Sen Başkasın 4.Bölüm
4.BÖLÜM
İyi okumalar!
~~~
Cumartesi sabahlarımın nasıl başlayacağı -olağanüstü
haller dışında- belliydi.
İşe gideceğim günler kurulu olan alarm hafta
sonları çalmasa da bedenim tam o saatte uyanmaya hep hazırdı. Gözlerimi
araladıktan sonra geri uyumaya çalışıp kıvranmak yerine güne başlamak benim
için daha az yorucuydu.
Uzun zaman sonra ilk kez, bir cumartesi
sabahına alıştığım saatten farklı bir saatte gözlerimi aralamıştım. Gece gözüme
girmeyen uykunun eseriydi bu. Sabaha karşı sızar gibi uyuyakalmış olmalıydım.
Zihnim uykuya yer veremeyecek kadar dolup
taşmış, karanlık odada boşluğu izler gibi uzanıp kalmama neden olmuştu. Uyuyamadıkça
saat ilerlemiş, saat ilerledikçe de ‘madem uyumuyorsun, git ve onu kontrol et’ diyen ses hiç
susmamıştı. O, Umay’dı.
Dün gece hastanede nasıl bir uyku uyuduğundan
haberim yoktu ve odasının kapısını aralamaya bile niyetlenememiştim ancak bu
gece farklıydı. Bu evdeki ilk gecesiydi. Benim kim olduğumu öğrendikten sonra
yakınımda geçiriyor olduğu ilk geceydi.
Saat başı -belki de daha sık- yataktan
kalkmış, sessiz adımlarla odasının yolunu tutmuş ve tam kapatmak yerine aralı
bıraktığım kapısından ona bakınmıştım. Açık duran gece lambasının ışığıyla az
çok aydınlanan odada gözleri usulca kapanmış halde uyuyordu.
Gözlerini gece boyu hiç aralamış mıydı
bilmiyordum, araladıysa da ben denk gelememiştim.
Odasındaki oyuncaklara içli içli sevinip,
bacaklarıma sarılarak tatlı sesiyle teşekkür ettiğinde onlarla kalabilmek adına
yemek yememek ve uyumamak için uğraşacağını düşünmüştüm ama beni tanıştığımız
andan beri yaptığı gibi şaşırtarak ne yapması gerektiğini söylersem onu
yapmıştı.
Doğru düzgün yemek yediği söylenemezdi. Hatta
hiçbir şey yememişti, midesinin zaten ufacık olduğunu anlamak zor değildi ve
üstüne bir de bir süre aç kalınca iyice midesi küçülmüş olmalıydı. Doktoru
birkaç gün iştahsız olabileceğini söylediği için onu sıkmamış, sessizce
oturmasına göz yummuştum.
Sonra yine gözlerine uykunun gölgesi düşmeye
başlamıştı. Banyodan sonra olduğu gibi yarı kapalı gözlerle etrafa bakınırken
odasına kadar ona eşlik ettiğimde bir an gözleri açılmış, oyuncakların dizili
durduğu kısma dikkat kesilmişti.
Oyun oynamak isteyecek mi diye beklesem de ses
çıkartmadan durmuştu. Hiçbir şeye dokunmamıştı. ‘Hepsi senin,’ demiştim bir kez
daha hatırlatmak için. ‘Ne zaman istersen oynayabilirsin, alabilirsin.’
Başını sallasa da adımları oraya yönelmemişti.
Bedenini yatağa bıraktığımda da hiç direnmeden gözlerini yummuştu.
Evdeki ilk gününün büyük bir sorun çıkmadan
bitmiş olmasıyla içimin belki rahatlaması gerekirdi ancak öyle olmamıştı. Bugün
bir şekilde oyalanmış olduğunu, yorgunluğuyla dalgınlaştığını düşünüyordum.
Devam eden günlerde ona nasıl yaklaşacağımı düşüne düşüne sabah etmiş, geceyi
boğularak geçirmiştim.
Gözlerimi araladığımda güneş neredeyse tepedeydi.
Öğleni yatakta karşıladığım günler nadir olurdu, bu da öyle bir gün olmuştu.
Yataktan çıkar çıkmaz odamdaki banyoya geçip
kısaca oyalandıktan sonra odamdan çıkmıştım.
Umay uyanmış mıydı? Bu soruya cevap bulmak
için odasına doğru yürürken bir yandan da uyandıysa Sinan ya da Doğan
tarafından yalnız bırakılmamış olmasını umuyordum.
Odanın kapısı benim gece bıraktığım gibi yarı
aralı durmuyordu. Kapıyı kapalı gördüğümde kaşlarım havalanırken direkt kapı
koluna yöneldim.
Odaya her ihtimale karşı sessizce kapıyı açıp
girdiğimde beni karşılayan manzara az önce kastığım omuzlarımı hızla gevşetmeme
yol açtı.
Umay’ı odanın bir ucunda yerde otururken
görmüştüm önce. Bacaklarını düz bir biçimde öne doğru uzatmış, elleri kucağında
duruyordu.
Gözlerimi manzaranın bu kısmından ayırmak pek
akıl kârı gelmese de merakıma yenik düşerek bakışlarımı onun baktığı yere
çevirdim. Karşısında dizili ekibi görmem de bu sayede gerçekleşmişti.
Dünden hatırladığım kadarıyla hasır bir
kutunun içinde dolu duran peluş oyuncakların hepsi yarım bir çember oluşturacak
şekilde dizilmiş oturmaktalardı. Onları hizaya sokanın Umay olduğu belliydi.
Çeşitli boylara sahip farklı farklı hayvanlar
vardı. Umay hepsinin karşısına geçmiş, bir anda hareket etmeye başlayacaklarmış
gibi dikkatle onları izliyordu.
Burada böyle bekleyip onu izlemeye devam
edebilirdim ama sesini duymaya ve baktıkça kendimi daha da fazla bakmaktan
alamadığım gözlerini üstüme çevirmesine ihtiyacım olduğunu hissediyordum.
“Umay,” diyerek usulca seslenişim biraz
tedirgin olduğumu açık ediyordu. Bir anda ses duyması onu korkutabilir diye
düşünmüştüm.
“Ateş!” diyerek hiç afallamadan adımı
seslenerek başını çevirdiğinde göğsüm kabarır gibi oldu.
Dün ve öncesinde yaşananlar rüya değildi.
Karşımdaki kız çocuğu benimdi, benimleydi.
“Günaydın,” derken ona doğru birkaç adım
atmış, odanın içine ilerlemiştim.
“Yünaydın,” dedi başını sallarken.
“Erken mi uyandın sen?” diye sordum. Yanına
vardığımda diz çöküp bana bakarken boynunu acıtmayacağı bir hale gelmeyi
planlamıştım ama ben son adımımı atmadan önce kendisi ayaklanınca buna gerek
kalmamıştı.
Gözlerini kırpıştırdı. “Bilmiyoyum,” dedi
soruma tam anlam verememiş gibi bakarken.
Haklıydı. Uyanınca saate bakıp ‘aa erken
uyanmışım’ demeye başlaması için önümüzde bayağı uzun zaman vardı. Saçma sapan
sorular soruyordum.
“Sıkıldın mı?” diye sordum bu kez. “Oyun mu
oynuyorsun?”
“Otuyuyoyduk buyda,” dedi minik avucunu açıp
yerde dizili durmaya devam eden kalabalığı gösterirken.
Arkadaşlarıyla tanışıyormuşum gibi oyuncaklara
doğru bakındım. Evet, oturuyorlardı. Bu ekibin başka bir şey yapmaya hali yok
gibiydi zaten.
“İyi yapmışsınız,” dedim başımı sallarken.
“Şimdi kahvaltı yapacağız. Acıktın mı? Yemek yemeden uyumuştun.”
“Acıkmadım,” dedi kendisine düşünme fırsatı
bile vermeden hemen konuşup.
“Olsun, belki yiyecekleri görünce biraz
acıkırsın. Birlikte aşağıya inelim.”
“Acıkmam,” dedi söylediğim şeyi -sanırım ilk
kez- kabul etmeyerek.
“Ben açım ama,” dedim boynunu geriye doğru
yatırarak bana bakmak için kaldırdığı yüzünü izlerken. “O zaman ben gideyim.”
Alt kata tek başıma ineceğimi söylemek için
doğru kelimeleri seçmediğimi anlamam biraz sert gerçekleşti.
Umay’ın bakışları titredi. Kendisini biraz öne
itip dizime avucunu koydu ve bedenini de bacağıma doğru yasladı. “Gitme,” diye
mırıldandığında fısıltısı odada hafif bir uğultu olsa duyamayacağım kadar
kısıktı.
Konuşmakta olduğum küçük bedenin kısa bir süre
önce, en güvendiği kişi tarafından terk edilip bir izbeliğe bırakıldığını
aklımdan aptal gibi çıkartmıştım. Onu yalnız kalmayacağına inandırmam
gerekiyordu, her an gidecek gibi kapıda durduğuma değil.
“Gitmiyorum,” dedim apar topar. “Bir yere
gitmiyorum, Umay.”
Aşağı baktığımda yüzünü göremiyordum şu anda,
saçlarına tepeden bakabiliyordum sadece. Dün kendi kendine kurudukları için
irili ufaklı buklelere dönüşen, sarıya çalan saçları dağınıktı. Yataktan kalktıktan
sonra bu hale gelmişlerdi, belliydi.
Gözlerine bakamadan beni anlayıp anlamadığını
kesinleştiremeyeceğim için ellerim ona doğru uzandı. Kollarının altından
kavrayıp kolayca bedenini havalandırdım.
“Umay,” dedim bana bakmasını ister gibi. “Aşağıya
inecektim sadece, uzak bir yere gitmeyeceğim. Anlıyorsun değil mi? Buradayım
ben.”
Onu kucakladığımda avuçları boynumun biraz
altına, göğsüme doğru kapanmıştı. Yüz yüze gelebildiğimiz için gözlerine
fazlasıyla yakından bakabiliyordum. Yakını uzağı yoktu gerçi, hayran olunası
irislere sahipti.
Hiçbir şey söylemedi. Ben ona nasıl dikkatle
bakıyorsam o da yüzüme dikkatlice bakıyordu. Ne görmek istediğini bilmiyordum
ama yüzümde yalandan hiçbir ifade yaratmadan, hissettiklerimi göstermeye
çekinmeden ona bakıyordum.
“Yemek yicem,” dedi dudaklarını bir süre sonra
kıpırdattığında. “Uşlu olcam, gitme.”
Yüzüme böyle yakından bakıyor olmasaydı
kendime olan kızgınlığım ve söylediklerime dair pişmanlığım ifademe fazlasıyla
yansırdı, buna engel olmazdım.
Dün söylediklerini unutmuş değildim ama şimdi
daha net şekilde zihnimde duymuştum. Annesinin ona beklemesini, uslu durmasını
tembihlediğini söylemişti. Umay’ı o evde ardında bırakırken dilinden döktüğü
bundan ibaret miydi?
“Gitmeyeceğim,” dedim bir kez daha altını
bastıra bastıra çizercesine. “Uslu olmasan da gitmem, artık birlikteyiz.”
“Biylikteyiz,” diye tekrarladı. Sesi bu
kısımda normaldi, hemen sonrasında ise fısıltıya dönük bir sesle içine içine
konuştu. “Ateş gitmiyoy.”
Onu duymadığımı düşünüyordu. Bunu bozmadım.
“Şimdi aşağıya inelim olur mu? Sinan ve Doğan
da bizi bekliyorlardır belki, onları görürüz.”
“Sonya… Sonya şişekleye de bakıcaz mı?” diye
sorarken birden tüm ruh hali değişmişti. Durgun olduğu anlar var olsa da günün
sonunda kollarımda duran beden henüz üç yaşında bir bebekti. Böyle hızlıca modu
değiştiğinde şaşırmamam gerekirdi.
Dün Sinan eşliğinde bahçeye çıktığı için onun
adını duyunca aklı hemen çiçeklere kaymıştı.
“Olur bence,” dedim omuzlarım ‘neden olmasın’
der gibi kıpırdarken. Heyecanla gülümseyerek göğsümdeki avuçlarını omuzlarıma
doğru taşıyıp tutundu. “Oluy oluy,” dedi yeterince ikna olmamışım gibi ekleyip.
Umay ile birlikte odasından çıkmak için
hareketlendiğimde kucağımda olmasını hiç garipsemediğimi fark ettiğim an
koridora çıktıktan sonra kendini göstermişti.
“Yüzünü yıkayalım,” dedim yönümü odanın
karşısındaki, artık ona ait sayılacak banyoya doğru yöneltip. “Uyanınca yüzünü
yıkıyor muydun sen?”
Kaşları çatılır gibi oldu. “Manyo saati
değil,” dedi beni yargılar gibi.
“Değil,” dedim başımı sallarken. Bu sırada
banyoya girmiştik. “Uyandığımız zaman yüzümüzü temizliyoruz sadece, banyo
yapmıyoruz.”
Küçük avuçları omuzlarımdan kopup kendi
yanaklarına yaslandı. Gözlerini kırpıştırdı. “Yüzümüz pişlenmiş..?” dedi
sorgular bir sesle.
Bu rutini ona tam olarak nasıl anlatacağımı
bilemiyordum. “Pislenmemiş aslında,” dedim yarı anlamsız bir şekilde.
“Pişlenmemiş ama yıkamak lajım.”
“Evet,” dedim doğru tanımı bulduğu için direkt
onaylayarak.
Bedenini yere bırakmak ve yüzünü öyle yıkamak
bir seçenekti ancak keyfim o seçenekten
uzaklarda gezinme taraftarıydı.
Sırtı göğsüme denk gelecek şekilde kucağımdaki
bedenini çevirdiğimde bir kolum karnından ona sarılı duruyordu. Bedenini
dengeleyebildiğimde suyu açmak için diğer elimle uzandım.
Ben yüzümü sabahları buzdan farksız suyla yıkamayı
tercih ediyordum ama Umay’ı buna maruz bırakacak kadar delirmemiştim. Elimle su
ılığa yakın akmaya başlayıncaya dek suyu kontrol ettim.
“Sen yapmak ister misin?” diye sorduğumda suya
odaklandığım için bir süredir ona hiç çevirmediğim bakışlarımı aynadan yüzüne
dikmiştim.
Umay’ın dikkatli dikkatli aynadaki yansımamızı
izlediğini geç fark ettiğim için kısa bir an afalladım. Gözlerini iri iri açmış
bir kendi yüzüne bir bana bakıyordu.
Ellerini yıkamayı biliyordu. Dünkü tuvalet
macerasında bunu keşfetmiştim. Yüzünü de biraz yardım alırsa yıkayabilirdi
sanırım.
“Yapıcam,” dedi cesaretlenerek. Ellerini öne
doğru uzatmasını bekledim ancak planları farklıydı. Bir anda kendisini öne
doğru atmış, kafasını musluğa doğru eğmeye çalışır şekilde eğilmişti.
“Umay!” dedim karnındaki kolumla onu durdurup.
“Ne yapıyorsun?”
“Yüzümüzü yıkamak lajım,” dedi az önce benden
öğrendiğini geri bana öğretirken.
“Öyle eğilmene gerek yok,” dedim onu sıkıca
tutarken. “Eline su doldur, yüzüne götür sonra.”
Ellerine baktı. Parmaklarını sallayıp biraz
oyalandı. Sonra ellerini suyun altına uzattı. Biraz öne doğru yaklaştırıp daha
kolay uzanmasını sağladım.
Parmaklarını kapatmadığı için eline su
dolmuyor, su akıp kayboluyordu.
Kaşları çatılır gibi oldu. “Su gelmiyoy, benim
elim küçükçük.”
Sorun ellerinin küçükçük olmasından çok daha farklıydı ama onu kırmadım. “Evet,
eline pek su dolmuyor. İkisini birbirine yaklaştırsana.”
Parmaklarını kapamasa da elleri birleştiğinde
suyun biraz elinde kalabileceği alan oluşmuştu. O su benim yüzümün çeyreğine
bile yetmezdi ama kendi küçük suratını iki seferde rahatça yıkayabilir gibi
görünüyordu.
Umay’ı yönlendirmelerimle devam eden
dakikaların sonunda ıslak suratı ve suyu sevdiği için keyiflenen ifadesiyle durmaktaydı.
Bedenini düzgünce tutabilmek için sırtını
kendimden ayırıp onu eski haline çevirdim. Kucağımda rahatça evirip
çevirebileceğim boyutta ve ağırlıkta olduğundan hiç zorlanmıyordum.
“Şimdi yüzünü kurulayalım.”
Kenardaki dolaptan temiz havlu almak için
hareket edeceğim sırada Umay’ın ıslak yüzü birden omuzumda yer ettiğinde
kasılarak yerimde kaldım.
Yüzünü kurutmuştu. Tişörtümle…
“Umay…” dediğim sırada sesim pürüzlüydü.
Başını kaldırdı hemen. “Kuruttum,” derken
tebrik edilmeye hazır görünüyordu.
Tişörtü üstümden bir an önce çıkartmam için
kısık bir alarm çalmaya başlamış olan zihnimi duymazlıktan gelebilmem zordu.
“Kuruttun,” dedim onu onaylayıp.
Şimdi bir omuzu ıslak ve diğer omuzu kuru bir
tişörte sahiptim.
Takıntılarım dışarıdan bakan insanlar için
temizlik ağırlıklı görünse de aslında derdim düzenleydi. Düzen bir noktada
temizliği de kapsadığından kirliliğe de tahammülüm olmuyordu tabii.
Mesela şu an omuzumda kirlilik hissetmiyordum.
Umay’ın az önce suyla buluşan yüzü benim için kirli değildi fakat tişörtteki
orantısızlık bir sorundu.
Düzen-temizlik-temas üçlüsüyle olan dertlerim
bitmek bilmezdi. İstisnalarım vardı, kurallarım kimsenin aklının almayacağı
şekilde değişir ve bazen bu değişimler beni rahatsız etmezdi bile.
“Kahvaltıya inmeden önce ben üstümü giyineyim,
beni biraz bekleyebilir misin?”
Umay’ın bunu yüzünü üstüme kurutmuş olmasıyla
bağlantılandırıp gerileceğini düşünmüyordum. Öyle de oldu.
“Bekleyebiliyim, güsel giyin.”
Gülmeye bir kala kendimi durdurdum.
“Dikkat ederim,” dedim başımı sallarken.
“Giyim önemli tabii.”
Umay işimin bu olduğunu anlayacak yaşa ne
zaman gelirdi bilmiyordum ama şimdilik beni ‘güzel’ giyinme konusunda uyarma
şerefine ulaşan ilk kişiydi.
Tişörtümü değiştirip odadan çıktığımda Umay’ı
bıraktığım noktada, kapının yanında bulmuştum.
“Hazırım,” dedikten sonra bu kadar hızlı nasıl
kazandığımdan haberimin olmadığı bir güdüyle ellerim bedenine uzandı. Yürüsem
peşimden beni takip edecekti biliyordum ancak onu yormama bahanesi ile
kucaklamak daha seçilesiydi.
Umay’ı -ilk deneyimime oranla katbekat daha
doğru şekilde- kucakladığımda merdivenleri bir bir indim. İnerken aklıma gelen
soruyla duraksamıştım bir anlığına.
“Umay,” diye seslendim dikkatini çekmek için.
Merdivene bitişik duvardaki tabloları inceliyordu ben seslenene dek.
“Ney?” diye çevirdi başını hemen. Tam bir
nezaket timsaliydi.
“Sen bu merdivenleri tek başına insen, düşer
misin?”
Bunu ona sormak ve cevaba güvenmek yerine
kendi aklımla bir sonuca varmam daha mantıklıydı ama Umay ile konuşma işinden
mümkün oldukça asla kaçasım olmuyordu.
Biraz düşünür gibi yaptı. “Düşeysem acıy,”
dedi sorumla pek ilgisi olmayan cevabı dillendirip.
“Evet,” dedim son basamağı indiğim sırada. “O
yüzden tek başına inme ya da çıkma, yanında biri olsun.”
Gözlerini kırpıştırdı. “Kim?” dedi direkt.
“Sen gitcen mi? Gitme.”
Yanında ben olayım yerine, yanında biri olsun
dememden yaptığı çıkarıma bakılırsa benim Umay’ı gitmeyeceğime ikna edebilmem
öyle bir iki günde olup bitecek gibi değildi.
“Gitmeyeceğim,” dedim son yarım saat içinde
sanırım üçüncü kez. “Ben yanındayım ama beni göremezsen Sinan ya da Doğan da
sana yardım edebilir. Onlar da bu evde yaşıyorlar, söylemiştim değil mi?”
“Aykadaşlayın onlay,” dedi ona dün söylediğim
gibi. Onaylar gibi başımı oynattım.
Umay bana bir şey daha söyleyecek miydi
bilmiyorum ama önümüze birden Doğan çıkınca zaten dikkati dağılmıştı.
“Yünaydın, piyens.”
Gözlerim kısıldı. Doğan, Umay’a doğru bakarken
sakince gülümsüyordu. “Günaydın, prenses.” dedi tabii hemen. Kraliyet
ailesindeydik sanki.
Kral bendim herhalde. Sinan’dan da işlevsel
bir saray soytarısı olurdu. Ekibi tamamlamıştık.
“Yemek yicez biz,” dedi Umay planlarımızdan
Doğan’a bahsetmekte gecikmeyerek. “Sonya da şişekleye bakabilicez, önce yemek
yemek lajım.”
“Önce yemek lazım, çok doğru. O zaman buyurun
sofraya.”
Umay’ı kucağımdan indirmediğim için buyurması
gereken bendim. Yemek odasına doğru adımlarken Umay etrafı izlemekle meşguldü,
Doğan ise önden ilerleyip çoktan içeri girmişti.
Hazırlanmış kahvaltı sofrasına gelişigüzel
bakındım. Yeterince çeşit vardı. Umay’ın kahvaltıda ne sevip sevmediğini yine
ona sorarak ve belki denemeye ikna ederek öğrenecektim.
“Sinan nerede?” diye sordum içeri girdiğimde
yalnız gördüğüm Doğan’a.
Doğan cevap veremeden Umay konuştu kucağımdan.
“Şinan neyde? Şişekleye mi gitti?”
Ben sorunca benden güç alıp Sinan’ın yokluğunu
sorgulamasını bıyık altından güldüm. Onu çiçeklere bakmak için araç olarak
bellemişti, gözü Sinan’ı arıyordu.
“Prensesiniz cevap bekliyor, küçük prens.”
dedim Doğan’a bana yakışmadığını tahmin ettiğim alayla. Üstümde eğreti
duruyordu, alışıldık değildi.
Doğan bir bana bir Umay’a baktı. “Gelir
şimdi,” dedi ne diyeceğini tam bilemeyip. “Yiyeceklerin kokusunu almıştır.” Bu
bana olan cevabıydı. Daha sonra Umay’a daha dikkatli bakarak onun sorusunun
cevabını verdi. “Çiçeklere sensiz bakmaya gitmez, birlikte gidersiniz yine.
Merak etme.”
Umay bir şey söylemedi ama içinin
rahatladığını belli eder şekilde nefes verdi sessizce. Çiçekler konusunda pürüz
kabul etmiyordu.
Dün Umay’ı yemek masasının etrafındaki
sandalyelerden birine oturtunca ne yaşandığını görmüştük. Boyu masaya varmaya yetmiyor,
başı masa hizasında kalıyordu.
Masanın başında duran bana ait sandalyeye
geçerken Umay’ı kucağımdan bırakmadan oturmam da bunu bahane ederek
gerçekleştirdiğim bir hamleydi.
Mama sandalyesi gibi bir şey alınsa ona
yerleşmesi zor olmazdı sanırım ama dilimden böyle bir istek dökülmedi. Söylesem
bir saat içinde o sandalye ya da belki herhangi bir yüksek sandalye odaya
getirilmiş olacaktı, umurumda değildi.
Sol dizime oturmasını ve sırtının göğsüme
doğru yaslı kalmasını sağladığımda Umay yerini yadırgamadan olduğu yerde
bekledi.
“Şinan gelmiyoy,” diyerek şikâyetini dile
getirdiğinde ona katılarak başımı salladım. Bu sırada beklediğimiz isim kapıdan
içeri süzülmüştü.
“Şinan geldi,” dedi Sinan, Umay’ın adını
telaffuz ettiği gibi konuşup onu taklit ederek.
“Şinan birazdan ateş hattında kalacak,” diyen ise daha da alaycı konuşan Doğan’dı.
“Günaydın Sinan,” dedim başımla sandalyesini
işaret edip. “Kahvaltıya başlayalım artık.”
“Yünaydın Şinan,” diyerek benden sonra devam
etti Umay. “Yemeğini ye, sonya şişekleye gitcez.”
“Günaydın büyük ve küçük Karmen,” derken
yerine yerleşti. Umay Karmen… Umay
doğduğunda evli olmadığımız için kimliğinde annesinin soyadı yazılıydı.
Değişecekti. Bir an önce değişmeliydi.
“Kimlik,” dedim Doğan’a doğru dönerken.
“Umay’ın kimliği değişecek.”
“Oldu bilin,” dedi Doğan ölçülü
gülümsemesiyle. “En kısa zamanda hallederim.”
Herkes yerli yerine oturduğunda Umay yemek
yemeye değil kucağımda güneşlenmeye gelmiş gibi hareketsizdi. Uzanıp bir şeyler
yemeye niyetlenmediğini gördüğümde derin bir nefes aldım.
“Çiçekleri görmek için ne yapmamız lazımdı
Umay?”
“Şinan yemek yicek,” dedi başını havaya
kaldırıp bana bakmaya çalışırken. “Bekliyom.”
Sinan’ın karadelik midesi beni pek alakadar
etmiyordu. Derdim kollarımdaki bedenin küçük midesiyleydi.
Görünen o ki bu dert öyle kolay kolay da
bitmeyecekti.
~
“Ateş,” diyerek kendisine seslenen Umay ile
birlikte Ateş’in bakışları hemen onu bulmuştu.
“Efendim?”
“Ben buyda uyuyoyum,” diyerek arkasında duran
yatağı işaret etti Umay. Ateş oraya bakmaya gerek duymamıştı. “Evet,” dedi
onaylayıp.
“Kuzu da benimle uyuyabiliy mi?”
“Kuzu..?” dedi Ateş bir an boş bulunup.
Umay onu aydınlatmak için kısa bacaklarının
izin verdiği ölçüde hızlanıp odanın diğer ucuna koşturmuştu. Kenarda düzgünce
oturmakta olan peluş oyuncağı kucaklayıp Ateş’in yanına geri döndüğünde boynunu
arkaya doğru gerip ona baktı. Saçları sallanıp dağılmıştı bu sırada.
Kucakladığı oyuncak kuzuyu da kaldırıp görüş açısına dahil etti.
“Bu,” dedi Umay bilgilendirmesini yapıp. “Küçükçük
kuzu.”
Elinde tuttuğu yumak yumak beyaz tüyleri olan
şişkin bir kuzu oyuncağıydı. Ateş bir ona bir de oyuncağa baktı. Uyurken
yanında durması için özel olarak neden bu peluşu seçtiğini merak etmişti.
Kedi değil, köpek değil… Neden kuzuydu?
Kuzuların varlığından haberi olması bile ilginçti Ateş’e göre.
“Biliyoysun mu benim de kuzum vaydı, sonya…
Sonya kuzu evine gitti.”
Ateş kaşlarının anlamazlıkla çatılmasına engel
olamadı. Kuzu mu beslemişti? Yoksa oyuncak bir kuzudan mı bahsediyordu?
“Böyle küçük kuzu mu?” diye sorduğunda Umay
başını iki yana salladı hemen. “Küçükçük değil, büyük.”
“Konuşuyor muydu o kuzu?” Ateş yeni bir
soruyla devam ederken bir yandan da Umay’ı kollarından kaldırıp yatağına
bırakmıştı.
Umay kucağından indirmediği kuzuyla birlikte
yatağa yerleştiğinde henüz geri yaslanıp yastığına başını koymadan gözlerini
iri iri açtı. “Neyden bildin?” dedi Ateş’e heyecanla bakarken. “Konuşuyoydu ama
ben anlamıyoydum, bebektim o saman.”
Kuzunun melemesinden bir çıkarımda bulunmak
için yaş almak çare değildi ancak Ateş bunu dile getirmedi tabii. Gözlerinden
uyku akmakta olan Umay’ı daha fazla oyalamak istemiyordu.
“Şimdi de bebeksin,” dedi Umay’ı sırtından
tutup yavaşça uzanmasını sağlarken.
Umay kollarındaki kuzuyu göğsüne bastırırken
sessiz kaldı. Ateş onun üzerine örtüyü çekmiş, bedenini sarmıştı bu sırada.
“Kuzu da üşüy,” dedi Umay elini örtüden
çıkartıp yamuk da olsa oyuncağın üstünü örtüp.
Ateş müdahale etmedi. Umay da kuzu da örtü ile
sarılı hale geldiklerinde artık uykuya geçmek için bir engel kalmamıştı ortada.
Ateş odanın asıl ışığını kapatıp yalnızca gece
lambasının açık kalmasını sağladıktan sonra yatağın yanına geri döndü. Umay’ın
yarı açık gözleriyle kendisine bakışını uzun bir süre daha izleyebilir gibi
hissetmişti ancak baskın gelen mantığına direnmedi.
“İyi geceler,” dedikten sonra yavaşça odadan
çıkmak için hareketlenmeye niyetlenmişti ki onu durduran Umay’ın sesi oldu.
“Ateş!” demişti son anda bir şey hatırlamış gibi telaşla.
Ateş ondan adını duymaya yavaşça alışıyordu ve
bu alışkanlığın böylesi tatlı olabileceğini daha önce hiç düşünmemişti. Adını
tam olarak telaffuz bile edemeyen bir ağızdan duymak nasıl böyle keyif
verebilirdi?
“Efendim,” dedi ona doğru hafifçe eğilip loş
ışıkta kendisini görmesini sağlarken.
“Yünaydın olunca gidiceksin mi?”
Günaydın olunca Umay dilinde sabah olunca
demekti. Ateş, Umay’ın ertesi sabah için daha uyumadan streslendiğini görünce
gerilir gibi oldu.
Gün içerisinde de kendisini gördükçe bu soruyu
yineler olmuştu. Görüş alanından çıkacağı zaman gidip dönmeyeceğini düşünüyor
ve bunun doğru olmadığından emin olabilmek için dudaklarını aralıyordu.
“Gitmeyeceğim,” dedi Ateş bıkmadan. “Sabah
olunca gitmeyeceğim. Birlikte kahvaltı yapacağız.”
“Şinan ve piyens de yicek mi?”
“Onlar da bizimle olacak, herkes burada. Sen
de buradasın, burası senin evin Umay.”
Ateş, Umay’ın bir şeyler söylemesini ya da en
azından bir iki soru daha sormasını bekledi ancak kızı çoktan sessizliğe
gömülmüştü. Yanağını kuzusuna doğru yaslayıp gözlerini kırpıştırdığında gözleri
iyice kapanmaya yüz tutmuştu.
Ateş odadan çıktığında kendi odasına geçmedi.
Henüz saat erkendi. Umay’ın pili geçen günlerin yorgunluğundan ve bir yandan da
bebek oluşundan kaynaklı hızlı bitiyordu. Bu saatte kendisi uyuyamazdı.
Salonda olduklarını bildiği ikizlerin yanına
uğramadan çalışma odası olarak kullandığı odasına adımladı.
İlerleyen saatlerde o odada, elinin altındaki
kâğıt ve kalemlerle meşguldü.
Karmen’in, Ateş’e ait bu markanın, en sağlam dayanağı Ateş’in çizimleriydi.
Gözü bir başka görüyor, gördüğü o başkalıkları da kâğıt üzerine oldukça iyi
yansıtabiliyordu. Buradan sonraki süreç de iyi ilerlediğinde, ki Ateş her
ayrıntıyla tek tek meşgul olacak kadar cins(!) bir adamdı, Karmen’in büyüyüp
tanınması işten bile olmamıştı.
Kurucusu değildi ancak markanın bu denli
büyümesi tamamen onun eseriydi.
Ateş boynunun ağrımaya başladığını hissedene
dek yerinden kıpırdamamış, önündekilere odaklanmıştı. Yerinden kalkmasına neden
olacak kadar sert saplanan ağrıyla birlikte sandalyeden kalktığında bir süre
boynunu esnetmeye çalışarak oyalanmış, hemen odadan çıkmamıştı.
Odadan çıktığında koridoru sessiz bulmak onu
şaşırtmadı. Ellerini yıkamak için odasındaki banyoyu kullanıp geri çıktı.
Sonraki durağı alt kat olacaktı, odasına çekileceğini ikizlere haber verecek ve
yukarı çıkarken hiçbir şekilde ses yapmamaları için onları uyaracaktı. Uyarının
nedeni kendi uykusunun bölünme tehlikesinden uzaktı, Umay uyanmasın diyeydi.
Ateş merdivenlere doğru yürümeye başladı. Adım
attıkça merdiven daha da görünür hale geliyordu. Birkaç adımın sonunda
merdivenin en başındaki bedeni görmesi de zor olmamıştı.
Kaşları başına ağrı saplanacak kadar ani ve
derin çatılırken attığı son iki adım hızlıydı.
“Umay?” dedi direkt. Merdivenin en üst
basamağında çöküp oturmuş olan oydu.
Ateş yanına varır varmaz diz çökmüş, boyuna
olabildiğince yaklaşmıştı. “Umay bir şey mi oldu?” diye sordu sıkıntıyla.
Burada ne işi vardı, ne zamandır buradaydı, ne olmuştu? Soruları boldu.
Umay kendi bacaklarına dönük halde, kucağında
duran kuzusuyla birlikte oturuyordu. Ateş’i duyduğunda ona doğru dönecek gibi
olmuştu ancak son anda vazgeçip olduğu şekilde kalmıştı.
Ateş aklında dönmeye başlayan ihtimaller
nedeniyle titrer gibi olan elini kaldırıp Umay’ın sırtına doğru dokundu. “Bakar
mısın bana, yüzüme neden bakmıyorsun?”
Sorarken bir yandan da bir eli uzanıp çenesini
nazikçe kavramış, başını usulca kaldırmıştı. Ateş, Umay’ın yüzünü görebilir
hale geldiğinde boynundaki ağrıyı hiç edecek bir ağrının boşluğuna saplandığını
hissetti.
Sessiz sessiz ağlamıştı. Yine.
“Umay…” diyebildi Ateş başka bir şey
bulamadan.
“Yalnıs inmemek lajım,” dedi Umay ağlamaktan
kızaran dudaklarını aralayıp. “Düşeysek acıy.”
Merdivenlerden bahsediyordu. Buraya kadar
gelmiş, aşağıya inmemişti. Ateş bunu anladığında gözlerini sımsıkı kapatmak
istedi. Onu gündüz bu konuda uyarmıştı. Sözüne bu denli sahip çıkacağını
bilmiyordu.
“Yanımıza mı gelmek istedin?” dedi cevaptan
çekinerek. Aşağıya inmemişti, inmek isteme sebebi neydi?
Umay sessizce yüzüne bakmakla yetindi. Ateş
yeterince cevap bulmuştu artık.
Tereddüt etmeden, sormaya düşünmeye gerek
duymadan kolları öne uzandı. Umay’ı kollarının altından kavradığı gibi
kaldırdı. Kucağına aldığı bedeni göğsüne doğru yaslamışken Umay aradığını
bulmuş gibi boynuna doğru gömülmüştü.
Ağrı kesicilerin, kremlerin, farklı farklı
tedavilerin etkisini aynı anda yaşıyormuş gibi boynundaki ağrıyı unuttu Ateş.
Umay’ın yumuşak bukleleri, küçük suratı boynuna değiyorken son düşündüğü şey az
önceki ağrısı oluvermişti.
“Neden uyandığını biliyor musun?” derken
Umay’ı sıkıca tutarak ayaklanmıştı. “Yatağını mı sevmedin? Tuvaletin mi geldi?”
Umay ne olumlu ne de olumsuz cevap verdi.
Sustu sadece.
Ateş konuştuklarının boşa olduğunu, Umay’ın
susacağını kabullendiğinde kendisini de tıpkı onun gibi sessizliğe gömdü.
Ayağa kalktıktan sonra merdivenlerden
uzaklaştı biraz. Koridoru baştan sona adımlayıp bir turu tamamladığında ne
yaptığını kendisi de bilmiyordu. Sadece kucağındaki bedeni bırakmaması
gerektiğini söyleyen sesin esiriydi, onu dinliyordu, başka bir şey duymuyordu.
Umay, kendi bedeni ve Ateş’in göğsü arasında
sıkışan kuzusunu kolundan sıkıca tutmuşken diğer eliyle Ateş’in ensesine
dokunuyordu. Saçının başladığı çizgiyi parmaklarıyla rastgele sevip okşarken
dikkati aslında orada değildi.
Ateş koridoru sayısız kez baştan sonra yürüdü.
Umay uyur sandıysa da öyle olmadı. Kıpırtısızca boynunda yatmayı sürdüren minik
beden ile birlikte atmaya devam ettiği turların sonuncusu Sinan merdivenlerde
görününce gelmişti. Ateş doğal olarak onla karşı karşıya kalınca adım atmayı
durdurmuştu.
“Ateş Bey?” dedi Sinan şaşkın ve oldukça kısık
bir sesle. Onu ve Umay’ı bu şekilde koridorda görmeyi beklemiyordu.
Ateş, Umay’ın düzensiz nefeslerinden henüz
uyumadığını bildiği için sesini çok kısmamıştı. “Dinliyorum.”
“Bir sorun mu var? Seslenmediniz bize.”
Ateş o sırada kısa bir farkındalık yaşadı.
Çözümünü bilmediği, onu yoracak konularda ikizleri danışman olarak kullanmaya
alışkındı. Umay da başlı başına ‘çözümünü bilmediği bir konu’ idi hatta. Fakat
Ateş aşağıya seslenmek ya da Umay’ı alıp inmek yerine onunla sessizce koridorda
yürümeyi seçmişti.
Yapması gerekenin bu olduğunu nereden
çıkartmıştı, neye göre düşünmüştü bilmiyordu. Öylece yapmıştı.
“Ben hallediyorum,” dedi Ateş Umay’ı sırtından
sarmışken.
“Nasıl isterseniz,” demekle yetindi Sinan da.
“Ben odama geçiyorum, Doğan da birazdan yatacak sanırım. Dilediğinizde
çağırabilirsiniz, iyi geceler.”
Ateş onaylar gibi başını salladı. Bu sırada
Sinan Ateş’in önünde durmayı bırakıp yanına doğru geçmişti. Umay’ın
bakışlarının bir tek bu yöndeyken kendisine isabet edeceğini hesaplamıştı.
“İyi geceler çiçek güzeli,” dedi Umay’a sakin
bir sesle.
Umay sesi uyku ve ağlama sarhoşu çıksa da
karşılık vermeyi atlamamıştı. “İyi geceley Şinan.”
Sinan içi gider gibi onun yarısı görünür
yarısı da babasında saklı duran suratına baktıktan sonra daha fazla oyalanmadan
yanlarından ayrıldı. Koridorda yeniden kızıyla yalnız kalan Ateş, attığı
turlara geri dönmek yerine başını biraz aşağı eğip Umay’ın yüzüne bakmayı
denedi.
“Uyurken korkmuş olabilir misin Umay? Sen
eskiden yalnız mı uyuyordun?”
“Yalnıs olmadım,” dedi Umay usulca. “Kuzu da
benle uyuyoy.”
Ateş parçaları birleştirdiğinde derin bir
nefes aldı.
Dün saat başı kontrol ettiği, deliksiz uyudu
diye rahat ettiğini sandığı Umay aslında sadece yorgunluktan sızmıştı.
Yeni alışmakta olduğu evde, yepyeni insanlar
arasında tek başına huzurla uyuyabilmesi zordu. Bu geceyi de kuzuyu yanına
arkadaş ederek atlatmayı denemişti ama ne yazık ki güven sağlayacak bir kaynak
değildi kuzusu.
“Başka biri daha seninle uyusun ister miydin?”
Umay’ın dudağı titredi. Ateş bunu tam olarak
görememişti. Görse onun da içi titremeye başlayabilirdi.
“Anne yok,” dedi Umay parmakları Ateş’in
ensesinde duraklarken. “Gelmiyoy.”
Yoktu. Gelmiyordu. Ateş itiraz edecek bir şey
bulamadı. Tek yapabildiği konuyu ucundan tutup değiştirmek oldu.
“Ben buradayım,” dedi başını oynattığı için
Umay’ı boynuna daha da bastırmış olurken. “Ben varım.”
“Sen de uyuyoysun mu?”
Umay’ın sorusunu garipsemeden yanıtladı.
“Uyuyorum tabii, sana nerede uyuduğumu göstereyim mi?”
“Oluy,” dedi Umay kısıkça.
Ateş onu sıkıca tutmaya devam ederek odasına
yöneldiğinde Umay hiç kıpırdamamıştı. Yeni bir yere bakacağı için heyecan duysa
da yorgunluğu ağır basıyordu.
Odaya girdiklerinde Ateş uzanıp ışığı açtı.
Oda aydınlanırken kapıyı da kapatmıştı arkalarından.
“Burada uyuyorum, bak yatağıma.”
“Büyük,” dedi Umay uzun yorumlamaya gerek
duymadan. Kendi yatağına -hatta birçok yatağa- kıyasla Ateş’in yatağı büyüktü,
haklıydı.
Ateş bir şey söylemedi. Umay bir an kuzunun
kolunu daha sıkmış, bunu yaparken kendisini de kastığı için Ateş’in radarından
kaçamamıştı.
“Söyleyebilirsin,” dedi Ateş. “Ne oldu Umay?”
“Kuzu seninle uyuyabiliy mi?” dedikten sonra
Umay kaybolacakmış gibi yüzünü Ateş’in boynuna tamamen gömüp saklandı. Bu
utancın kaynağı kuzu için aldığı izin olamazdı, Ateş bunu yiyecek kadar saf değildi.
Kızı kendisini öyle sanıyordu belli ki.
“Uyuyabilir,” dedi Ateş. “Yer var.”
Umay aldığı cevapla birlikte çekingence başını
kaldırır gibi oldu. “Ama ben kuzu olmassa uyuyamam.”
Ateş dudağını büktü. Ne yapacağını bilememiş
görünerek Umay’ı biraz köşeye sıkıştırdığında kızının çözülmesi pek uzun
sürmemişti zaten.
“O yüsden ben de uyuyabiliyim mi buyda?”
Ateş tereddüt etmedi. Attığı büyük adımların
onu düşürebileceğini, sağlam olmama ihtimallerini düşünmedi; cesaretini
sırtlandı. “Uyuyabilirsin,” dedi kuzusuyla beraber Umay’ı da kabul ederek.
“Uyuyabiliyim,” diye tekrarladı Umay. Göğsü
şişmiş, rahat bir nefes alıp beklemişti.
“Sen beni burada kuzunla beklerken üstümü
değiştirip geleyim, olur mu? Bu odada olacağım bak.”
Ateş odanın içindeki diğer kapıyı gösterdi.
Giyinme odasına açılan kapıydı.
Umay gösterilen yere bakındı. Uzaklığı kendi
kendine hesapladıktan sonra olumlu sonuca vardığında başını salladı. “Oluy.”
Ateş’in Umay’ı yalnız bırakışı en fazla beş dakikaydı.
Onu kuzuyla birlikte yatakta oturur halde bırakmıştı ancak geri döndüğünde Umay
devrilmeye bir kala duruyordu.
Uykusunun gerçekten bastırdığını, onu ayakta
tutanın tek uyuma korkusu olduğunu anladığında iç çeker gibi nefeslendi Ateş.
Yatağa adımladığı sırada Umay’ın dikkatini
çekmişti. “Ateş geldi,” dedi kendi kendine bir şey hatırlatmak istercesine.
Ateş yatağı uzanılabilecek hale getirmek için
örtüyü açmadan önce Umay’ı kucakladı. Kuyruğu olarak asla elini bırakmadığı
kuzuyu da havalandırmıştı tabii.
Bir dakika içinde Umay Ateş’in büyük yatağının
ortasında oturur hale gelmişti. Ateş ışığı kapatıp aynı yere döndüğünde ise
içerinin karanlığını fazla bulabileceğini düşünüp Umay’a seslendi. “Çok
karanlık mı oldu? Lambanı buraya getirmeli miyiz?”
“Göyebiliyoyum ben seni,” dedi Umay yarısı
kapalı olan gözleriyle. Ateş ısrar etmedi. Onun saniyeler içinde uykuya
dalacağını kesinleştirmişti artık. Işıklık bir iş yoktu.
Ateş kendi uzandığı tarafa yerleşti. Başını
yastığa koyabilecek şekilde aşağı kaydığında henüz Umay uzanmaya
niyetlenmemişti. Oturuyordu.
Ateş yastığa yattı. Örtüyü düzeltip üstüne
doğru aldı. Umay onu izledikten sonra emekleyerek yastıklara doğru geldi.
“Ben de,” dedikten sonra iki yastığın
arasındaki boşluğa kafası girecek şekilde en rahatsız konuma başını
bıraktığında Ateş ona göz ucuyla baktı. Böyle uyumasının imkânı yoktu.
Ateş Umay’ı yandaki yastığa düzgünce
yatırabilmek için yan dönüp bir kolunu ona doğru uzattı. Amacı başını kaldırıp
ileri çekmekti. Fakat Umay kendisine uzanan kolun amacını bambaşka yorumlayarak
bunu bir davet bildi.
Kucaklandığında yaptığı gibi Ateş’in omuzuyla
boynu arasında bir yere yüzünü yasladığında uzanan bedeni kaskatı kestiğinden
bihaberdi.
Ateş put kesilmiş gibi dururken Umay onun
sıcağına sokulmuş. Poposu yan ve kendisi de neredeyse yüzüstü dönmüş halde Ateş’in
göğsüne kıvrılmıştı.
Umay’ın uykuya dalması belki bir dakika belki
de birkaç dakikadan ibaret bir süreye denkken dün gece uzağında diye
uyuyamadığı kızıyla yakın temasta olan Ateş’in bu geceki uykusuzluk sebebi
dünün tam tersi olacaktı.
Ateş’in bu uykusuzluğu, dünkü ve belki de
bugüne kadarki tüm uykusuz gecelerine tercih edecek kadar sevecek olması ise
yine aceleci aklının eseriydi.
Aklı baba olmakta, bunu öğrenip her yönüyle
doğruyu bulmakta aceleciydi. Kalbinin sindirmeden hareket edesi yoktu. Ateş’in
savaşı da bu ikili arasındaki dengeyi bulmakla sürecekti. Kısa olurdu, uzun
olurdu; belli olmazdı ama zorlu olacağı kesindi.
~~~
Umayy bebeğim yaaa
YanıtlaSilHem güldüm hem ağladım. Umay ne yaşadıysa bebek bile olmakta zorlanıyor. Normal bir bebeğin yapacaklarını değil ona dikte edilen şeyleri yapıyor, kuzum benim...
YanıtlaSilÇokkk tatlılar
YanıtlaSilHarika ve çok tatlı bir bölümdü💓💓
YanıtlaSilAteş, Umayın hareketli yani normal bir çocuk olmasıyla ona nasıl davranacağı konusunda endişeleniyor sürekli. Umay'a davranışlarıyla kıracak, kızını korkutacak diye endişeleniyor ama Umay normal bir çocuk olamadığı için daha çok üzülüyor 🥺
YanıtlaSil