni yere
serdi gibi geliyor.”
Kıpırdamadı. Ne bir tepki verdi ne de konuştu.
Üst üste bir şeyler söyleme sırası böylece bana geçmişti.
“İğrenç bir adamsın,” dedim başımı hayretle
hafifçe sallarken. “Nereden bakarsam bakayım elimde kalıyorsun. Görüp
görebileceğim en iğrenç insansın, bir üstün olduğunu düşünmüyorum.”
Sırtını dikleştirir gibi oldu. Gözlerini bir
an bile gözlerimden ayırmadı. Dudakları yarım bir şekilde kıvrıldı. Bilmiş bir
gülümseme peydahlandı yüzünde.
“Görüp görebileceğin en iğrenç insanım öyle
mi? Bana bu denli benzeyen bir adamla evliyken seni ciddiye alamıyorum, Seray.”
Omuzlarımı düşürdüm. Bu hareketimle birlikte
zafer kazandığını sanacak oldu ama henüz beni duymamıştı.
“Bir zamanlar ben de öyle sanıyordum biliyor
musun?” dedim sinirlerim bozulmuş bir halde gülerken. “Ama geç olmadan anladım.
Ben sana hiç benzemeyen bir adamla evliyim aslında.”
Cevahir’in korkunç biri olduğuna inanan, her
hareketinden rahatsız olan Seray burada oturuyor olsaydı karşımdaki adama hak
veriyor olurdu fakat ben konu Cevahir olduğunda artık başka, bambaşka
düşünüyordum.
Cavit’in ailesine olan ihanetini hiçbir
koşulda Cevahir’den görmeyeceğimi biliyordum.
Kendimden bahseder gibi oldukça emin bir sesle
konuştuğumda Cavit’in az önceki zafer kazanmış bir ifadeye kayan yüzü kasıldı.
“Kendini Cevahir’in sana benziyor olduğunu
düşünerek mi kandırıyordun yoksa?” dedim gözlerimi kısarak. “Güçlü
hissettiriyordur gerçi, haklısın. Sen hiçbir şey olmayı başaramamışken oğlunun senin
saptığın yollara sapmadan başarması…”
Devam edememiştim cümleme. Oysa
söyleyeceklerim bitmemişti. Saatlerce onu aşağılamaya devam edebilirdim
aslında.
Bam teline fazla sert bastırmış olmalıydım ki
cümlem daha sonlanmadan bir anda sol yanağımda derin bir sızı hissetmiştim.
Bu hayatımdaki ikinci tokattı. Fiziksel
anlamda ilkti tabii, zira diğer anlamlarda hayatın tokadını yemişliğim çoktu.
İlk tokat, annemdendi. Üzerinden neredeyse on
beş yıl geçmişti ama o sızıyı sanki dün hissetmişim gibi hatırlıyordum. Onunla
aynı evde geçirdiğim son yılımda, Eylül’ünde liseye başlayacağım yılın Mayıs
ayındaydık. Tarihi unutmam mümkün değildi çünkü o gün her yıl tekrarlayan bir
gündü, anneler günüydü.
Bir şeye sahip değilseniz bir zaman sonra onu beklemeyi
bırakıyordunuz ya da en azından zaman zaman unuttuğunuz oluyordu fakat sahip
olduğunuz bir şey eksik hissettirdiğinde… O eksiği tamamlama güdüsü hiç
geçmiyordu. Bunlar benim için sırasıyla baba ve anne kavramlarını açıklıyordu.
Anneme en çok anneler gününde kızgın olmam
bundandı. Okulda o günün anlamını öğrendiğim yıldan, tokadını yediğim yıla
kadar anneler günü benim için hep isyan doluydu. İsyanımı anneme taşırdığım
anda ise yüzüme sert bir tokat patlatmıştı.
Gerçekleri anneme haykırmanın sonucunun bu
olacağını o gün aklıma kazımış ve ona dair tüm beklentimi o gün sıfıra
indirmiştim.
Aptalın teki olmasam aynı süreci Vita’da babam
ile yaşamazdım ama öyleydim. Beklentimi hâlâ kesmiş bile sayılmazdım belki de.
Ondan da tokat mı yemem gerekiyordu acaba? Bu kadar aciz miydim gerçekten?
Beni bir an için çocukluğuma sürükleyen
tokadın sızısı dinmiş değildi ama Cavit’ten gelen tokada dakikalarca ağıt
yakacak değildim. Sadece fiziksel olarak canım acımıştı. Bir süre sonra
geçecekti. Derinliği yoktu.
“Yalancı bir adama gerçekleri söylemek benim
hatamdı, kaldıramayacağını tahmin etmeliydim.”
“Korkmama rolünü abartmadan önce ne konumda
olduğuna dön bir bak,” dedi öfkeden patlayacak gibi.
Yerinden bir anda kalktığında ve bunun hızıyla
sandalye sesli bir şekilde yere devrildiğinde gözlerimi yüzünden ayırmadan ona
bakmayı sürdürdüm. “Ne için korkacağım? Ne yapacaksın? Çok merak ediyorum beni
böyle alıkoymanın sizin için işleri nasıl çözüme kavuşturacağını. Anlatsana.”
Dişlerini birbirine bastırdığını çenesindeki
gözle görülür kasılmadan anlamıştım. Can havliyle saçmalıyorlardı. Beni burada
tutmaları da yapacakları herhangi bir başka şey de oldukları çukurdan
çıkmalarına yaramayacaktı.
Sandalyenin düşme sesinin buraya birini çekmiş
olması şaşırtıcı değildi. Az önce ahşap ağır sandalye yerle buluştuğunda
kulağımı acıtacak bir ses çıkmıştı.
İçeriye girenin Zerrin olmasını bekliyordum
fakat kapı usulca aralanmış ve içeri Beril girmişti. İçeri girdiğinde ilk
yaptığı beni süzmek oldu. Dikkatle, baştan aşağı beni süzmüştü. Bir şeyim olup
olmadığını anlamaya çalıştığı belliydi. Bakışları yanağımda durmuştu ve böylece
tokadın yanağımda bir kızarıklık bıraktığını anlamamı sağlamıştı.
Bakışlarını Cavit’e çevirdiğinde ona tıpkı
benim ilk andan beri yaptığım gibi iğrenir bakışlarla bakmaktaydı.
Garipsemedim. Annesiyle yasak ilişki yaşayan amcasına sevgi dolu bakacak kadar
delirmemesi garip değildi. Gerçi annesine ve ona beni kaçırmaları için eşlik
etmesi de akıl işi değildi ama az önceki bakışlarıyla birlikte bunun altında
başka bir şey olduğunu kesinleştirmeme sebep olmuştu.
Cavit, Beril’in bakışlarının odağı olduktan
birkaç saniye sonra hiçbir şey söylemeden rüzgar gibi esip odadan çıktığında
içeride Beril ile yalnız kalmış oldum.
Bakışlarımı onun üzerinde tutmaya gerek
duymadan kendi kucağımı izlemeye başladım. Yere düşen sandalyeyi kaldırıp az
önceki konumundan biraz daha çapraz, yine bana dönük olacak şekilde
yerleştirdiğini ve usulca oturup ellerini kucağında birleştirdiğini görmüştüm
ama. Tırnaklarıyla parmak uçlarına işkence etmeye başladığında aramızdaki derin
sessizlik büyümeye devam etti.
Sessizliğin daha da süreceğini düşünmüştüm ama
Beril’in ince, duyulması zor bir sesle can çekişir gibi hıçkırmasıyla birlikte
başımı refleksle kaldırmıştım.
Yanakları sırılsıklamdı. Başım eğik halde
sessizken onun da sessiz ve hareketsiz olduğunu sanmıştım ama dakikalardır
ağlamakla meşguldü demek ki.
Başımı oynattığımda gözleri telaşla yüzümü
buldu. Kızarık gözlerle, onu en son gördüğüm andaki soluk yüzüyle bana
bakıyordu.
“Ağrın var mıydı gerçekten?” diye mırıldandım.
Merak ettiğim tek şeydi. Aslında kendimi kandırmak istediğim tek kısımdı.
Ağlayışı hızlanırken başını iki yana ağır ağır
salladı. Mantığım bana bu cevabı zaten soruyu sormadan önce sunmuştu ama küçük
bir tarafım aksine inanmak için çocukça bir çabaya girmişti.
Gözlerimi birkaç saniyeliğine kapattım. Hiçbir
şey söylemedim.
“Kötü biriyim,” dedi dalgın bir şekilde. “Ben
de onlar gibi çok kötüyüm. Özür dilerim. Böyle olsun istemezdim ama şimdi
yalvarsam bile anlamsız. Benden nefret edeceksin.”
Gözlerimi araladım, direkt olarak gözlerinin
içine bakmaya başladım. “Nefret ediyor olduğum kişi sen değilsin,” dedim
ifadesiz bir şekilde.
“Sana ne yaptığımın, benim yüzümden nerede ve
ne halde olduğunun farkında mısın sen? Bana acı çektirmeyi dilememen nasıl
mümkün olabilir?”
“Çünkü annen
kötü biri olduğu halde seni sevmesi için neden böyle canın pahasına
çabaladığını anlayabiliyorum.”
Söylediklerimin onu sakinleştirmesi gerekmez
miydi? Daha içli, daha hızlı ağlamaya başlamıştı.
Avuçlarını yüzüne kapatıp omuzları sarsıla
sarsıla ağlamaya başladığında dikkatim ondaydı fakat bir anda dışarıdan sesler
yükseldiğinde kaşlarım çatılarak kapıya doğru bakmıştım istemsizce.
Cavit’in ve Zerrin’in sesleriydi duyduklarım.
Boğuk şekilde buraya varıyordu sesler ve ne dediklerini anlayamıyordum ama
tartıştıkları ve hiç sakin olmadıkları açıktı.
Sesler iyice yükseldiğinde Beril’inde elleri
yüzünden ayrılmış, omuzunun üstünden kapıya bakınmıştı. Bakışları tekrar bana
döndüğünde gözlerinin ilk takıldığı yer yanağım oldu. Bununla birlikte de
sarsak bir şekilde ayağa kalktı hemen.
Onu ayağa kaldıran, kapıya doğru ilerlemesine
ve kapıyı aralamasına neden olan her şeye rağmen içinde taşıdığı anne sevgisi
olmalıydı. Cavit’in sesinin yükselmesini yanağımdaki kızarıklık ile
bağdaştırmış ve annesi için ayaklanmıştı.
Hamileliğin, anne olacağını öğrenmenin
Beril’de kendi annesiyle olan ilişkisine dair bir dönüşüm başlattığını
anlıyordum. Anlamamak ve onun dediği gibi nefret saçmak isterdim ama küçük bir
parçamla da olsa onu anlıyordum. Affetmek demek değildi, yaptıklarını ve sebep
olduklarını hiçe saymak demek değildi; sadece anlayıştan ibaretti.
Beril kapıyı açtığı anda dışarıdan, daha uzaktan
bir kapı çarpma sesi duyulmuştu. Daha ağır bir ses olduğu için birinin
bulunduğumu yapıyı tamamen terk ettiğini düşünüyordum. Dış kapı sesiydi bu.
“Aptal!” diye avazı çıktığınca bağıran
Zerrin’i duyduğumda gidenin kim olduğunu anlamam da kolaylaşmıştı. Cavit dışarı
çıkmış olmalıydı.
Beril de benimle aynı farkındalığı
yaşadığından olsa gerek rahat bir nefes almış gibi omuzlarını gevşetti.
Ardından bir anda arkasını dönüp yeniden benim yanıma doğru yürüdü. Hızı ve
ifadesi biraz tedirgin olmama neden olmuştu. Niye üstüme gelirken bu kadar
hızlı ve telaşlıydı?
Elini bir anda tişörtünün göğüs kısmından
içeri daldırdığında ağzım açık halde ona bakıyordum. Sütyeninin içinde bir şey
arar gibi olduktan hemen sonra eli parlayan bir metali tutuyor halde geri çıkarttı.
Kapalı halde duran bir çakıydı elindeki.
Gözlerim iri iri açıldı. Çakıyı açık hale
getirip bana doğru bir adım daha attığında nevrim dönmüştü. Dudaklarımı
korkuyla aralayacağım sırada hedefinin vücudum değil, bağlı olan ellerim
olduğunu algılamış ve hızlanan nefeslerimi normale çevirmeye çalışmaya
başlamıştım.
Bileklerimi birbirine bağlı tutan ipler keskin
çakının tek darbesiyle ayrılırken serbest kalan ellerimi ağrısını dindirmek
için kucağıma doğru çekip birbirine bastırdım.
“Annemi oyalayacağım, içeriden öksürük sesimi
duyduğunda kapıya doğru git.” dedi ağlamaktan kısılan sesiyle. “Kendin kaçmışsın
gibi gitmiş olacaksın. Amcam hangi cehenneme gitti bilmiyorum ama ona da dikkat
et ve git. Tamam mı?”
“Beril,” dedim fısıldayarak. “Annene güvenmek
istediğini biliyorum ama bunu yapmamalısın, yanında olman güvenli değil.
Akıllarını kaçırmış gibiler ve sen hamilesin. Bebeğini buna maruz bırakma.”
Burnunu çekti güçlükle. “Aklını kaçırdığını
bilmediğimi mi düşünüyorsun? Ona yardım etmezsem gözlerimin önünde kendini
öldürecekti. Sadece hamile olduğumu söylemek istemiştim. Her şeye rağmen bu
haberi annemle paylaşabilmek istemiştim.”
Ne diyeceğimi bilemeyerek durduğumda Beril
halen tutmaya devam ettiği çakının olduğu elinin tersiyle yanaklarını sildikten
sonra kapıya yürüdü. Hızlıca içeriye doğru giderken bir yandan da ‘Anne,’ diye
seslenmişti.
Sandalyeden kalkmakta acele etmedim. Kalkacak
gücü de hemen bulamamıştım zaten. Beril’in işaret vereceği an için içeriye
kulak kesilmiştim.
Beril’in öksürük sesini duymadım. Bunun yerine
içeride bir şey kırılmış gibi bir gürültü koptu. O gürültünün ardını ise hızlı
adım sesleri takip etti.
Ellerimi sandalyenin arkasına doğru alıp ip
hâlâ ellerimi birbirine bağlı tutuyormuş gibi beklemeye başladıktan birkaç
saniye sonra olduğum odaya peş peşe Zerrin ve Beril girdiler.
“Şeytansın sen!” diye haykırarak birden yüzüme
doğru gürleyen Zerrin ile birlikte donmuştum. Donmuştum çünkü bakışlarından
sadece delilik akıyordu. Bir tür kriz yaşadığını fark etmemem mümkün değildi.
Cavit ile her ne konuda birbirlerine
girdilerse, o konu Zerrin’i iyice tetiklemiş olmalıydı.
“Elimden aldığın her şeyi geri vereceksin.
Duydun mu beni?”
Gözlerimi kırptım birkaç kez. Neyi geri
verecektim?
Üstüme doğru yürüyecek olduğunda Beril panikle
koluna tutundu. “Anne.”
“Kes sesini!” diyerek ona doğru gürledi bu
kez. “Kes sesini sen de. Mahvettiniz her şeyi. Her şey mahvoldu, böcek gibi
saklanarak mı yaşayacağım ben bundan sonra? Planım var diye gezen ama hiçbir
şey yapamayan korkak herifin tekinden mi medet umacağım hapse tıkılmamak için?”
Yaşadığı paniği ve korkuyu izleyebilmek
güzeldi. Nilgün teyzeye yaptıkları için sonunun ne olacağını bilmesi de iyiydi
hatta. Sadece tek bir sorun vardı ki Zerrin şu an son çırpınışlarını yaşadığı
için gözü hiçbir şey göremeyecek kadar deliydi.
Bir sonraki cümlesinin ne olacağını beklerken
onu bir anda yerde bir noktaya kilitlenmiş bakarken bulduğumda tedirgin bir
halde ben de o noktaya doğru baktım. Baktığım gibi de gözlerimi pişmanlıkla
kapatmıştım bir saniyeliğine.
Beril’in ellerimi çözdükten sonra yeniden
göğsüne sıkıştırmadığı ya da en azından ortadan kaldırmayı dahi denemediği çakı
yerdeydi. Açık bir halde yerde duruyordu.
Beril de benimle aynı anda annesinin baktığı
yere dönmüştü ama annesinden önce davranıp çakıya uzanamayacak kadar yavaş
kalmıştı. Ben zaten ikisinden uzaktaydım. Kalkmaya çalışsam da Zerrin’den önce
yetişemezdim.
“Nereden çıktı bu?” dedi Zerrin çakıyı sımsıkı
kavramışken. Bıçağın metal yüzeyi parlıyor, Zerrin’in sinirden titreyen eli
gözümün önünde duruyordu.
“Bilmiyorum,” dedi Beril kesik kesik konuşup.
“Amcamdan düşmüştür.”
Zerrin’in buna inanması gerekliydi ama
karşımızda her ne kadar delinin teki de olsa üç yaşında bir çocuk yoktu tabii.
Zerrin, Beril’in cevabının ardından kaşları
çatık halde bir adım öne ilerledi. Beril’e doğru yaklaşmıştı biraz daha. “Yalan
mı söylüyorsun bana?” dedi bakışları iyice odağını kaybetmişken.
Beril başını iki yana sallarken gözlerinden
bir dolu yaş iniyordu. Bir elinin refleksle karnının altına doğru tutunuyor
olduğunu fark ettiğimde sertçe yutkundum.
Korkusuna rağmen ellerimin çözülü olduğunu ele
vermiyordu. Bıçağı benim bir yerden çıkarttığımı ya da ellerimi çözmesi için
onu tehdit ettiğimi zırvalaması yeterliydi aslında. Zerrin benim her şeyin
suçlusu olduğumu düşünmeye dünden razıydı. Tüm yükü bana yüklemişti çoktan.
“Yalan söylemiyorsun değil mi annecim?” dedi
Zerrin bir anda ses tonu değişirken. “Gözlerimin içine bak!” diye bağırdı sonra
bir anda. Beril korkuyla irkildi.
Göğsümde bir yerlerde tıkanan, varması gereken
yere varamayan bir nefesi almaya çabaladım. Ardından dudaklarımı araladım. “Bir
sonraki adım ne Zerrin? Cevahir’i arayıp davadan vazgeçmesini ve tüm
malvarlığını size hediye etmesini mi isteyeceksiniz? Beni burada bu yüzden mi
tutuyorsunuz?”
Zerrin’in bakışları beklediğim gibi bana
çevrildi. Gözlerinde bir parlama oluştu. Gerçekten böyle bir şey mi düşlüyordu?
Buradan yıllarca çıkamayacak olsam dahi Nilgün
teyzenin yaşadıkları hatırına buna izin vermezdim. Böyle basitçe
kurtulabileceğini mi sanıyordu?
Zerrin’in dikkatini dağıtma sebebim Beril’in
fazlasıyla yakınında ve elinde bıçak tutar haldeyken gözünün dönmüş olmasıydı.
Korumaya çalıştığım kişi henüz dünyaya gelmesine hayli zaman olan bir bebekti.
Beril benim yarattığım fırsattan yararlanıp
biraz uzaklaşır ya da en azından kendini koruyabileceği bir hale bürünür
sanmıştım. Can havliyle verdiği kararın o an için olabilecek en kötü karar
olacağını öngörememiştim.
Beril, annesinin çakıyı tutan eline doğru
atılmış ve tutuşunu gevşetmesi için birden eline yapışmıştı. Zerrin elindeki
tutuş ile birlikte panikleyerek Beril’e doğru adım attığında yerimden büyük bir
hızla kalkmıştım ben de.
Uzun süredir oturuyor olmaktan ve maruz
kaldığım ilaçtan dolayı ayaklandığım anda dönen başımı umursamadan
doğrulduğumda amacıma ulaştığımı söyleyebilirdim. Zira Beril’in karnına yakın
bir yerde duran bıçağın ucu artık ona dönük değildi.
Zerrin ben ayağa kalktığımda şaşkınca
hareketlenmiş ve birden bana dönmüştü. Şüphelerinde haklı olduğunu, çakının
benim bileğimdeki ipleri çoktan kesmiş olduğunu anladığında önce donmuş, sonra
gözlerinde yoğun bir korku peydahlanmıştı.
“Dur artık,” dedim sesimi sakin tutmaya
çalışarak.
Konuşmamla çözülecek bir şey yoktu ortada.
Bunu geç fark edebilmiştim.
Sakin de kalsam, yerimde de dursam konuşmam
Zerrin’e etki etmemişti. Aksine gözlerine az önce oturan korku birden deli bir
aleve dönmüş, daha önce kimsede görmediğimden emin olduğum ölçüde bir
kontrolsüzlük onu ele geçirmişti.
“Ben hiçbir şey kazanamayacaksam benimle birlikte
hepiniz kaybedeceksiniz. Her şeyi mahvettiniz!” diyerek hırsla bağırır gibi
konuştuğunda ne dediğine odaklanacak zamanım olmamıştı.
Zerrin aramızdaki çoktan azalmış olan mesafeyi
göz açıp kapayana dek aşmış, titreyen eliyle sımsıkı tutmayı hiç bırakmadığı
bıçağı ileri doğru savurmuştu.
Az önceki çabam işe yaramıştı. Bıçağın ucunun
Beril’e dönük kalmamasını sağlayabilmiştim fakat kendim için yapabileceğim
hiçbir şey yoktu.
Göğsümün soluna saplanan bıçağın şokuyla
dudaklarım aralanmış, başımı aşağı doğru eğip oraya bakmaya başlamıştım.
Elbisemin beyazı büyümeye başlayan bir kan
lekesiyle boyanırken o noktadan vücuduma doğru yayılmaya başlayan sıcaklık daha
önce hissettiğim hiçbir şeye benzemiyordu.
Beril’in çığlıkları, annesine yakarışları
kulağıma uzaktaymış gibi dolarken dizlerimdeki gücün çekilmesine neden olan yaşadığım
şoktu. Ağrı hissetmeye başlamamıştım. Ne hissedeceğimi ve ne yapılması
gerektiğini biliyordum. Bıçağın saplandığı yerin hiç iyi bir yer olmadığını
bildiğim gibi, neyin içine düştüğümü de biliyordum.
Dizlerim yerle buluşurken elim refleksle kanla
kaplanan yere doğru uzandı. Beril’in panikle yere çöktüğünü, beni tutmaya
çalıştığını uzaktan bir göz gibi izledikten sonra başımı son bir kuvvetle
kaldırıp Zerrin’e doğru baktım.
Elleri az önce çakıyı tutuyor olduğu andan çok
daha yoğun titriyor, bu titremeye tüm bedeni eşlik ediyordu.
“Anne bir şey yap!” diyerek avazı çıktığınca
bağıran Beril’in sırf doktor diye Zerrin’den medet umduğu belliydi.
Beril’in ağlayışları ve çığlıkları birbirine
karışırken hissettiğim sıcaklık anbean artıyordu. Zerrin onun endişeden
kırılmak üzereymiş gibi çıkan sesine karşı başını peş peşe iki yana sallamaya
başlamış, olanı inkâr ediyormuş gibi görünerek iki elini saçlarına atıp sımsıkı
saçlarını kavramıştı.
“Kaçmam lazım, kaçmam lazım benim.” diye
sayıklarken artık aklının tek bir zerresini dahi koruyamadığı belliydi. Bir
saniye sonra ise Zerrin görüş açımdan kaybolmuştu.
Hızlı adım seslerinin ardından Cavit
çıktığında duyduğum kapı sesi yankılanmış, Zerrin de buradan ayrılmıştı.
Beril bir elimi iki eli arasına almış sımsıkı
tutuyorken darmadağın bir haldeydi. Dengede durmak güçleştiğinde bedenimi bir
an için bırakmıştım. Bu, devrilecek gibi geriye meyletmeme neden olunca Beril
korkuyla hıçkırdı. “Seray!”
“Neredeyiz bilmiyorum,” diye yakındı.
“Neredeyiz bilmiyorum, birini çağırayım. Kimi çağıracağım?”
Beril’in şokla tamamen andan koptuğunu ve
hiçbir şey düşünemediğini fark ettiğimde gözlerimi bir anlığına kapadım.
Konuşabilmek için güç toplamam gerekiyordu. Yaradan her yerime yayılan sıcağın
ve hissetmeye başladığım acının bilincimi kapatmasına izin verirsem Beril de üç
saniye içinde üstüme bayılacaktı.
“Beril,” dedim iki heceyi kesik şekilde
birleştirirken. İlk kelime en zoruydu. Devamında kuracağım cümle için biraz
daha halim vardı. “Telefonun nerede?”
Sesimi duyduğu anda elimi tutuşu sıkılaştı.
Bana odaklandığını bildiğimden devam ettim. “Cevahir’i ara.”
Sabah onlarca aramamı açmamış olmasına rağmen
dilimden dökülen onun ismiydi.
Vücudumdaki şokun etkisiyle yaşadığım korku
gölgelenmiş görünse de aslında bir çocuk gibi korku doluydum.
Onun sesini bir şekilde duymam gerekiyordu.
Özellikle mantığım beni can çekişmeye
başlamama çok zaman olmadığı gerçeğine sürüklerken burada kan kaybından ölüp
gideceksem kulaklarımdaki son seslerin beni bu hale getirenlere ait olmasını
istememiştim.
Gelip beni kurtarması için de aklımdaki ilk
isim oydu ama asıl amacım bir şekilde sesini duymaktı.
Ömrümün uzun yılları boyunca ölümün eşiğine
gelsem dahi aklıma gelecek kimsenin bulunmadığı gerçeğiyle yaşamıştım. Biri var
sandığım bir sefer daha olmuştu ama o da yanılgıdan ibaretti. Şimdi gerçekten
ölümün kıyısındaymış gibi hissediyor ve o kıyıda aklımdan sadece tek bir isim
geçirebiliyordum.
Birini benimsemeyi başarmıştım.
Birini yer ve zaman fark etmeksizin özlüyor
olmayı tatmıştım.
İçimden hiç ‘yeter ki bunu deneyimleyeyim,
gerekirse ölürüm’ demişliğim yoktu ama dileklerim yine birilerince yanlış
anlaşılmış olabilirdi. Zira daha önce ölüme hiç bu kadar yakın hissettiğim
olmamıştı.
Dudaklarımı bir kez daha aralayıp Beril’i
harekete geçirmek istedim ama gücümü yeniden konuşmaya harcamayı denemem
pahalıya patlamış, yarı dik tutabildiğim bedenim sertçe yerle buluşmuştu.
Başım ve sırtım sert zemine çarparken göğsüme
saplı duran bıçağın oynadığını, daha derine gömülür gibi beni yardığını
hissettim. Dudaklarımdan kopan ilk acı dolu inleme o an havaya karıştı.
Beril’i çöktüğü yerden emekler gibi sürüklenip
kalkmaya çalışmak için harekete geçiren de kendimi tamamen bırakmam olmuştu.
Ağlayışının sesi kulağımda hiç durmadan yankılanıyorken zihnim parçalanıyormuş
gibi hissediyordum.
“Araba sesi geliyor,” diyerek birden ilahi bir
güce kavuşmuş gibi yerinden fırlamıştı Beril. Odadan çıkmadan önce onu araba
sesinin Cavit’e ait olabileceği ya da o sesin başka bir sorunu başlatabileceği
konusunda uyarmak istemiştim ama ne yerimden kıpırdayabiliyordum ne de sesim
çıkıyordu.
Gözlerimin kapanmasına engel olamadığımda
yerimde kıvranarak da olsa bilincimi elimde tutmayı denedim. Acıyı hissetmeye
devam etmem gerekiyordu. Hareketsiz kaldığım anda derin bir uykuya dalacağım
kesindi ve o uykudan uyanabileceğimden emin olamamak beni keskin bir korkuya
bulamıştı.
Gözlerimi kapatmaya tek başıma ne kadar daha
direnebileceğim meçhuldü.
Kulaklarıma olduğum yeri yıkıp geçebilecek
kuvvette bir ses dolduğunda ve o ses adımı seslendiğinde ise gözlerimi kısık da
olsa aralayabilecek güç tekrar bedenime üflenmişti.
“Seray!” diye bağırırken sesinden dökülen
parçalar, bir başkasının yaralı olanın ben değil de o olduğunu sanmasına neden
olabilirdi. Acıyla bağırdığını duymuştum. O acıyı her hücremde ağırlayan bendim
oysa.
Başımı bin bela kapıya doğru çevirebilmeyi
başardığım anda ise odaya girdiği anı yakalamıştım.
Cevahir’in odaya girdiğini gördüğüm anda
dakikalardır can havliyle kastığım bedenim bir an için çözülmüş, alt dudağım
titremişti.
Kapı eşiğindeyken gözlerinin ilk takıldığı yer
göğsümde saplı duran bıçak ve oradan sızıp elbisemi oluk oluk boyamış olan
kanımdı.
“Hayır,” diye fısıldadığını duymadım.
Dudaklarındaki kıpırtıyı görebilmiştim sadece. Kulağımda başlayan uğultu kısık
sesini duymama engeldi. İkinci adımında yere düşecekmiş gibi dengesiz adımlarla
bana doğru hızlandığında dudaklarından dökülenler de hızlanmıştı.
“Hayır,” diye sayıklamaya devam ediyorken sesi
gittikçe yükseliyordu. Yanı başımda dizlerini kıracak gibi sertçe diz
çöktüğünde bir eli başımın arkasına uzanmış, kendi bedenine hiç acımadan hızlı
hareket etse de boynumu kırılacak bir cam tutar gibi destekleyip doğrultmaya
çalışmıştı.
“Seray?” diye seslenirken gözlerinde aklının
yerinde olduğuna dair hiçbir emare yoktu. “Kâbus… Kâbus mu bu?”
Dudaklarımdaki titremeyi kesebilmek için nefeslenmeye
çalıştım. Aldığım nefes ciğerlerime battığında bir kez daha acıyla inlemiştim.
Üstü başı dağınık haldeydi. Her şeyi dağılmış,
yüzünde dahi aynı dağılmışlık yer etmişti. Dudaklarımdan kopan acı dolu
inleyişin ardından başını hızla iki yana salladı.
“Bir şey söyle!” diye yakardı. “Bir şey söyle
karım, sesini duyayım.”
Başımın altındaki eliyle beni kucağına doğru
usulca çektiğinde hareket etmiş olmam canımı acıtmalıydı belki ama yanağım
dizine doğru yaslandığında varmam gereken yere kavuşmuş gibi hissetmiştim
sadece.
İç çeker gibi olduğumda başımın altındaki
elini kıpırdatmadan diğer eliyle yanağımı kavradı. Yanağıma bakarken yüzünden
bir gölgenin gelip geçtiğini fark ettim. Kısa ama yoğun bir karanlık ifadesine
çökmüş, baş etmesi gereken bambaşka bir sorun olduğundan yanağımdaki
kızarıklığa dair hiçbir şey sormaya fırsatı bile olmamıştı.
Odaya birileri daha girdi, adım seslerini
duyabildim ama Cevahir’in kime ne söylediğini seçemedim. Öyle az bir güç
kırıntısı ile kalakalmıştım ki elimde kalanı sadece Cevahir’in bana yönelen
sesine ayırabiliyordum.
Kaybettiğim kan miktarını da bıçağın
saplandığı yeri de az çok anladığım için üstüme hem ağır bir korku hem de
ilginç bir sakinlik ekiliydi.
İyi değildim.
Cevahir’e bunu söylemek istemedim. Kalan
gücümü buna harcamak istemedim.
İçimden yükselen, panikle kıvranan sesi
duymazlıktan gelemediğimde dudaklarımda cansız, buruk bir gülümseme
peydahlandı.
Kolumu kaldırmayı denedim. Ona yakın olan
kolumu kıpırdatmaya çalıştım. Cevahir kıpırtımı hissettiği anda kime ne
anlattığını bilmediğim diğer tarafa çevirdiği başını bana döndürmüştü. Yüzüme
doğru eğildiğinde aradığıma kavuşmuş oldum.
Kolumu çok daha az çaba ile oynatmam
yeterliydi, parmaklarımı yanağına uzatabilmiştim. Sakallarının arasına belli
belirsiz tutunan parmaklarımı ona dair bir şey hissedebilmek için bastırmaya
çalıştım.
Kurumuş dudaklarım aralandığında dilimden ilk
dökülen adıydı. “Cevahir,” diyerek ona bile ulaştığı şüpheli fısıltımla
soluduğumda yüzünü yüzüme daha çok yaklaştırdı. Alnını alnıma dayayıp yüzüme
gömülür gibi olduğunda burnuma kokusu dolduğu için daha derin nefeslenmek
istedim. Yine sancıyla kaplanmış, acıyla sızlanmıştım.
“Söyle yavrum,” derken sesi titriyordu.
Sanırım ona iyi değilim dememem çözüm değildi. İyi olmadığım dışarıdan da yeterince
görülebiliyordu, doktor olmasına gerek kalmamıştı.
Gözlerimi kapatmama çok az kaldığını
hissediyorken acıyla kıvrandığımda dağılan gülümsememi toparlamaya çalıştım.
Kendime bile hiç sesli itiraf edemediğim ama
haftalardır içimde taşıdığım gerçeği ona böyle bir anda fısıldamak belki de ona
bugüne kadar gösterdiğim en bencil yanımdı. Gözlerimi bir daha açamazsam ona bu
gerçeğin yükünü bırakıp gitmiş olacaktım.
Yanağını okşamak ister gibi parmaklarımı
kıpırdatmayı denedim. Beni taklit edercesine yanağımdaki elini oynatıp
başparmağını tenime sürttü.
Dudağımın kenarına, çektiğim acıya rağmen
yerli yerinde durduğunu bildiğim gamzeme taşacak şekilde dudaklarını
bastırdığında gözlerim iyice kısılmıştı. Geri çekilmek yerine dudakları tenime
gömülü halde kaldığında fısıldadım. “Nefret değil,” diyebildim önce sadece.
“Bendeki artık nefret değil.”
“Yapma,” derken boğulur gibiydi. Yüzünü
saçlarıma gömdü. Benim iki katımdan bile büyük olan bedeni parça parça olup
dağılacakmış gibi titrerken saçlarımda nefeslendi. “Böyle değil, benim yüzümden
kollarımda kan revan içindeyken değil. Yalvarırım. Şimdi değil.”
Dudaklarımı birbirine bastırdım.
Haklıydı belki de. Ama bu elimdeki son şansmış
gibi hissediyordum. Ruhum benden çekiliyormuş gibi hissediyordum.
“Tamam,” diye mırıldandım. “Şimdi değil.”
Sesim yok gibiydi. Önce sıcaklıkla başlayan his, acıya dönüşmüştü ve şimdi
acıyı da hissetmemeye başlamıştım. Hiçlikte asılı kalmışım gibi hissettiren her
neydiyse bunun sonu gelmeyecekti sanki.
İtirafımın devamını onun istediği gibi saklı
tuttum.
Ona aşık
olduğumu bilen tek kişi olarak kaldım. Bunun benimle
mezara gelecek bir sır olmasını planlamamıştım aslında ama belki de olması
gereken buydu.
Cevahir’in yanağında duran elim kaslarımın
tamamına aynı anda vuran uyuşma yüzünden kayıp düştü ve ikimiz arasında bir
yerde sıkışıp kaldı.
“Seray?” derken sesi bu kez sadece tereddütle
doluydu.
Cevap vermek ister gibi dudaklarımı araladım. Cevap
verebileceğimi ve henüz onu duymaya devam ettiğimi görsün istedim ama olmadı.
Tıpkı kolum gibi göz kapaklarım da iradem
dışında hareketlendi. Gözlerim ağırca örtülürken başım da Cevahir’in kucağına
düştü öylece.
Gözlerimin son gördüğü yüz ona aitti.
Kulaklarıma uğultulu şekilde de olsa en son onun haykırışları dolmuştu.
Hissettiğimi hatırladığım son şey de onun varlığı olmuştu.
Yaşadığımı onunla hissetmeye başlamıştım ve
gözlerimi sonsuz hissettiren bir karanlığa yumarken de onunla olmaktan başka
bir isteğim yoktu. Telefonda sesini duymakla yetinmem gerekecek sanıyorken
sonmuş gibi hissettiren nefesi kollarındayken almıştım. Buna iyi bir şeymiş
gözüyle bakmak delilikti ama böyleydim işte.
Ömrüm yetinmeyi bilmekle geçmişti ve öyle son
bulması da şaşırtıcı olmazdı.
~
- Cevahir
Çok fazla ses vardı.
Birileri konuşuyor, birileri ağlıyor, birileri
sürekli etrafta adımlıyordu.
Hepsinin tam ortasında duruyorken merkezde
hissetmem gerekirdi. Tüm olan biteni algılayabilmem gerekirdi. Ama aslında
herkesten en uzakta olan bendim.
İki cümle arasına sıkışmıştım. İki cümle
arasında bir yere gömülmüş kalmıştım.
Seray
kayıp dendiği anda zaman durmuştu ve onu bulduğumda
zamanın yeniden akmaya başlayacağını sanmama rağmen her şey daha da kontrolden
çıkmıştı.
Sıkışıp kaldığım zaman dilimi onun kayıp
olduğunu öğrenmemle başlamış, kollarımda acıdan inlerken fısıldadığı bir cümle
ile son bulmuştu.
Bendeki
artık nefret değil.
Bana o anda nefret kusmalıydı.
Göğsüne bir bıçak saplıyken, oluk oluk
kanarken, tüm bunların nedeni benim onu zorla sürüklediğim yaşamken bana
nefretten başka bir şey vermemeliydi.
Şimdi ellerim onun kanına bulanmış halde, onun
kokusu yerine kanının kokusuyla boğulmuş halde onun için hiçbir şey yapamadan
duruyordum.
Geç kalmıştım.
Her şeyi planlamakla, hiçbir şeyi atlamamakla
övünüp duran bir adamdım ve geç kalmamam gereken tek kişiye yetişememiştim.
Yetişmek bir yana, ben onu nasıl savunmasızca bırakabilmiştim? Nasıl güvende
tutamamıştım?
Doğan’ın Beril onu evden yolladığı halde
rastgele bir eşya için olması gerekenden erken eve dönüşü sayesinde her şeyden
haberdar olabilmiştim. Piç herifin tekine öfkemi kusacağım diye kapandığım o
izbe yerde, aramalarını dahi açmadığım karımın kayıp olduğunu öğrenmem için
bambaşka insanların tesadüfen hareket etmelerine ihtiyacım olmamalıydı.
Doğan, evlerinin önünde benim arabamı
gördüğünde ve içeride buna rağmen hiç kimseyi bulamadığında önce beni aramış ve
bana ulaşamamıştı. Bir sonraki hedefi ise Levent’ti. Levent de bir şeylerin
yolunda olmadığını fark ettiği gibi Teoman’ı aramıştı.
Ben bu iletişim çizgisinin en ucundaydım. Oysa
konu baştan aşağı bendim. Konu Seray’sa, konu bir yandan da bendim. Nasıl bu
kadar gecikebilmiştim?
Bacaklarımın üstünde, avuçlarım yukarı doğru
açık halde duran ellerim kuruyan kanla birlikte soğumuştu.
Buz kesmiştim.
Oysa üşümezdim. Bedenim soğumazdı. Birlikte
henüz bir kış geçirmediğimiz için bu sıcaklığa söylenip duruyordu hep. Geceleri
onu her sarışımda sıcaktan eriyecek gibi hissettiğinden yakınıyordu ama
uzaklaşmak için çabalamıyordu bile.
Sıcağım onunla birlikte içimden sökülmüş
gibiydi. Bağırışlarıma rağmen gözlerini açmadığı, sımsıkı kavradığım bedeninin
tamamen kucağıma yığıldığı andan beri bir fırtınanın tam ortasındaydım sanki.
Onu kucaklayıp kaldırmama, arabaya taşımama engel
olan birden fazla kişi olmasaydı biz onun yanına varmak üzere yarı yoldayken
her ihtimale karşı çağrılan ama bir türlü gelmek bilmeyen ambulansı beklemeden
hareket ederdim.
Göğsüne saplı duran bıçağı oynatmanın neye
sebep olacağını bilmiyordum. Solunda, kalbinden çok az aşağıda bir yere
saplanan bıçağı hiç oynatmadan onu hareket ettiremezdim. O an bunu akıl
edemeyecek kadar gözüm dönmüştü ama Levent’in ve Teoman’ın beni sabitlediğini
hatırlıyordum.
Tek yapabildiğim onu hiç bırakmamak, beni
hissettiğinden bile emin olamıyorken sürekli ona yanında olduğumu bağırıp
çağırmaktı. Beni duyması gerekiyordu çünkü. Yalnız olmadığını bilmesi
gerekiyordu.
Ona ve onun iyiliğine dair kontrolüm öyle ani
kaybolmuştu ki içi boş bir et yığınından farksızdım.
Vita’ya çok uzak sayılmazdık ama yine de oraya
gelmemizin hemen mümkün olmayacağını o izbe yere daha yakın bir hastaneye
gitmemizi önereceklerini düşünmüştüm ambulanstakilerin. Fakat öyle olmamıştı ve
bu beni mümkünmüş gibi daha da parçalamıştı.
Herhangi bir hastanede iyileşemeyecek kadar
kötüydü.
Şimdi onun gün içinde başkalarına yetebilmek
için gezindiği, adımlarının izi kazılı olan bir koridordaydım ama onsuzdum.
İçeride kaç doktor vardı, kaç personel
ameliyathanede hazır bekliyordu bilmiyordum ama buraya gelmeden önce son yaptığım
Cumartesi akşamı burada olmasına gerek olmayan kişiler de dahil herkesi Vita’ya
çağırmak olmuştu.
Seray’ın kime ihtiyacı vardı bilmiyordum ama
herkes buradaydı. Burada olmak zorundalardı.
Açık halde duran avuçlarımdan birinde birden
yoğun bir nem hissettiğimde parmaklarımı kırmak ister gibi hızla kapatmış,
ellerimi yumruk halinde sıkmıştım.
Başımı ne olduğunu anlamak için irkilerek
kaldırdığımda karşımda dizleri üstünde çömelmiş halde bekleyen annem duruyordu.
Elinde bir ıslak bir bez parçası vardı.
Avucumdaki nemin kaynağı da o bezi tenime bastırmasıydı.
“Oğlum,” diyerek kısık bir sesle konuştuğunda
yüzündeki ifadeye boş bakışlar atıyordum. Üzgündü. Gözlerinin etrafı kızarmaya
başlamıştı.
Etraftan duyduğum ağlama seslerinden biri ona
aitti o halde.
Kıpırdamadım.
Ağladığında dünyayı yakmak isterdim aslında.
Çocukluğumdan beri annem ne zaman ağlasa benim de içimde biri ağlamaya
başlardı. Onun hep hüzünle dolu hali, en sonunda da hüznünü bile yaşayamayacak
kadar aklının solmasına içimde bir köşe hep acırdı.
“Silelim ellerini annem, izin ver. Gözünü
ayıramıyorsun oradan.”
Yumruklarımı karnıma doğru çektim sadece.
Ellerimi açmayacağımı, ona dair hiçbir şeyi kimsenin silmeye çalışmasına izin
vermeyeceğimi sessizce anlatmıştım.
Annem yüzünü bir an için dizime doğru
bastırdı. Oturduğum sandalyede geriye doğru kaçabileceğim hiçbir yer yoktu.
Üstümde her şey fazlalıktı sanki. Hiçbir şey hissetmek istemiyordum.
Ondan başka hiçbir şeyi hissetmek
istemiyordum. Kucağımda en son onun ağırlığı vardı. Kuruyup rengini kaybeden
dudaklarından kopan son sesli nefesi kucağımdayken solumuştu.
Birinin annemi omuzlarından tutarak kucağımdan
usulca çektiğini gördüğümde neden kaskatı kesildiğimi anlayabilenin kim
olduğunu anlamak için başımı kaldırdım.
Atalay’dı. Annemi omuzlarından tutup benden
uzaklaştırmış, ayağa kaldırıp başını kendi göğsüne doğru çekmişti.
Koridor kalabalıktı.
Herkesin haberdar olması şaşılacak şey değildi
çünkü tüm hastaneyi ayaklandıran bizzat bendim.
Teoman başımın dibinde ayaktaydı. Sırtı duvara
yaslı halde bekliyordu. Onun diğer tarafında Beste oturuyordu. Beste’nin
titreyen bedenini paramparça olmasından korkar gibi tutan kişi yanında oturan
Levent’ti. Kendisi dalgınca duvarı izliyor olsa da kolları Beste’ye sarılıydı.
Karşı duvarda dizili sandalyelerde dedem ve
amcam oturuyorlardı. Dedemin tepesinde asılı duran bir serum vardı. Uzanıp
dinlenmesi için kimse ısrar etmeye yeltenmemişti.
Onların yanındaki duvara Doğan yaslıydı. Tek
başınaydı.
Beril’in nerede olduğundan haberim yoktu.
Sorarsam söylemeyeceklerdi. Öfkemi kusabileceğim birine denk gelirsem
sandalyenin köşesinde beklemeyeceğimi bilmelerindendi bu.
Koridorun bizden daha uzak kısmında
birbirinden bağımsız doktorlardan oluşan bir grup daha vardı. Ameliyatı
izleyebilecekleri alan çoktan dolduğundan bir kısım da burada bekliyordu.
Bunca insan buradaydı ama gözüme her yer
bomboş geliyordu. Eksik olanı bildiğim halde eksiği tamamlayamıyor olmak bütün
bedenimi uyuşturmuş gibiydi.
Koridorun asansörlere bağlanan ucundan gelen
iki kişiyi gördüğümde nereden haberdar olduklarını düşünmeme gerek olmamıştı.
Öndeki isim canlı bir magazin yapılanmasıydı.
İzel Paker yarı ağlar yarı şaşkın halde buraya
doğru yaklaşırken beni ayaklandıran, kanımın öfkeyle kavrulmasına neden olan o
değildi. Hemen arkasında adımlamakta olan kişiydi.
Ayağa fırlamam şu ana dek hareketsiz kalışıma
alışmış olan koridordaki kalabalık tarafından endişeyle karşılanırken ne olup
bittiğini bilebilecek kişi sayısı sınırlıydı.
Muhsin’in yakasına yapışmam birkaç saniyemi
bile almamıştı. Sırtını duvara çarptığımda ne çırpınmış ne de kollarını
kaldırıp karşı koymaya çalışmıştı.
“Ne yüzle buradasın sen?” diyerek tükürür gibi
konuştuğumda gözlerimin içine bakıyordu.
“Durumu nasıl?” dedi sadece.
“Umurunda mı?” diye bağırdım.
Ona acı veren herkese ve her şeye ölüm
getirmek istiyordum. Bu listeye ben de
dahildim.
“Çok mu kötü?” diye sorarken sesi aynıydı. Bir
hayalet gibi soluktu. Gözlerinde kendi gözlerimde olduğundan emin olduğum bir
parça yakaladığımda yakasındaki elim istemsizce sıkılaştı.
Gecikmiş gibi bakıyordu. Geç kalmanın
suçluluğunu gözlerinden akıtıyordu.
Yakasını boğazına doğru bastırır gibi
kaldırdığımda İzel’in panikle yakardığını ve kolumu tutacak olduğunu göz ucuyla
görebildim. Onu tutup bir yere savuracak değildim ancak Teoman’ın gelip İzel’i
güç bela da olsa çekmesi iyi olmuştu.
İzel onun kollarında çırpınmaya devam ederken
görüş açımdan uzaklaşmıştı, önümde sadece Muhsin kalmıştı.
Kaç çift gözün üzerimizde olduğunu sayamazdım.
Çoğunun ne olduğunu bile anlayamadıklarından da emindim.
Avuçlarımda Seray’ın kanıyla Muhsin’in
nefesini kesmeye uğraşmam acı bir çelişkiydi. Bu kanın ortağıydı çünkü. Seray’ın
damarlarında dolaşan, bir iki saat önce oluk oluk üstüme akan kanın bu herifle
bağlantısını silip atamazdım.
“Sana ne?” dedim nefretle. “Onun ne halde
olduğundan sana ne? Kimsin sen?”
Bir dolu insanın gözü önünde, ona meydan
okuyordum.
Korkuyla sakladığı sırrı olan kadın benim
herkese haykırmak istediğim gerçeğimdi.
“Babasıyım!” diye haykırması öyle ani ve öyle
beklenmedikti ki koridorda bir an keskin bir sessizlik doğmuş, onun bağırışının
yankısı son bulana dek çıt bile çıkmamıştı.
“Bunu duymaya ihtiyacı olan ben değildim,”
diye fısıldadım. “Ondan sakındığını bana haykırman çare değil.”
Gözlerini sımsıkı kapattığında elimi hızla
yakasından ayırıp bir adım geriye adımladım. Ellerimi önce yüzüme, sonra saçlarıma
doğru bastırırken göğsümde derin bir ağrı vardı.
Etrafta başlayan uğultunun nedeni Muhsin’in
bağırdığı tek sözcüktü. Beni ondan başka kimse duymamıştı zaten.
Sinirlerim bozularak gülecek oldum bir an. Delirmenin
sınırında duruyordum. Ciddi anlamda tüm akıl yetimi yitirmiş gibiydim. Öğrendim
diye gücü elime aldığımı sandığım sır, birkaç ay içinde sırdan bambaşka bir
şeye dönüşmüştü. Bilenlerin sayısı gitgide artmış, sürekli yeni biri bu konuya
dahil olmuştu.
Bu koridora yığıldığımızdan beri hep
birilerinin içeri girişi için aralanan, ameliyathanenin olduğu kısma açılan buğulu
cam kapı ilk kez içeriden biri çıkacak diye açıldığında gözüm ne Muhsin’i ne de
başka bir şeyi gördü. Oraya doğru ilerlerken sağımda, solumda ya da arkamda
kimin var olduğunu bilmiyordum.
İçeriden çıkan kişi tanıdıktı. Fazla tanıdıktı
hatta.
Seray’a onunla ilgili bir şey söyleyeceksem
adını anmadan sarı ördeğin dediğim, sürekli kuyruk gibi Seray’ın ardında beliren
kişiydi içeriden çıkan. Alper’di.
Onun ne zaman içeri girdiğinden bile haberim
yoktu ama ameliyata alındığını sanmıyordum, izlemek için camın ardına geçmiş
olmalıydı.
İçeriden çıkarken koluna bir başka adamın
girmiş olması ve Alper’in bir nevi dışarı sürüklenmiş olması bedenimde çalabilecek
tüm alarmları aynı anda başlatmıştı.
Darmaduman bir yüzle duruyordu karşımda.
“Ne oluyor?” dedim Alper’in omuzuna sertçe
yapışırken. Elimle tutup onu sarsmış, geriye doğru itecek kadar güç
uygulamıştım. “İyi mi Seray? Ne bu halin?”
Başını iki yana sallarken yüzü bembeyazdı. Arkamdan
birilerinin yüksek sesle ağlamaya başladığını işittim ama bakışlarımı Alper’in
yüzünden bir an bile ayırmadım. “Konuşsana oğlum!” diye bağırırken sesim alacağım
cevabın ardından getireceğim yıkımı açık etmiş olmalıydı ki bir an yine tüm
sesler kesildi.
“Kalbi,” diye sayıkladı Alper. Devamını
getiremedi ama tek söylediği bu kelimeden ibaretti. Bir iki kez kalbi diye
tekrarladı.
Kalbi… Artık içi benim nefretimle dolu
olmayan, içinde ne olduğunu anlatmak istediğinde onu zorla susturduğum, duymayı
ertelediğim kalbi…
Birkaç santim altına bir bıçak saplanan kalbi…
Dudaklarım aralandı. Aklıma üşüşen her bir
ihtimalin baskısıyla kelimeleri bir araya bile getiremeden devrilecek gibi
olduğumda birinin kolumu tutmaya çalıştığını hissettim. Kim olduğunu
anlayamadan, bulanmaya başlayan bakış açıma başka bir şey dahil olmuştu.
Alper’in boynunda asılı duran, arkasında kalan
sensörlü kapının açılmasına yarayacak olan kart biri tarafından koparılır gibi
sökülmüştü.
Kartı sertçe kavrayan ve saniyeler içinde kapıyı
açıp içeri fırlayan Muhsin’in arkasından gücü çekilen dizlerimle zar zor
ayaktayken bakındım.
Alper ‘kalp’ diye sayıklayıp durduğunda Muhsin’in
Seray’ın ne halde olduğunu anlaması mümkün değildi ama içeride işe
yarayabilecek olan kişinin o olduğunu inkâr edemezdi kimse.
Özel hayatı nereden tutsam elimde kalıyordu
ama adını imkânsızın kıyısındaki ameliyatlardan sağlam hastalarla çıkışı ile
duyuran bir kalp damar cerrahıydı.
“Kızın için bir şey yap. Bunca yıl yapmadığın
her şeyin karşılığını bugün öde, ilk kez bir şeye yara onun hayatında.” diye
mırıldandım kendi kendime. Kapı Muhsin’in nereye gittiğini görmeme zaman
kalmadan çoktan kapandığında bu kez içimden sayıklamıştım.
“Kurtar
onu.”
~~~
YAAAA AMA BU BURADA BİTER Mİ SENAAAA
YanıtlaSilAğlayacağım ya off çok kötü oldum
YanıtlaSil